Beyinde 100 milyar kadar sinir hücresi, 10 katı kadar da bunların sağlıklı çalışmalarında görevli olan destek hücreleri bulunmaktadır.
Gerek sinir hücreleri ve gerekse destek hücreleri, gruplar halinde ve ahenkli bir ortaklık düzeninde olan bir çalışma prensibi ile çalışırlar.
Diğer bir ifade ile her grup kendi içinde karşılıklı dayanışma, tartışma ve görüş alışverişi ile sağlıklı birlikteliklerini sürdürür.
Bu arada, her bir işlem için, grubun ortak çalışmasının organizasyonu için bir sinir hücresi, geçici olmak üzere orkestra şefliği gibi düzeni sağlama görevini yüklenir ve bu işin bitişi ile de şeflik görevi biter.
Bu geçici şefin herhangi bir baskı uygulaması, istediği gibi diğer sinir hücrelerini yönlendirme yetkisi yoktur.
Çünkü grup içindeki bütün sinir hücreleri aynı konumdadır, aynı ortak görevlere sahiptirler ve aynı değerdedirler.
Beyindeki bu çalışma prensibi, Kur’an’da Şura-38’inci ayet ile önerilen prensiptir.
Şura-38. Ayrıca onlar Rablerinin bildirdiği muhkem /değişmez ana kurallara uymak üzere gayret ederler, salâtı /sosyal yardımlaşma ve dayanışma toplantılarını (bazen Kur’an çalışmalı ve /veya Namazlı) yerine getirirler, işlerini şura prensibi gereği aralarında danışarak /tartışarak çözerler ve kendilerine verdiğimiz imkânlardan muhtaçlara pay ayırırlar /infak ederler.
Görüldüğü gibi, Kur’an’da her bir toplumun ortak görüşte birleşme gayreti yanında, her konuyu da mutlaka aralarında danışarak, tartışarak birlikte çözmeye çalışmaları, en doğru yol olarak tavsiye edilmektedir.
Ezelî, ebedî ve her biri birer ibad etme ve ibadet etme /kulluğu ifade etme de olan Kur’an’daki muhkem /değişmez ana kuralların canlı uygulayıcısı olan Hz. Muhammed, savaş ortamında bile bu prensibi uygulamıştır.
Örneğin; Uhud savaşında peygamberliğini öne sürüp görüşlerini sahabelere dayatmamış, onlara danışmış, dinlemiş ve çoğunluğun görüşüne dayanarak hareket etmiştir.
Çünkü Şura-38 gibi, Al-i İmran-159 ‘uncu ayet ile de, Peygamberin şura prensibini kullanması istenmiş ve böylece bu kuralın canlı uygulayıcısı da olmuştur.
Al-i İmran-159. Ey Peygamber! Savaşın (Uhud’un) o sıkıntılı anlarında, Allah’ın Sana verdiği rahmet sonucu, emrin dışında yerlerini terk edenlere ve sıkışınca kaçmaya çalışanlara yumuşak davrandın. Eğer onlara kalp kırıcı ve otoriter davransaydın, yanında kimse kalmaz ve ayrılırlardı. Onların davranışlarını hoş gör, Allah’tan bağışlanmaları için dua et ve yapılacak toplumsal işler hakkında onların da görüşlerini al. Ortak kararınızı belirleyince de Allah’a tevekkül edip /O’na güvenip uygulamaya geç. Çünkü Allah, O’na güvenip /tevekkül edip işe koyulanları ve gerekli çabayı da gösterenleri sever.
Kur’an’da belirtilmiş olan şura prensibinin nasıl uygulanmasına yönelik açıklamalar Feth-10 ve Mümtehine-12 nci ayetlerde verilmiştir.
Buna göre, müminlerin sayısının az olduğu dönemde, Hz. Muhammed, kadınlar dahil her mümin ile el sıkışarak olurunu almış ve halkın liderini oy vererek seçme prensibini uygulamıştır.
