Beyinde 100 milyar kadar sinir hücresi, 10 katı kadar da bunların sağlıklı çalışmalarında görevli olan destek hücreleri bulunmaktadır.
Gerek sinir hücreleri ve gerekse destek hücreleri, gruplar halinde ve ahenkli bir ortaklık düzeninde olan bir çalışma prensibi ile çalışırlar.
Diğer bir ifade ile her grup kendi içinde karşılıklı danışma, tartışma ve görüş alışverişi ile sağlıklı birlikteliklerini sürdürür.
Bu arada, her bir işlem için, grubun ortak çalışmasının organizasyonu için bir sinir hücresi, geçici olmak üzere orkestra şefliği gibi düzeni sağlama görevini yüklenir ve bu işin bitişi ile de şeflik görevi biter.
Bunun herhangi bir baskı uygulaması, istediği gibi diğer sinir hücrelerini yönlendirme yetkisi yoktur.
Çünkü grup içindeki bütün sinir hücreleri aynı konumdadır, aynı ortak görevlere sahiptirler ve aynı değerdedirler.
Beyindeki bu çalışma prensibi, Kur’an’da Şura-38’inci ayet ile önerilen prensiptir.
Şura-38. Ayrıca onlar Rablerinin bildirdiği muhkem/değişmez ana kurallara uymak üzere gayret ederler, salâtı/sosyal yardımlaşma ve dayanışma toplantılarını (bazen Kur’an çalışmalı ve/veya Namazlı) yerine getirirler, işlerini şura prensibi gereği aralarında danışarak/tartışarak çözerler ve kendilerine verdiğimiz imkânlardan muhtaçlara pay ayırırlar/infak ederler.
Görüldüğü gibi, Kur’an’da her bir toplumun ortak görüşte birleşme gayreti yanında, her konuyu da mutlaka aralarında danışarak, tartışarak/İSTİŞARE EDEREK birlikte çözmeye çalışmaları, en doğru yol olarak tavsiye edilmektedir.
Ezelî, ebedî ve her biri birer ibad etme/kulluğu ifade etme de olan Kur’an’daki muhkem/değişmez ana kuralların canlı uygulayıcısı olan Hz. Muhammed, savaş ortamında bile bu prensibi uygulamıştır.
Örneğin Uhud savaşında peygamberliğini öne sürüp görüşlerini sahabelere dayatmamış, onlara danışmış, dinlemiş ve çoğunluğun görüşüne dayanarak hareket etmiştir.
Çünkü Şura-38 gibi, Al-i İmran-159’uncu ayet ile de, Peygamberin şura prensibini kullanması istenmiş ve böylece bu kuralın canlı uygulayıcısı da olmuştur.
Al-i İmran-159. Ey Peygamber! Savaşın (Uhud’un) o sıkıntılı anlarında, Allah’ın Sana verdiği rahmet sonucu, emrin dışında yerlerini terk edenlere ve sıkışınca kaçmaya çalışanlara yumuşak davrandın. Eğer onlara kalp kırıcı ve otoriter davransaydın, yanında kimse kalmaz ve ayrılırlardı. Onların davranışlarını hoş gör, Allah’tan bağışlanmaları için dua et ve yapılacak toplumsal işler hakkında onlarında görüşlerini de al. Ortak kararınızı belirleyince de Allah’a tevekkül edip/O’na güvenip uygulamaya geç. Çünkü Allah, O’na güvenip/tevekkül edip işe koyulanları ve gerekli çabayı da gösterenleri sever.
Kur’an’da belirtilmiş olan istişare temelli şura prensibinin nasıl uygulanmasına yönelik açıklamalar Feth-10 ve Mümtehine-12’nci ayetlerde verilmiştir.
Buna göre, müminlerin sayısının az olduğu dönemde, Hz. Muhammed, kadınlar dahil her mümin ile el sıkışarak liderlik görevi olurunu almıştır.
Ki buna halkın biat etmesi, diğer bir ifade ile oy vererek idarecisini ve/veya idarecilerini bizzat seçmesi denilmektedir.
Feth-10. Ya Muhammed! Seninle el tutuşup bağlılık sözü verenler/biat edenler, aslında Allah’a da bağlılık sözü vermiş olmaktadırlar. Dolayısıyla da Allah’ın eli, onların eli ile tutuşmuş ve bağlılık sözlerini almıştır. O bakımdan kim Allah adına verdiği sözden cayarsa, kendi aleyhine caymış olur. Her kim de Allah adına verdiği sözü yerine getirirse, mutlaka Allah ona büyük bir ödül verecektir.
