1900’lü yılların başları, Osmanlı ordusunun yaşadığı teçhizat ve personel sıkıntısı gün geçtikçe şiddetlenmektedir. O döneme kadar Anadolu ve Almanya’da yetiştirilebilen Türk tayyareci sayısı on üçtür. Ordunun, cephede çarpışan birliklere hava desteği verebilecek sahip olduğu toplam tayyare sayısı ise sadece dörttür.
Bu yokluklar içerisinde bile çocukluk hayallerinin önünde hiçbir şey duramamaktadır. Henüz yedi yaşındayken Galata Kulesi’ne ilk kez çıkan oğlan çocuğu, çocukluk heyecanları içerisinde güzeller güzeli İstanbul’u seyre dalmıştır. Mavinin boğaz sularında ıslanıp, İstanbul’un yeşilliğine vurup, gökyüzüne tırmandığı enfes manzaraya bakarken, birden kulenin yüksekliğini fark etmiştir. Bulunduğu yükseklik sanki göğüs kafesiyle karnının arasında bir yere dokunmuş ve tedirgin olmuştur çocuk kalbi. Hemen korkuluklara tutunmuştur güvende hissederek. İri çocuk gözlerinde Galata kulesinin merdivenlerini çıkan Hezârfen Ahmed Çelebi’yi canlandırmıştır. Onun hikâyeleriyle büyümüştür ne de olsa. Hezârfen’in günün birinde adımladığı merdivenlerden çıkmıştır o çocuk da kuleye. Herkes aynı merdiven basamaklarını kullanmıştır ama bir tek Hezârfen gibi bir deha, kuleden inmek için o merdivenleri kullanmak yerine kulenin tepesinden gökyüzüne kanat açmıştır. Zaten herkesin yaptığını yapanlar kuş gibi özgür olabilirler mi? Hezârfen’i hayal eden çocuk Galata kulesinde gökyüzüne erişir bir yüksekliktedir şimdi adeta. Kulenin tepesinde kulaklarında rüzgârın hafif ve tatlı uğultusu vardır. Hezârfen’nin şimdi onun bulunduğu bu yükseklikten bir kuş gibi Üsküdar’a nasıl süzüldüğünü hayal etmiştir. Kendini onun yerine koymuş, bir martı misali İstanbul semalarında yüzdüğünü hissetmiştir. O gün gökyüzü bir çocuğun kalbine dolmuş, hayallerine işlemiştir.
18 yaşına gelir gelmez, 1914 yılında, Tayyare Mektebi’ne (Okulu’na) başvurur. Ancak yaşı küçük olduğu için mektebe kabul edilmez. Karakterinde pes etmek yoktur. Hayallerine yani gökyüzüne yakın olabilmek için Makinist Mektebi’ni bitirir. Çok sevdiği tayyareleri daha yakından tanıma şansı bulur. Mezuniyetinin ardından, Birinci Dünya Savaşı’nda Bağdat Cephesi’nde makinist olarak görevlendirilir.
Makinistlerin görevi tayyarelerin bakımını en iyi şekilde yapmak ve tayyareleri uçuşlara en güvenli halde hazır etmektir. Genç gökyüzü sevdalısı da makinist olduğu için pilotlar gibi tayyareye binip gökyüzüne kavuşamamaktadır. 2 Şubat 1916 günü, sorumlu olduğu tayyareyi uçuş pilotları için her zamanki gibi özenle hazırlamıştır. Pilot Yüzbaşı Mehmet Ali Bey gelir uçağın yanına. Hevesli makinistin uçmak için nasıl büyük bir istek duyduğunu 2. Tayyare Bölüğü’nde bilmeyen yoktur. Yüzbaşı sevecen gözlerle bu genç makiniste bakar ve dudaklarında saklayamadığı bir tebessümle ‘Uçmak için hava ne kadar güzel değil mi?’ diye sorar. Hava pırıl pırıldır. Gökyüzünün sonsuz maviliği bir an önce tayyare havalansın da onu kucaklayabilsin diye güneşin tatlı ışıklarıyla gülümsemektedir adeta. Henüz hiç uçmamış olan makinist o tayyareyle havalanamayacağını bilmektedir. Yine de işine duyduğu sevgiyle ve başka bir gökyüzü aşığının sevdiğine kavuşacağını bilmenin mutluluğuyla, gülümseyerek bakmaktadır yüzbaşının gözlerine.