Ki buna halkın biat etmesi, diğer bir ifade ile oy vererek idarecisini ve /veya idarecilerini bizzat seçmesi denilmektedir.
Feth-10. Ya Muhammed! Seninle el tutuşup bağlılık sözü verenler /biat edenler, aslında Allah’a da bağlılık sözü vermiş olmaktadırlar. Dolayısıyla da Allah’ın eli, onların eli ile tutuşmuş ve bağlılık sözlerini almıştır. O bakımdan kim Allah adına verdiği sözden cayarsa, kendi aleyhine caymış olur. Her kim de Allah adına verdiği sözü yerine getirirse, mutlaka Allah ona büyük bir ödül verecektir.
Mümtehine-12. Ey Peygamber! İnandım deyip iltica eden kadınlar sığındıklarında, Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmamak, aşırı hırslanıp hırsızlık yapmamak, zina etmemek, ayaklarına bağ olacaklar diye çocuklarını öldürmemek /sosyo-ekonomik haklarından mahrum etmemek, geçmiş ve gelecekle ilgili bir iftira uydurup getirmemek ve doğru işlerde Sana karşı gelmemek üzere el sıkışıp biat ederler ve yemin edip söz verirlerse, onların sözünü kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Çünkü Allah bağışlayandır /Gafur ve sevgisi ile merhameti oldukça bol olandır /Rahim’dir.
Hz. Muhammed’e atfedilen şu söz, biat olarak el sıkışmanın kadınlarla da yapıldığını göstermektedir: Hint Bintu Utbe, Hz. Peygamber`e:
“Ey Allah`ın Resulü, bana biat ver!” diye talepte bulunmuştu. Kendisine: “Hayır, şu ellerini değiştirmedikçe /temizlemedikçe senden biat almayacağım. Ellerin tıpkı vahşi hayvanların ayağı gibi kirli!” cevabını verdi. Aişe-Kütubu Sitte-2115.
Feth-10, Mümtehine-12 ve Hz. Muhammed’in açıklaması açık ve anlaşılır olduğu halde, asırlardır bazı kadınların tokalaşmamaya şartlanmış veya şartlandırılmış olmaları, maalesef toplumda hoş olmayan ve zaman zaman insanı sanki potansiyel suçluymuş gibi durumlara sokmakta olan oldukça üzücü bir konudur.
Peygamber, özel beyin hafızalısı ve farklı yeteneklerde yaratılmış ve yerine göre ilâhî destekler de gördüğü halde, yine de idareciliği için kadın ve erkeklerle el sıkışarak biat alma, yani oy isteme ve oy ile seçilme yöntemini kullanmıştır.
Bakara-104. ayette de bu konuda bütün imam edenlere olduğu gibi bütün insanlara uyarıda bulunulmakta ve Peygamber de olsa idarecilerin keyfi uygulamalarına göz yumulmaması ve halk olarak toplumun görüşlerinin mutlaka alınması istenmektedir.
Bakara-104. Ey iman edenler! Peygamber de dahil, idarecilerinize “raina /bizi koyun /davar gibi güt /bizi dinleme ve görüşümüze başvurmadan istediğin gibi idare et” demeyin, “unzurna /bizim görüşümüze başvur /bizi dinle, danış ve ondan sonra karar ver” deyin. Şunu da bilin ki, bu emrimizi benimsemeyip inkâr edenlere elem verici bir azap söz konusudur.
Dikkat edilirse ayette, bir idarecinin halkın görüşünü almadan keyfi ve baskıcı bir idareye yönelmeyi tercih etmesinin azap ile cezalandırılacağına vurgu yapılmaktadır.
Yine seçilen idarecinin, danışmaksızın halkı idareye kalkışması, halkı güdülecek davar olarak görmesi ile eş tutulmuştur.
Bakara-104. ayettekine benzer vurgu, Nisa-46’da da yapılmaktadır.