Mümtehine-12. Ey Peygamber! İnandım deyip iltica eden kadınlar sığındıklarında, Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmamak, aşırı hırslanıp hırsızlık yapmamak, zina etmemek, ayaklarına bağ olacaklar diye çocuklarını öldürmemek/sosyo-ekonomik haklarından mahrum etmemek, geçmiş ve gelecekle ilgili bir iftira uydurup getirmemek ve doğru işlerde Sana karşı gelmemek üzere el sıkışıp biat ederler ve yemin edip söz verirlerse, onların sözünü kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Çünkü Allah bağışlayandır/Gafur ve sevgisi ile merhameti oldukça bol olandır /Rahim’dir.
Hz. Muhammed’e atfedilen şu söz, biat olarak el sıkışmanın kadınlarla da yapıldığını göstermektedir: Hint Bintu Utbe, Hz. Peygamber`e:
“Ey Allah`ın Resulü, bana biat ver!” diye talepte bulunmuştu. Kendisine: “Hayır, şu ellerini değiştirmedikçe/temizlemedikçe senden biat almayacağım. Ellerin tıpkı vahşi hayvanların ayağı gibi kirli!” cevabını verdi. Aişe-Kütubu Sitte-2115.
Feth-10, Mümtehine-12 ve Hz. Muhammed’in açıklaması açık ve anlaşılır olduğu halde, asırlardır bazı kadınların tokalaşmama ön yargısı sonucu şartlanmış olmaları, maalesef toplumda hoş olmayan ve zaman zaman insanı sanki potansiyel suçluymuş gibi durumlara sokmakta olan oldukça üzücü bir konudur.
Peygamber, özel beyin hafızalısı ve farklı yeteneklerde yaratılmış ve yerine göre ilâhî destekler de gördüğü halde, yine de idareciliği için kadın ve erkeklerle el sıkışarak biat alma, yani oy isteme ve oy ile seçilme yöntemini kullanmıştır.
Bakara-104. ayette de bu konuda bütün iman edenlere olduğu gibi bütün insanlara uyarıda bulunulmakta ve Peygamber de olsa idarecilerin keyfi uygulamalarına göz yumulmaması ve halk olarak toplumun görüşlerinin mutlaka alınması, diğer bir ifade ile istişare edilmesi istenmektedir.
Bakara-104. Ey iman edenler! Peygamber de dahil, idarecilerinize “raina /bizi koyun/davar gibi güt /bizi dinleme ve görüşümüze başvurmadan istediğin gibi idare et” demeyin, “unzurna /bizim görüşümüze başvur/bizi dinle, danış ve ondan sonra karar ver” deyin. Şunu da bilin ki, bu emrimizi benimsemeyip inkâr edenlere elem verici bir azap söz konusudur.
Dikkat edilirse ayette, bir idarecinin halkın görüşünü almadan, geniş bir istişare yöntemini kullanmadan keyfi ve baskıcı bir idareye yönelmeyi tercih etmesinin azap ile cezalandırılacağına vurgu yapılmaktadır.
Yine seçilen idarecinin, danışmaksızın halkı idareye kalkışması, halkı güdülecek davar olarak görmesi ile eş tutulmuştur.
Bakara-104. ayettekine benzer vurgu, Nisa-46’da da yapılmaktadır.
Nisa-46. Bunlardan özellikle kitaplardaki gerçekleri değiştiren veya gizleyenler, Seninle karşılaştıklarında “Senin söylediklerini duyduk, fakat önemsemiyor ve duymamış gibi yapıyoruz” deyip dinle ilgili bildirdiklerinle alay ettikleri gibi, “oldu olacak gel de bizi sürü gibi güt/raina” diyerek Seninle alay da ediyorlar. Halbuki onlar saygılı bir dille Sana “Senin bildirdiklerini duyduk ve kabul ediyoruz” ve “unzurna” “İdarecimiz olarak bizi dinleyip görüşlerimizi de alarak ve bize danışarak bizi yönet” deselerdi, kendileri için daha hayırlı olurdu.
Şura prensibi dediğimiz, yetkin ve halk tarafından seçilmişlerin hem halkın da seçmiş olduğu danışma /istişare meclisine, hem de halka danışmaları/istişare etmeleri prensibi, sadece siyasi oylamalarda değil, hemen hemen, birden çok kişinin bir konuda görüş belirttiği her konuda uygulanması gerekli olan temel bir prensip olmalıdır.
Örneğin aile içi dayanışma ve her konuda karşılıklı görüş alışverişinde bulunma, bunun en ufak çekirdek grubunu oluşturur.