Uçağın başında hazır bekleyen makiniste iyice yaklaşan yüzbaşı “Bugün rasıdım (Gözetleyici. İki kişilik tayyarelerde makineli tüfekle savunma yapan kişi) Cemil Bey uçmak istemediğini söyledi” der. Genç makinist “Hemen bölük yazmanına haber vereyim de diğer rasıtlardan birini görevlendirsin kumandanım” diye cevap verir. Yüzbaşı sevecen bakışlarıyla makiniste doğru eğilerek iyice gözlerinin içine bakar ve “Ne yazık! Hâlbuki bugün için rasıdım olmak isteyeceğini düşünmüştüm” der.
Yedi yaşında Galata Kulesi’ndeki gibi, kalbi tatlı heyecanlarla dolmuş, taşmış, neredeyse yüzbaşının işiteceği bir sesle hızlıca çarpmaya başlamıştır. Titrek bir sesle dudaklarından “Ben mi?” sorusu zar zor dökülür. Yüzbaşı güçlü elleriyle genç makinistin omuzlarından tutar ve şöyle söyler “Haydi bakalım evlat, uçuyoruz.”
Tayyarenin güçlü motoru kükrercesine çalışır. Motorun ritmik bağırışları tekerlerin toprağa vedası için sabırsızlandığını gösterircesine şiddetlenmektedir. Arka koltukta oturan genç makinist motorun güçlü hareketlerinden mi yoksa ruhundaki gökyüzü aşkının devinimlerinden mi zangır zangır titrediğini ayırt edememektedir. Tek bildiği bir an önce gökyüzüne havalanmak için heyecandan parmaklarının bile uyuştuğudur. Pilotun işaretiyle kanatları tutan erler kendilerini yere atarlar. Güçlü bir sesle gürleyen motorun homurtularıyla tayyare bir ok gibi ileri fırlar. Karada zorla esir tutuluyormuşçasına özgürlüğüne doğru hızlanır, hızlanır, hızlanır. Genç makinistin sanki kanı heyecanında ısınmıştır, tüm hücrelerine bu sıcacık kanın aktığını hissetmektedir adeta. Yavaş yavaş tekerler ile toprağın arası açılmaya başladığında, hep istediği oyuncağı karşısında gören bir çocuğun içten gülümseyişi yayılmıştır yüzüne. Ve içinde neşeli kahkahalar çınlamaktadır. Sonunda yerden teker kesmiştir tayyare. Gökyüzüyle vuslat saati gelmiştir.
2 Şubat 1916’da ilk kez bir görev uçuşunda, engin gökyüzü selamlar genç makinisti. Birbirini uzaktan hayranlıkla izleyen sevdalılar sonunda kavuşmuşlardır. Kara gittikçe uzaklaşmakta, yerdeki şekiller küçülmekte, genç makinistin kalbi daha da büyük bir mutlulukla çarpmaktadır. Ancak birden tayyare bir yaprak gibi yalpalamaya başlar havada. Sanki koca tayyare havaya tutunmaya çalışmaktadır. Bir şeylerin ters gittiğini içinde hisseden makinist önündeki yüzbaşıya çevirir gözlerini. Yüzbaşının panik içerisinde yaptığı hareketlerde çaresizliği görür. Kalbinde kanat çırpan mutluluk, şimdi yerini dehşet verici bir endişe sızısına bırakmıştır. Burnu tamamen aşağıya dönen tayyare, gökyüzüne yükseldiği hızdan bile yüksek bir ivmeyle yere yaklaşmaktadır. Sert bir biçimde yere çarpan demir makine korkunç bir ses çıkartır. Saniyeler önce hayatının en mutlu anlarını yaşayan genç makinistin, daha ilk görev uçuşunda uçağı feci bir biçimde yere çakılmıştır. Havaya kalkan toz bulutu içinde susan motorun sesi ardından, ince bir sessizlik yayılır havaya. Enkaza koşan askerlerin sesleri belli belirsiz, sanki çok uzaklardan gelircesine duyulmaya başlar. “Koşun! Yüzbaşı Mehmet Ali Bey’in uçağı düştü.”