Nisa-46. Bunlardan özellikle kitaplardaki gerçekleri değiştiren veya gizleyenler, Seninle karşılaştıklarında “Senin söylediklerini duyduk, fakat önemsemiyor ve duymamış gibi yapıyoruz” deyip dinle ilgili bildirdiklerinle alay ettikleri gibi, “oldu olacak gel de bizi sürü gibi güt /raina” diyerek Seninle alay da ediyorlar. Halbuki onlar saygılı bir dille Sana “Senin bildirdiklerini duyduk ve kabul ediyoruz” ve “unzurna” “İdarecimiz olarak bizi dinleyip görüşlerimizi de alarak ve bize danışarak bizi yönet” deselerdi, kendileri için daha hayırlı olurdu.
Şura prensibi dediğimiz, yetkin ve halk tarafından seçilmişlerin hem halkın da seçmiş olduğu danışma meclisine, hem de halka danışmaları prensibi, sadece siyasi oylamalarda değil, hemen hemen, birden çok kişinin bir konuda görüş belirttiği her konuda uygulanması gerekli olan temel bir prensip olmalıdır.
Örneğin aile içi dayanışma, bunun en ufak çekirdek grubunu oluşturur.
Bakara-104. ayette halkın, seçtikleri idarecilerin mutlaka kendilerine danışmalarını ve davarları güder gibi onlara danışılmaksızın keyfi bir idarecilik yapmamalarını istemeleri gibi, Mümtehine-12. ayette de yanlış yaptıklarında idarecilere itiraz etmeleri ve karşı çıkmaları da önerilmektedir (Bk. Mümtehine-12)
Yine kim olursa olsun, yeterli bir denetleme olmadığı takdirde, bir idarecinin bir süre sonra diktatörce davranışlar olan baskı ve sindirme yoluna sapacağına Zuhruf-54. ayette dikkat çekilmiştir.
Zuhruf-54. Böylece Firavun bu sözleri ile, halkını yanıltmış ve sindirmiş, halkı da ona uymuştu. Gerçekte onlar doğru yoldan sapmış bir topluluktu ki ona uydular.
Görüldüğü gibi, ayette yanlış yola sapmış toplumların idarecilerinin diktatörlüğe yöneleceği, çünkü özellikle toplum ileri gelenlerinin, idarecilerin yanlışlarında akıllarını ve eleştirel yaklaşımlarını kullanmayıp, ona karşı çıkmayıp itirazsız uydukları üzerinde durulmakta ve bu davranışın da idareciyi diktatörlüğe yönelteceği vurgulanmaktadır.
Yukarıda değindiğim Bakara-104. ayete göre Allah, halkın seçtiği yöneticinin halkın görüşü ve sesine önem vermemeye başlamasını ve keyfi kararlar almasını, elem verici bir azap ile cezalandıracağını belirtmektedir.
Ki bu ilâhî uyarının her ülkenin idarecileri tarafından önemsenmesi gerekmektedir.
Bu duruma göre Kur’an, açıkça halkın kendisini idare edecekleri seçmesi demek olan Cumhuriyet idaresini önermektedir.
Gerçek Cumhuriyet idaresinde, idareci diye seçilen hükümet, halka hizmet eden devlet kurumlarının doğru çalışmalarını sağlamak içindir, halka hükmetmek için değil.
Bu sırada toplumda gerçek bir demokrasi de varsa gerek idareciler tarafından gerekse diğer kişilerce, başkalarını rahatsız etmemek şartıyla özgür yaşamak ve inanç özgürlüğü de vardır. Herkes başkasının özgürlüğü başladığı sınıra kadar özgürdür. Hak gaspı kesinlikle söz konusu değildir ve liyakat önemlidir.
Yine Gerçek bir Demokrasi varsa ayrıca kanunların adaletle uygulanması, hakkın dağıtımında adil davranma, hak arama, seyahat etme, haklı ticaret yapma, bilimle uğraşma ve bilgi edinme özgürlüğü vardır. Bir kişiye kul olmak yoktur.
Yine İlahî sistemin uygulamasında, yasalara göre eşit hakta oluş yanında, ayrıca herhangi bir konuda hak dağıtımında da eşitlik değil, yine cinsiyet ayırımı yapmaksızın adaletli davranma prensibi söz konusu edilmiştir.