Bakara-104. ayette halkın, seçtikleri idarecilerin mutlaka kendilerine danışmalarını ve davarları güder gibi onlara danışılmaksızın keyfi bir idarecilik yapmamalarını istemeleri gibi, Mümtehine-12. ayette de yanlış yaptıklarında idarecilere itiraz etmeleri ve karşı çıkmaları da önerilmektedir (Bk. Mümtehine-12)
Yine kim olursa olsun, yeterli bir denetleme ve danışma/istişare etme olmadığı takdirde, bir idarecinin bir süre sonra diktatörce davranışlar olan baskı, sindirme yoluna sapacağına Zuhruf-54. ayette dikkat çekilmiştir.
Zuhruf-54. Böylece Firavun bu sözleri ile, halkını yanıltmış ve sindirmiş, halkı da ona uymuştu. Gerçekte onlar doğru yoldan sapmış bir topluluktu ki ona uydular.
Görüldüğü gibi, ayette yanlış yola sapmış idarecilerin diktatörlüğe yöneleceği, çünkü özellikle toplum ileri gelenlerinin, idarecilerin yanlışlarında akıllarını ve eleştirel yaklaşımlarını kullanmayıp, ona karşı çıkmayıp itirazsız uydukları üzerinde durulmakta ve bu davranışın da idareciyi diktatörlüğe yönelteceği vurgulanmaktadır.
Yukarıda değindiğim Bakara-104. ayete göre Allah, halkın seçtiği yöneticinin halkın görüşü ve sesine önem vermemeye başlamasını ve keyfi kararlar almasını, elem verici bir azap ile cezalandıracağını belirtmektedir.
Ki bu ilâhî uyarının her ülkenin idarecileri tarafından önemsenmesi gerekmektedir.
Bu duruma göre de Kur’an, açıkça halkın kendisini idare edecekleri seçmesi demek olan Cumhuriyet idaresini vurgulamaktadır.
Gerçek Cumhuriyet idaresinde, idareci diye seçilen hükümet, halka hizmet eden devlet kurumlarının doğru çalışmalarını sağlamak içindir, halka hükmetmek için değil.
Bu sırada toplumda gerçek bir demokrasi de varsa gerek idareciler tarafından gerekse diğer kişilerce, başkalarını rahatsız etmemek şartıyla özgür yaşamak ve inanç özgürlüğü de vardır. Herkes başkasının özgürlüğü başladığı sınıra kadar özgürdür. Hak gaspı kesinlikle söz konusu değildir ve liyakat önemlidir.
Yine Gerçek bir Demokrasi varsa ayrıca kanunların adaletle uygulanması, hakkın dağıtımında adil davranma, hak arama, seyahat etme, haklı ticaret yapma, bilimle uğraşma ve bilgi edinme özgürlüğü de vardır. Bir kişiye kul olmak yoktur.
Yine İlahî sistemin uygulamasında, yasalara göre eşit hakta oluş yanında, ayrıca herhangi bir konuda hak dağıtımında da eşitlik değil, yine adaletli davranma prensibi söz konusu edilmiştir.
Din denilen muhkem/değişmez ana kuralları uygulamada olduğu gibi, her bir fırsatı değerlendirmede de, kişinin yeteneğine ve gayretine bakılmıştır.
Ve İslâm dini de ancak oluşturulacak özgür, sorgulayıcı, eleştirel akıllı, güvenli ve adaletli bir demokratik ortamda yükselir.
Hz. Muhammed, şu sözü ile idareci ve toplum ileri gelenlerinin önemine değinmiştir;
“İmamlarınız müstakim (doğru yolda) olduğu müddetçe bakisiniz.” deyince “İmamlar ne demek?” sorusu ile karşıladı ve “Kavmindeki reisler ve eşraflar var ya, halka emrederler, halk da onlara itaat eder?” “Evet!” “İşte onlar imamlardır” diye cevaplandırdı-Kütubu sitte-5914″
Şura-38’inci ayette bulunan “Onlar işlerini şura prensibi gereği aralarında danışarak /tartışarak çözerler” cümlesi, Kurtuluş savaşı sırasında kurulan 1’inci TBMM’de Başkanlık kürsüsünün arkasında yazılıydı.
Çünkü Atatürk, Kur’an’a ve Kur’an’daki Gerçek İslâm’ın ne olduğunu çok iyi bilen gerçek bir dindardı.
Örneğin Atatürk’e, “yeryüzünde en hayran olduğun insan kimdir” diye sorulduğunda “Şüphesiz ki Hz. Muhammed’dir” diye cevap vermişti. Yine “Hz. Muhammed’in bir avuç imanlı Müslüman ile mahşer gibi bir kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir Muharebesinde kazandığı zafer, fani insanların kârı değildir. Onun peygamberliğinin en kuvvetli delili işte bu savaştır.” diyerek de hayranlığını ifade etmiştir.