Neredeyse bir mucize eseri Yüzbaşı Mehmet Ali Bey ve genç makinist kazadan canlı kurtulur. Ancak ne yazık ki, bu tehlikeli kaza sonucu Yüzbaşı sağ bacağını kaybeder. Bu değerli ve önemli tayyareci bir daha kanat açamayacaktır gökyüzüne. Yüzbaşının durumuna çok üzülen genç makinist, hem psikolojik olarak etkilenir bu vahim kazadan, hem de bel bölgesinde meydana gelen sakatlık ömür boyunca hareketlerini kısıtlayacaktır. İlk görev uçuşunda böylesi kötü bir kazanın travması ağır gelir bu genç yüreğe. Ama öylesi sevmektedir ki gökyüzünü, ne belindeki sakatlık ne kalbine yerleşen korku hayallerinin önünde duramaz. Uzun süren tedavisi ardından yine uçak hangarlarında tayyarelere bakım yapmaya başlar.
Pilot eğitimi için defalarca başvuru yapar ancak kazada yaşadığı travma ve sakatlık durumu bilindiğinden devamlı ret cevabı alır. O ise tüm çalışkanlığı ve hevesiyle tayyarelerin bakımı için çalışmaya ve uzaktan da olsa hayaller kurarak gökyüzünü seyretmeye devam eder. Ne gökyüzü aşkından, ne hayallerinden asla vaz geçmez, kararlıdır. Dokuzuncu başvurusu ardından Yeşilköy Tayyare Mektebi’ne pilot eğitimi görmek üzere kabul edilir en sonunda. Okula adeta koşarak gider ve hemen kayıt yaptırır. Yaşadığı travmatik kazanın etkilerini atlatmak belki de okuldaki en zor sınavıdır. O kâbus gibi ve kan kokan, her düşündüğünde acı ve dehşetle içini titreten olayın, zihinsel olarak üstesinden gelmek hiç kolay değildir. Üstüne üstlük belindeki sakatlık da her hareketinde kendisini acıyla hatırlatmaktadır. Ama uçma aşkı öylesine güçlüdür ki, gökyüzü öylesine güzel ve davetkâr bakmaktadır ki ona, her zorluğu aşar her korkunun üzerine gider. Küçücük bir çocukken Galata Kulesi’nin korkuluklarının verdiği güveni hisseder, yüreğindeki uçma sevgisinin verdiği sıcaklıkta. O gün Galata Kulesi’nde o korkuluklara tutunduğu gibi, ömrü boyunca içindeki uçma ve vatan sevgisine tutunacaktır hep. Ve çetin mücadelelerle dolu hayatında, karşılaştığı her zorluğu, her imkânsızlığı da adeta uçarak geçecektir, gönlünde taşıdığı bu iki sevginin verdiği kanatlarla.