Yine adaletli davranışın çok önemli olduğu Kur’an’da birçok ayette (Sad-22, 26, A’raf-29, Mümin-20, Nahl-90, Nisa-58, 105, 135, Maide-8, 42, Enbiya-78-79) vurgulanmış ve Peygamberimiz, yaşamı boyunca buna ve Kur’an’da belirtilen prensiplere örneklik yapmıştır.
Nisa-135. Ey iman edenler! Kendiniz, ananız-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, hakimlik veya şahitlik ederken Allah’ı düşünerek adaleti uygulamaktan şaşmayın. Ve şunu aklınızdan çıkarmayın, hâkimlik veya şahitlik yaptığınız kimseler ister varlıklı olsun ister yoksul olsun, Allah her iki tarafa da sizden daha yakındır. Öyleyse, kişisel çıkar ve nefsinize uyarak gerçekleri saptırıp taraflı davranmayın. Eğer gerçeği çarpıtırsanız, bilesiniz ki Allah yaptıklarınızdan her an haberdardır.
İsra-53. Kullarıma söyle: Birbirleri ile konuşurlarken sözlerine dikkat etsinler ve en güzel biçimde /hak gasp etmeden, hakaret edip gururu incitmeden, fakat hakkını ezdirmeden ve haksızlık edene gereğini de esirgemeden konuşup tartışsınlar. Yoksa şeytan, oluşacak olumsuz düşüncelerini kışkırtıp aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın pusuda bekleyen apaçık bir düşmanıdır.
Nisa-124. Buna karşılık erkek olsun, kadın olsun her kim iman eder ve salih ameller /faydalı işler gerçekleştirir ve mümin olmayı başarırsa, karşılık olarak Cennet’e girer ve kendisine en ufak bir haksızlık /zulüm de yapılmaz.
Din denilen muhkem /değişmez ana kuralları uygulamada olduğu gibi, her bir fırsatı değerlendirmede de, kişinin yeteneğine ve gayretine bakılmıştır.
Ve İslâm dini de ancak oluşturulacak özgür, sorgulayıcı, eleştirel akıllı, güvenli ve adaletli bir demokratik ortamda yükselir.
Hz. Muhammed, şu sözü ile idareci ve toplum ileri gelenlerinin önemine değinmiştir;
“İmamlarınız müstakim (doğru yolda) olduğu müddetçe bakisiniz.” deyince “İmamlar ne demek?” sorusu ile karşılaştı ve “Kavmindeki reisler ve eşraflar var ya, halka emrederler, halk da onlara itaat eder?” “Evet!” “İşte onlar imamlardır” diye cevaplandırdı-Kütubu sitte-5914″
Şura-38 nci ayette bulunan “Onlar işlerini şura prensibi gereği aralarında danışarak /tartışarak çözerler” cümlesi, Kurtuluş savaşı sırasında kurulan 1 nci TBMM’de Başkanlık kürsüsünün arkasında yazılıydı.
Çünkü Atatürk, Kur’an’a ve Kur’an’daki Gerçek İslâm’ın ne olduğunu çok iyi bilen gerçek bir dindardı.
Örneğin; Atatürk’e, “yeryüzünde en hayran olduğun insan kimdir” diye sorulduğunda “Şüphesiz ki Hz. Muhammed’dir” diye cevap vermişti. Yine “Hz. Muhammed’in bir avuç imanlı Müslüman ile mahşer gibi bir kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir Muharebesinde kazandığı zafer, fani insanların kârı değildir. Onun peygamberliğinin en kuvvetli delili işte bu savaştır.” diyerek de hayranlığını ifade etmiştir.