Atatürk, Kurtuluş Savaşından sonraki Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurma aşamaları ve Cumhurbaşkanlığı döneminden başlamak üzere Hz. Muhammed’in bir konunun liyakatli ve söz sahibi ekiplere danışma/istişare etme prensibini eksiksiz uygulamış ve akşamları Çankaya’da o gün tartışılacak bir devlet işi veya yenilik konusuna uygun uzman kişilerin davet edildiği yemekli toplantılar düzenlemeyi alışkanlık şeklinde çok sık yapmıştır. Buradan edindiği görüşleri, kendi görüşleri ile harmanlayıp, daha sonra da TBMM’nde de tartışmaya açtırmıştır.
Kişi veya bir grubun aşırı ve denetlemesiz, sadece yetkisine dayanan bir idare şeklinde (Cumhuriyet ve Demokrasi dışında padişahlık, dine göre veya kanaate dayanan hükümler verilen başkanlık) diğer kişilerin tek amacı olur, o da bu kişi veya gruba yaranmak çabası.
Bu yaranma çabası içinde olmak, beraberinde kişilerin özgür iradeleri ile ve herhangi bir baskı hissetmeksizin karar vermeyi, işini severek yapmayı, yaptığı işten zevk alma ve gurur duymayı engeller.
İdarecinin etrafındaki kişiler ve halk, tek yetkili kişi veya gruba yaranmak uğruna aldatma ve göz boyamayı kendine prensip edinir.
Zamanla kişiler düşünmeyen, bir görüşü tartışamayan, otoritenin her dediğini mutlak sayıp olduğu gibi kabul eden (Kur’an’ın açıkladığı gibi davarlaşmış) bir konuma gelirler.
Çünkü otorite kişi veya grubun yakınında oluşmuş menfaat kişilerine göre otoritenin görüşlerine karşı gelmek yasaktır veya günahtır, belki de kuruma veya vatana hainliktir.
Bu bireylerde eleştirel akıl ve sorumluluk olmayacağından öğrenme, bir şeyler üretme, yapıcılık ve hem kendine hem de topluma yararlılık uğraşları canlı ve yeterli olmaz.
Kur’an’da ilk ayet olan ‘Alak-1’inci ayetten başlamak üzere kulluğun sadece Allah’a yapılacağına önermiştir.
‘Alak-1. Oku, her şeyi yaratan/halk eden Rab’bin adıyla.
Böylece Kur’an, kula kulluğu kaldırıp, yerine sadece Allah’a kulluğu isteyen bir Cumhuriyet idaresi ve bunu tamamlayan demokrasi prensibi, yani halkın yasalar önünde eşit olduğu, adaletin hakça uygulandığı kuralı istemiştir.
Ancak bu farz kural, Hz. Muhammed’in vefatından sonraki halifelik döneminden başlamak üzere rafa kaldırılmaya başlanmıştır.
Oluşmuş olan yeni devletin idareci ekibini seçmek, biat yolu ile/oy vererek seçmekten ziyade, güçlü olana dönüştürülmüş ve yasaların eşit uygulanması rafa kaldırılmıştır.
Liyakat gözetilmemiş ve yandaşlık öne çıkarılmıştır.
Emeviler ve Abbasiler tarafından da hanedanlık krallığına ve din temelli idareye dönüştürülmüş halde devam ettirilmiştir.
1200 yıl devam eden bu uygulamaya 1860 yılında 1. Tanzimat ile son verilme girişimi olmuş, fakat gerçekleşememiştir. Cumhuriyet, Demokrasi ve Laiklik kurallarına geçiş ancak 1923 yılında Atatürk ve arkadaşları sayesinde sağlanabilmiştir. Bu gerçekleşme, tabii ki Atatürk’ün Kur’an’a olan hakimiyeti ve bilgisi sayesinde olmuştur. Dikkat edilirse, Hz. Muhammed nasıl Kur’an’a dayanarak devrimsel değişiklikler gerçekleştirmişse, Atatürk de bütün devrimsel yenilikleri, Kur’an temelinde gündeme taşımış ve gerçekleşmelerini sağlamıştır.
NOT: NÖVAK Vakfımızın kitaplarının gelirleri ile Eskişehir Tıp Öğrencilerine burs veriyoruz. Özel günlerinizde kitaplardan alır veya hediye ederseniz bize destek olur ve öğrenci sayımız artar: “DİN VE BEYİN”, “SON DAVET KUR’AN Tercümesi”, “KUR’AN KADINI KORUYOR”, “OKU! Konularına göre Kur’an ayetleri”, “KUR’AN’IN KULU KÖLESİ MEVLANA”, “TEVRAT VE İNCİL’DE ÖNCEKİ İSLAM”, “KUR’AN VE SON İSLAM”, “ALLAH İLE ANLAŞMAMIZ VAR” ve “ÖZDE DİNDAR, SÖZDE DİNDAR”