1917 yılının sonbaharı gelmiştir. Bitmek bilmez çalışkanlığı, gözlerinde parıldayan hevesiyle okulda herkesin taktirini toplayan bu vatan sever genç uçakların yanında arkadaşlarıyla sohbete dalmıştır. Vatanın durumundan, tayyarelerle savaş alanlarında yapılabileceklerden heyecanla bahsetmektedirler. Bir arkadaşları ismini bağıra bağıra yanlarına gelir koşarak. Bir yandan soluklanmaya çalışırken bir yandan dudaklarından şu kelimeler dökülür “Veli Bey… Veli Hoca… Seni çağırıyor.” Arkadaşının sözleri daha tam bitmeden, mektebin ana binasına doğru hızlı adımlarla uzaklaşmaya başlar. Göreve çağırılıyor olma olasılığı bile kalbini kanatlandırmıştır. İkinci katta bulunan Veli Bey’in odasının kapısındadır şimdi. Kalbi gittikçe daha hızlı çarpmaktadır. Heyecanından adeta buharlaşan derin bir nefes verirken kapıyı çalar. Veli Bey’in “Giriniz lütfen” sözleri ardından içeri girer. Topuklarını birbirine sertçe vurarak esaslı bir asker selamı verir. “Beni emretmişsiniz.”
Veli Bey önce yanında oturan Yüzbaşı Şükrü Bey’i tanıtır. Ardından sözlerine devam eder “Şükrü Bey bir süre sonra rasıt kursunu tamamlayacak ve kumanda ettiği bölüğüne geri dönecek. Aldığı emir gereği bölüğünde açılan kadro boşluğuna yeni bir kişi atanması lazım.” Zaten heyecandan kalbi yerinden fırlamak üzere olan öğrenci nefesini tutar. Bu sözler tek bir şeye işaret etmektedir: bir görev emri almak üzeredir. Yüzüne yayılan gülümsemeye engel olamamaktadır. Diğer yandan bu imkânsız diye geçirir aklından çünkü henüz resmiyette tayyareci olmamıştır. Bu garip ikilemde kumandanını daha da can kulağıyla dinlemeye çalışır. Veli Bey sözlerine ağır ama seçkin dil kullanımıyla devam etmektedir “Durum şöyle, Şükrü Bey sizin isminizi ve başarılarınızı çok duymuş. Sizi uçarken de izlemiş. Bunun sonucunda, bölüğüne sizi göndermem için benden ricada bulundu. Sizde kabul ederseniz, tayininiz için gerekli işlemleri başlatacağım.” İşte sonunda olmuştur. Canından çok sevdiği vatanına, tüm ruhuyla aşık olduğu göklerde hizmet edebilecektir.
Şükrü Bey sessizce ve yüzünde hoş ama abartısız bir gülümseyişle izlemektedir bu hevesli ve yetenekli genci. Genç meslektaşının gözlerinden okuduğu mutluluğu gördükçe o da mutlu olmaktadır. Ömrü boyunca beklediğine aniden kavuşmanın verdiği heyecan fırtınasından ağzı kuruyan genç tayyareci, içinden taşan sevinci gizlemeye çalıştığı sesiyle “Beni maruz görünüz efendim ama görev yerimi öğrenmek istesem terbiye sınırlarını aşmış olur muyum? Aileme de bu güzel haberi vermek isterim” diyebilir mahcup bir şekilde.
Şükrü Bey masası başında oturan Veli Bey’le göz göze geldikten sonra, gözlerini genç tayyareciye çevirir ve sorusunu cevaplar: “Ailenize 7. Tayyare Bölüğü’nün bir mensubu olarak, Kafkas Cephesi’ne Ruslarla savaşmak ve vatan vazifenizi bu şekilde ifa etmek üzere gittiğinizi söyleyebilirsiniz. Bir hafta sonra Sivas’a doğru yola çıkıyoruz. Hazırlıklarınızı buna göre yapınız. Allah yardımcımız olsun, Vecihi Bey.”