Atatürk, Kurtuluş Savaşından sonraki Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurma aşamaları ve Cumhurbaşkanlığı döneminden başlamak üzere Hz. Muhammed’in bu ekiplere danışma prensibini eksiksiz uygulamış ve akşamları Çankaya’da o gün tartışılacak bir devlet veya yenilik konusuna uygun uzman kişilerin davet edildiği yemekli toplantılar düzenlemeyi alışkanlık şeklinde çok sık yapmıştır. Buradan edindiği görüşleri, kendi görüşleri ile harmanlayıp, daha sonra da TBMM’inde de tartışmaya açtırmıştır.
Atatürk’ün gerçekleştirmiş olduğu tüm devrimsel yeniliklerin temelinin Kur’an, dolayısıyla da Kur’an’a hakim oluşu olduğunu düşünüyorum.
Kişi veya bir grubun aşırı ve denetlemesiz, sadece yetkisine dayanan bir idare şeklinde (Cumhuriyet ve Demokrasi dışında padişahlık, din denilen muhkem /değişmez ana kurallar değil de Müteşabih /değişken kurallara veya kanaate dayanan hükümler verilen başkanlık) diğer kişilerin tek amacı olur, o da bu kişi veya gruba yaranmak çabasına saptırır.
Bu yaranma çabası içinde olmak, beraberinde kişilerin özgür iradeleri ile ve herhangi bir baskı hissetmeksizin karar vermeyi, işini severek yapmayı, yaptığı işten zevk alma ve gurur duymayı engeller.
İdarecinin etrafındaki kişiler ve halk, tek yetkili kişi veya gruba yaranmak uğruna, aldatma ve göz boyamayı kendine prensip edinir.
Zamanla kişiler düşünmeyen, bir görüşü tartışamayan, otoritenin her dediğini mutlak sayıp olduğu gibi kabul eden (Kur’an’ın açıkladığı gibi davarlaşmış) bir konuma gelirler.
Çünkü otoritenin görüşlerine karşı gelmek yasaktır veya günahtır, belki de kuruma veya vatana ihanttir.
Bu bireylerde eleştirel akıl ve sorumluluk olmayacağından öğrenme, bir şeyler üretme, yapıcılık ve hem kendine, hem de topluma yararlılık uğraşları canlı ve yeterli olmaz.
Kur’an’da ilk ayet olan ‘Alak-1 nci ayetten başlamak üzere kulluğun sadece Allah’a yapılacağına değinilmiştir.
‘Alak-1. Oku, her şeyi yaratan /halk eden Rab’bin adıyla.
Böylece Kur’an, kula kulluğu kaldırıp, yerine sadece Allah’a kulluğu isteyen bir Cumhuriyet idaresi ve bunu tamamlayan demokrasi prensibi, yani halkın yasalar önünde eşit olduğu, adaletin hakça uygulandığı kuralı istemiştir.
Ancak bu farz kural, Hz. Muhammed’in vefatından sonraki halifelik döneminden başlamak üzere rafa kaldırılmaya başlanmıştır.
Oluşmuş olan yeni devletin idareci ekibini seçmek, biat yolu ile /oy vererek seçmekten ziyade, güçlü olana dönüştürülmüş ve yasaların eşit uygulanması rafa kaldırılmıştır.
Liyakat gözetilmemiş ve yandaşlık öne çıkarılmıştır.
Emeviler ve Abbasiler tarafından da hanedanlık krallığına ve din temelli idareye dönüştürülmüş halde devam ettirilmiştir.
1200 yıl devam eden bu uygulamaya 1860 yılında 1. Tanzimat ile son verilme girişimi olmuş, fakat gerçekleşememiştir.
Cumhuriyet, Demokrasi ve Laiklik kurallarına geçiş ancak 1923 yılında Atatürk ve arkadaşları sayesinde sağlanabilmiştir. Bu gerçekleşme, tabii ki Atatürk’ün Kur’an’a olan hakimiyeti ve bilgisi sayesinde olmuştur. Dikkat edilirse, Hz. Muhammed nasıl Kur’an’a dayanarak devrimsel değişiklikler gerçekleştirmişse, Atatürk de bütün devrimsel yenilikleri, Kur’an temelinde gündeme taşımış ve gerçekleşmelerini sağlamıştır.