7. Tayyare Bölüğü’ne atanmasıyla pilotluğa ilk adımını atan Vecihi Bey henüz üç yaşındayken babası Ali Feham Bey’i kaybetmiştir. Soyadı Kanunu çıkmadan önce Vecihi Bey babasından dolayı Vecihi Feham olarak adlandırılır. 1930’lu yıllarda bitirdiği uçaklara “Vecihi Kartal” ismini ve imzasını koyar. Soyadı Kanunu çıktıktan sonra bir dönem soyadı “Türküş” olarak kayıtlara geçer. Ancak 1949’da soyadını “Hürkuş” olarak düzelttirir. Ve günümüzde, bu çok değerli vatansever pilotumuzu Vecihi Hürkuş olarak tanırız. Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarında gösterdiği üstün askeri başarılar, kazandığı kırmızı şeritli İstiklal Madalyası, Cumhuriyet döneminde zor şartlara ve çeşitli engellere karşın tasarlayarak ve üreterek imzasını attığı “Vecihi” serisi uçaklar, ülkedeki ilk hava yolları uçuşlarını başlatması, kendisinin kurduğu ilk Türk sivil havacılık okulu Vecihi Sivil Tayyare Mektebi ve geleceğimize yetiştirdiği öğrencileri, yazdığı ‘Vecihi Havada’ kitabı, çıkarttığı ‘Kanatlılar’ dergisi, kendi gücüyle satın aldığı uçaklarla yaptığı zirai ilaçlama uçuşları, Maden Tetkik Arama Enstitüsü’ne Güneydoğu Anadolu’da toryum uranyum fosfat arama uçuşlarında yardımcı olması, THY’nin uçamadığı yerlere uçuşlar yapması, milli üretime adadığı hayatı ve ülkesi adına, insanlık adına sayılamayacak kadar çok fikri, projeyi hayata geçirmesiyle Vecihi Hürkuş tarihin en önemli havacılarının başında gelmektedir. Yaşadığı tüm olumsuzluklara ve engellemelere rağmen, Cumhuriyet tarihimizde ve havacılık tarihinde ‘ilk’lerin hep Vecihi Hürkuş ile gerçekleştiğini görürüz.
1917 yılının sonbaharının kışa çalmaya başladığı zamanlarda, iki günlük yorucu tren yolculuğun ardından Yüzbaşı Şükrü Bey ve gedikli er Vecihi Bey Kafkas Cephesi’ne varmışlardır. Sivas’ın o meşhur ayazı daha trenden iner inmez iliklerine işlemiştir. Doğa koşullarının insanoğluna çaresizliğini en yüksekten anlattığı o coğrafyada, Ruslara karşı gökyüzünde mücadele vermeleri gerekmektedir. Vaziyetleri iyi olmasa da işler durumda olan sadece iki tayyare ve kendileriyle beraber toplam beş tayyareci vardır bölüklerinde. Makinist sayısı ise sadece ikidir. Doğanın hiç durmadan yüzlerine üflediği vahşi soğuk tenlerini ısırırken, bir yandan da eldeki yetersiz olanaklarla vatanı savunacaklardır. Öyle bir uçmak sevgisidir ki Vecihi’nin kalbinde atan, her gün o jilet gibi kesen soğukta, Allah’a emanet, eski tayyarelerle her görev uçuşuna gözünü bile kırpmadan, çocukça bir sevinçle gider. Tayyaresine her binişinde, Galata kulesinin basamaklarını adımlayan o çocuğun heyecanlı gülümseyişi parlamaktadır yüzünde. Vecihi Kafkas Cephesi’nde Rus tayyaresi düşüren ilk pilot olarak tarihe geçer. Ardından gerçekleştirdiği başarılı görev uçuşlarıyla, düşmanın bile taktirini kazanan bir tayyareci olur. Düşman askerleri Vecihi ismini saygıyla anmakta ve aynı derecede kendisiyle karşılaşmaktan büyük korku duymaktadırlar. Nasıl ki Vecihi’nin gökyüzünde yayılan motor sesini duyduğunda düşman titremeye başlıyorsa, Türk askeri de Vecihi’yi gökyüzünde gördüğü anda güven dolar yüreğine. Vecihi görev uçuşlarıyla düşmana önemli darbeler vururken, bir yandan da çok zor şartlarda mücadele veren Türk askerine moral olmakta, umut vermektedir.
Vecihi’nin kullandığı tayyare iniş için alçalmaya başlar. Rasıdı Yüzbaşı Şükrü Bey’le birlikte, yine zaferle bir görevden dönmektedirler. Gülen gözlerle, saygıyla, gururla tayyarenin inişini izleyen askerler toplanmıştır alana, Vecihi ve Şükrü beyleri karşılamak üzere. Tam uçaktan inmiş tebrikleri kabul ederek ilerlerken, tayyarecilere koşar adımlarla karları ezerek gelen bir Mulazim-i Sani (Teğmen) yaklaşır. Genç teğmen “Gedikli er Vecihi Bey?” diye seslenir. Vecihi’nin “Buyurunuz” cevabı üzerine “Kumandanım size bilakis selamlarını ve taktirlerini iletmemi rica ettiler” der. Vecihi Bey de kumandana hürmetlerini iletmesini ricada bulunur. Bunun üzerine genç teğmen devam eder “Kumandanım sizleri akşam yemeğinde ağırlamak ve tanışmak isterler.” Şükrü Bey rütbesinin de verdiği güvenle sorar “Kimdir sizin kumandanınız?” Genç teğmen gülümser “Kendisi Osmanlı ordusunda misafirdir. Başarınız ve cesaretiniz kendisini çok etkilediğinden, sizinle tanışmak ve taktirlerini sunmak istemektedir.” Şükrü Bey sorusunu tekrarlar “Kumandanınız kimdir?” Teğmen yanıtlar “Binbaşı Nogales Bey.”
Şükrü Bey bu beklenmedik isim karşısında şaşkınlıkla sorar “Nogales Bey mi? Nereden misafir kendisi?” Tane tane anlatmaya devam eder Teğmen “Kendisi Enver Paşa’nın Osmanlı ordusunda özel misafiridir. Kabalık etmek istemem ama arzu ederseniz, kendisi tüm sorularınızı bizzat yanıtlamaktan mutluluk duyacaktır.” Aslında davet Vecihi Bey içindir ama o saygısızlık etmekten kaçınarak ve askeri nezaket kuralları çerçevesinde Şükrü Bey’e bakar. Şükrü Bey’den olumlu işareti alınca teğmene dönerek “Büyük memnuniyet duyarız. Saat kaçta ve nerede olmamız gerekiyor?” diye sorar. “Saat sekizde subay yemekhanesinde.” diye cevaplayan Teğmen selamını verdikten sonra uzaklaşır.
Şükrü Bey daha sonra mazeret bildirerek yemeğe katılamayacağını iletir. Vecihi er olması nedeniyle biraz ürkek adımlarla subay yemekhanesinden içeri girer. Karşıdan kendisine yaklaşan genci hemen tanır. Sabah kendisine haber getiren teğmendir kendisi. Teğmen gülümser bir ifadeyle “Hoş geldiniz Vecihi Bey” diyerek karşılar kendisini ve salonun köşesindeki bir masaya kadar eşlik eder. Selamını verdikten sonra ayrılır. Masada oturan adam Vecihi Bey’i görür görmez sigarasını söndürür ve ayağa kalkarak samimiyetle tokalaşmak için elini uzatır. Dostça bir tokalaşmanın ardından Vecihi’yi itinayla masaya buyur eder. Ardından aksanlı Türkçesiyle söze başlar “Lütfen kendimi taktim etmeme izin veriniz. İsmim Rafael Nogales de Mendez. Binbaşı Nogales. Venezüella vatandaşıyım ve bu topraklara ayak basan ikinci Venezüellalıyım.” Vecihi “Memnun oldum efendim” diye karşılık verir.
Binbaşı devam eder “Dün elde ettiğiniz başarının namını duydum. Benim gibi son üç seneyi cephede kan ve barut kokusu altında yaşayan ve askerin moral durumunu bilen biri için bu hava zaferinin çok ayrı bir önemi olduğunu bilmelisiniz. Siz cesur havacıların kazandığı başarılar, siperlerde günlerini tüketen vatan evlatları için büyük moral kaynağı oluyor.”