Ancak Atatürk’ün Kur’an’a sahip çıkmasını anlayamayan o zamanın aydınları, Atatürk gibi Kur’an’a ve Din denilen Muhkem kurallar bütününe sahip çıkmamışlar ve Din, Müteşabih kurallara, hurafeler ve rivayetlere boğularak amacından saptırılmıştır. Kur’an’a uymayan geleneksel kurallar, birer din kuralıymış gibi önemsenmiş ve dinselleştirilmiştir.
Sonuç olarak da Din denilen Muhkem /değişmez ana kurallar yanında Müteşabih /değişken kurallar da Muhkem’ler gibi değişmez grubunda sayılınca Kur’an’ın istediği Cumhuriyet ve Demokrasi’ye tam anlamıyla bir türlü ulaşılamamış ve ulaşılamamaktadır.
Ulaşmamız için dua ediyor ve umuyorum. İnşallah……..
NOT: Bu yazı, bazı değişikliklerle 15 Mart 2021 tarihinde “akademikakil.com.tr” de yayınlanmıştır. Mayıs ayı konusuna uygun olduğundan yeni şekli ile yayınlanmaktadır.
NOT: NÖVAK Vakfımızın kitaplarının gelirleri ile Eskişehir Tıp Öğrencilerine burs veriyoruz. Özel günlerinizde kitaplardan alır veya hediye ederseniz bize destek olur ve öğrenci sayımız artar: “DİN VE BEYİN”, “SON DAVET KUR’AN Tercümesi”, “KUR’AN KADINI KORUYOR”, “OKU! Konularına göre Kur’an ayetleri”, “TEVRAT VE İNCİL’DE ÖNCEKİ İSLAM”, “KUR’AN VE SON İSLAM”, “ALLAH İLE ANLAŞMAMIZ VAR”, “ALLAH’TAN ALACAKLI OL”, “ÖZDE DİNDAR, SÖZDE DİNDAR” VE “ALLAH KİMİ SEVER, KİMİ SEVMEZ”.
3 yorum
Nisa 46 Diyanet meali;
Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) «İşittik ve karşı geldik», «dinle, dinlemez olası», «râinâ» derler. Eğer onlar «İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet» deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.
Diyanet Vakfı Meali
Nisâ Suresi 46. Ayet Açıklaması
Yahudiler Allah’ın kendilerine gönderdiği kitabı tahrif etmiş, kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirmiş, manalarını saptırmış, gerçekleri ve bu arada Hz. Peygamberin geleceğini müjdeleyen kısımları örtmüş, bozmuş ve inkâr etmişlerdir. Resûlullah’ın zamanında da ilk anda kötü maksatlarını belli etmeyecek sözler kullanarak onu tahkir etmek ve kinlerini tatmin eylemek yoluna gitmişlerdir. Meselâ «râinâ» kelimesi «bizi gözet» manasına gelir, aynın kesresi biraz uzatılarak söylenirse «râînâ: bizim çobanımız» manasına gelir. İşte buna benzer kelime oyunları ile akıllarınca Peygambere hakaret ediyorlardı. Âyet, onların oyunlarını bozmakta ve haklarında hayırlı olacak yolu göstermektedir.
Hoca kendi kafasına, keyfine, gönlüne göre mi çeviriyor diye düşünmeden edemiyor insan
Sayın İsimsiz eleştirmen,
Ben değil, hiç kimse Kur’an’ı sizin tabirinizle “Kendi kafasına, keyfine, gönlüne göre mi çeviriyor” çeviremez. Çeviri anlam çevirisidir ve büyük sorumluluk yükleyen bir çabadır. Arapça’da “Raina” kelimesi bizi hayvanları güden çoban gibi gütmek”, ki seçtikleri idarecilere bu uyarı yapılıyor ve “Unzurna” bize kulak ver, değer ver, sözümüzü dinle” gerçek anlamındadır. Bu ayetin bu önemli vurgusunu etkisizleştirmek üzere 1400 yıl önce 4 Yahudi Haham ve 1 Hıristiyan Papaz, art niyetli müdahaleleri ile anlamını çarpıtmışlar ve sayın eleştirmenin belirtmiş olduğu rivayeti ilk yapıla 14 tefsir ve 3 tercümeye eklemişlerdir (Abdullah Aydemir. Tefsir’de İsrailiyat kitabı, 2019).