Vecihi bu kelimeler karşısında kulaklarına inanamıyordu. Karşısında oturan insan haritada yerini bile gösteremeyeceği, dünyanın öbür ucundaki bir ülkeden Anadolu’ya gelmiş, Osmanlı ordusu için savaşıyor. Bu da yetmezmiş gibi bir de kendi milletinden olmayan askerlere ‘vatan evlatları’ diye hitap ediyordu. Paralı bir asker için bu kelimeler fazla yapmacık duruyordu. Göklerde olduğu kadar konuşmalarında da cesurdu Vecihi ve rütbesi kendisinden çok yüksek olmasına karşın karşısındaki insanın içten ve rahat tavırlarına da güvenerek sordu “Açık konuşabilir miyim?” Binbaşının “Açık konuşmanız için engel omuzlarımdakiler ise, onları hemen sökebilirim” şeklindeki sempatik kelimelerinden sonra iyice güven dolan Vecihi, lafını esirgemeyen tabiatıyla devam etti “Paralı bir asker için ait olmadığı bir coğrafyanın topraklarını vatan olarak görmek sizce de abartılı değil mi?”
Bu sözler karşısında Binbaşı Nogales’in gözleri buğulandı. Gülümseyişini eksik etmemeye çalışsa da bu kelimelerin içini acıttığı belliydi. Suskunlaştı. Ardından tekrar Vecihi’ye dönerek “Paralı asker olduğumu nereden çıkarttınız? Erken kararlar vermek sizi yanlış yerlere sürükleyebilir Vecihi Bey. Böyle durumlarda soru sorup anlamaya çalışmak en iyisidir” dedi.
Vecihi şaşkınlıkla duraksadı. Dünyanın öbür ucundan savaşın, vahşetin ortasına ne için gelirdi ki insan? Binbaşının buğulu gözlerinden ve hassas kelimelerinden sebebin para olmadığını gayet iyi anlamıştı. Nedeni aşk mıydı acaba? Hemen merakla sordu Vecihi “Buraya geliş hikâyenizi çok merak ediyorum. Rica etsem bahseder misiniz efendim?”
Oldukça zeki ve entelektüel bir insan olan Nogales, kulağa sempatik gelen Türkçesiyle hikâyesini uzun uzun anlattı Vecihi’ye. Vecihi dinlediği yaşam hikâyesinden etkilenmiş olmasına rağmen halen meraklı gözlerle bakıyordu Nogales’e. “Anlattıklarınız çok etkileyici ancak halen aradığım cevabı bulamadım” dedi nezaketle. Bu defa Binbaşı, Sofya’da tanıştığı iki adamın bu kararında özellikle nasıl etkili olduğunu hikâyesiyle anlattı. Vecihi dinlediği hikâyeden ve daha önce genç teğmenden Nogales’in, Enver paşanın misafiri olduğunu duyduğu için sordu “Yani sırf Enver Paşa’nın size karşı sıcak tavrı sebebiyle mi buradasınız? Çok kolay ikna edilmişsiniz gibi görünüyor. Tabii eğer tek neden buysa.” Binbaşı Nogales kibarca önceki sözlerinin altını çizdi “Size bir kişiden daha bahsetmiştim.” Vecihi hızlıca sordu “Evet kimdi o diğer kişi?” Nogales devam etti “Askeri Ateşe. Ben kendisini tanıdığımda binbaşıydı. Şimdi sanırım Yarbay olmuştur. İsmi Mustafa Kemal.”
Vecihi daha da meraklanmıştı. “Sizi bu kadar etkileyen ne oldu?” diye sordu binbaşıya. Nogales adeta gözleri parıldayarak sözlerine başladı “Onun düşünceleri… Onun düşünceleri diğerlerinden çok farklı. Bizimkisi kısa bir sohbetti. İnsana, doğaya, vatan ve millet kavramlarına çok farklı bir bakış açısı var. Çok zeki ve bir o kadar bilgili biri. Ruhumu adeta avuçlarının arasına aldı ve o kısa sürede şekillendirerek tekrar aldığı yere bıraktı. İşte o an, böyle bir insanın hizmet ettiği bir orduya dahil olmanın bana çok şey katacağını düşündüm. Bir yerde onu örnek aldım da diyebiliriz. Askerimi öz evladım gibi sevdim. Ermeni ve Rusların saldırdığı toprakları Venezüella toprağından ayırt etmedim ve savundum.”
Binbaşı sözlerini bitirdiğinde Vecihi’nin değişen yüz ifadesini gülümseyerek süzdü ve sözlerini noktaladı “İşte benim hikâyem bu.” Vecihi ve Nogales çok iyi dost olmuşlardı. Dışarıda usul usul kar yağarken, sabaha kadar sohbet ettiler. Tarih, dinler, siyaset, insanlık ve birçok konu hakkında konuştular. Sabahın ilk ışıklarıyla mektuplaşmak ve tekrar görüşmek üzere birbirlerine söz vererek vedalaştılar.
Vecihi Hürkuş unutulmaması gereken kahramanlarımızdan bir tanesidir. Hiçbir zorluk karşısında yılmayan, her engellemeye kafa tutan ve çalışmaktan asla vaz geçmeyen bu gökyüzü aşığı insan bir yıldız misali parlamaktadır insanlık tarihinde. Vecihi Hürkuş’un kendi kelimeleriyle yazımı sonlandırmak istiyorum.
“Gezdiğim yabancı ülkelerde nasıl havacılığa başladıklarını nasıl atölyeler yaptıklarını çok iyi biliyordum. Her şeyden önce milli inanç ve teşvik bu yoldaki başarının tek çaresiydi. Ben de muvaffak olmak için buna muhtaçtım. Elimizden alınamayacak tek özgürlük tavrımızı seçme özgürlüğüdür. Ben Vecihi Hürkuş, bundan 88 yıl önce ülkemi kanatlandırarak soyadımı hak ettim. Benim özgürlüğüm milli bağımsızlığa tek yolun milli üretimden geçtiğine olan inancıma ömrümü vakfetmekti. Çünkü başkalarının kanatlarıyla uçmaya çalışanlar ‘Hürkuş’ olamazlar.”
Not: Bu yazımı yazarken ana kaynak olarak, Orhan Bahtiyar’ın “Vecihi – Kara Tehlike” kitabından yararlandığımın altını çizmek isterim. Vecihi Hürkuş’u anlatan, Orhan Bahtiyar’ın kaleminden bu çok değerli eseri okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
8 yorum
Bu önemli konuyu, vatan kahramanlarından olan Vecihi Hürkuş büyüğümüzü çok güzel anlatmışsınız. Teşekkürler. Başka bir yazıda, Nuri Demirağ’ın öyküsünü de yazmanızı dileriz..
Yorumlarınıza teşekkür ediyorum sayın hocam. Bahsettiğiniz bir diğer büyüğümüz Nuri Demirağ’ı da yazmak niyetindeyim.
Aklınıza, kalbinize ve kaleminize sağlık sevgili dostum. Keyif alarak okuduğum ve çok şey öğrendiğim bir başka enfes bir yazınızdı. Teşekkürler.
Değerli dostum çok teşekkür ediyorum. Beğenerek okuman çok mutlu etti beni.
Yine çok keyifli ve öğretici bir yazı olmuş hocam elinize sağlık. Teşekkürler.
Sevgili Büşra çok teşekkür ediyorum güzel görüşlerine.
Bilgi dolu ve akıcı üslubunuz ile kaleme aldığınız çalışmanız için teşekkür ederim.
Sayın Saraçoğlu, nazik sözlerinize çok teşekkür ederim.