Dolayısıyla sizin elde etmiş olduğunuz bilginiz sizin doğrunuz, benim de elde elde edilmiş ve kitapta açıklanmış bir bilgiyi Tefekkür, Ta’akkül ve tezekkür ederek elde etmiş olduğum doğrum banadır. Her birimiz de kendi doğrumuzdan Allah tarafından sorgulanacağız. Başkalarının doğrusundan değil. Dolayısıyla hiç kimse bir başkasını kendi doğrusuna zorlayamaz ve haksız da itham edip, iftira da edemez. Yoksa ŞİRK hatasını işler.
Sayın İsimsiz eleştirmene 2 ayeti hatırlatayım:
Enfal-22. Şunu da iyice bilin ki Allah’a göre, yaratılmışların en makbul olmayanı, akıllarını kullanmayan ve işittikleri gerçekleri anlamadan işiten bir nevi sağırlar ve doğruyu bildikleri halde söylemeyen dilsizlerdir.
Bakara-171. İşte atalarının inançlarını /görüşlerini akıl süzgeçlerinden geçirmeden taklitte takılmış ve gerçekleri kabul etmeyip küfre sapmış olanların durumu, çobanın yol gösterici sözlerini ve yardım çağrılarını anlamayan, doğruluğunu bizzat araştırmadan kabul eden, eleştirmeyip sadece durup dinleyen hayvanların durumuna benzer. Yine bunlar, bildiğini okuyan ve gerçekleri işittiği halde anlamayan, konuşarak cevap veremeyen, gerçekleri göremeyip akıllarını da kullanamayanlardır, davar sürüleri gibidirler.
*Ebeveynlerin görüşlerini eleştirmeden, olduğu gibi taklid etmek ve kabul etmenin yanlışlığına Saffat-69-71. ayetlerde de değinilmiştir. Şuara-137-139 nci ayetlerde, aynı yaklaşımından dolayı Hud kavminin helak edildiği belirtilmiştir. Yine A’raf-166 ncı ayette bu kişilere “sorgulamayan taklitçi maymunlar” denmiştir.
SON SÖZ: Kur’an ,aklı olup kullanmayana değil, AKLINI KULLANANA “HİTAP EDEN MUCİZE BİR KİTAPTIR.
Bakara-104. Ey iman edenler! İdarecilerinize “raina /bizi koyun /davar gibi güt /bizi dinleme ve görüşümüze başvurmadan istediğin gibi idare et” demeyin, “unzurna /bizim görüşümüze başvur /bizi dinle ve ondan sonra karar ver” deyin. Şunu da bilin ki, bu emrimizi benimsemeyip inkâr edenlere elem verici bir azap söz konusudur.
Nisa-46. Bunlardan özellikle kitaplardaki gerçekleri değiştiren veya gizleyenler, Seninle karşılaştıklarında “Senin söylediklerini duyduk, fakat önemsemiyor ve duymamış gibi yapıyoruz” deyip dinle ilgili bildirdiklerinle alay ettikleri gibi, “oldu olacak gel de bizi sürü gibi güt /raina” diyerek Seninle alay da ediyorlar. Halbuki onlar saygılı bir dille Sana “Senin bildirdiklerini duyduk ve kabul ediyoruz” ve “unzurna” “İdarecimiz olarak bizi dinleyip görüşlerimizi de alarak ve bize danışarak bizi yönet” deselerdi, kendileri için daha hayırlı olurdu. Ne var ki Allah’ın tek oluşunu ve bildirdikleri gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı küfre sapmış olan bu kişileri, Allah lanetlemiş bulunmaktadır. Bu nedenle de onların ancak pek azı iman etmektedirler.