Barış, insanın kendi kendiyle barışık olmasını içeren bireysel, daha sonra ailesel ve nihayet toplumsal ve evrensel bir ihtiyaçtır. Ancak binlerce yıllık insanlık tarihine baktığımızda sürekli çatışma, kriz ve savaş içinde olan ve adalet kavramlarının ayaklar altına alındığı huzursuz bir dünyada görmekteyiz. Bu durumun nedenlerine baktığımızda hem çok basit hem de çok karmaşık olabilmektedir. Çünkü savaş ve barışa karar veren insanoğlu, dünyanın en karmaşık biyolojik, kimyasal ve ruhsal yapısına sahip bir varlık olarak canavarlaşan bir moda dönüşüp yaşadığı gezegeni rahatlıkla yaşanmaz bir hale getirebilmektedir.
Yeryüzünde, Kur’an-ı Kerimde de geçtiği gibi kutuplaşmanın, kavga ve katliamın ilk temeli Habil ve Kabil arasındaki çatışmaya dayanmaktadır. Hz. Âdem’in (AS) oğlu Kabil bu kutuplaşma teorisi ve pratik hayata geçmesini sağlayan ilk insan, ilk kan dökücü, ilk bozguncu tabiri caizse günümüze kadar Gelen Hak ve Batıl, adalet ve zulmün menfi tarafındaki fikir babası ve ilk kurucusu olarak kabul edilmektedir. Yani sözde adalet ve huzurun sağlanması iddiası ile kurulan örgütlenmenin fikir babası diyebiliriz. Kur’an-ı Kerimde Bakara süresinde böylelerin ruh hali çok güzel bir şekilde vurgulanmaktadır. Kendilerine: “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” dendiği zaman, “Bizler sadece ıslah edicileriz( barış ve esenlik getiricileriz)” derler. Dikkat edin! Onlar bozguncuların ta kendileridir; fakat bunun farkına varmazlar. (Bakara 11-12)
19. Veya 20. yüzyılda temeli atılan ve günümüzde de varlığını sürdüren ve çok etkin olan en önemli iki kuruluşu görmekteyiz. Birisi, ayın konusu olarak belirlenen asıl konusu olan ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) 24 Haziran 1948’de Berlin ablukasını başlatmasına karşı bir yanıtı olarak kurulan ve üyesi olan bir devlete, üye olmayan bir devlet tarafından herhangi bir saldırı gerçekleştirdiğinde, üyeler ortak bir şekilde savunma yapmak olarak belirten 4 Nisan 1949’ da kurulan NATO (North Atlantic Treaty Organization ), diğeri ise 24 Ekim 1945’te kurulmuş ve kuruluş amacı olarak; “Dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslararasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak için kurulan uluslararası bir örgüttür.” diyerek ilan eden Birleşmiş Milletlerdir(United Nations). BM kendini; “adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluş!” olarak tanımlamaktadır. NATO’nun merkezi Belçika’da, BM ise ABD’dir.
Birleşmiş Milletler örgütünün kuruluş amacı ve yeryüzünde günümüze kadar olan süreçteki kirli karnesi elimizde güncelliğini korumaktadır. BM’nin bir haçlı organizasyonu olmadığını ispatlatacak hiçbir iyi ve adil faaliyetine şahit olmadığımız gibi yeryüzünde Siyonizm’in kuklası sadık ve uslu bir kölesi olduğu da inkâr edilemez bir gerçek olarak faaliyet raporu ile karşımızda durmaktadır.
Asıl konumuz olan NATO’ya dönelim. Türkiye, 18 Şubat 1952’de NATO’ya katıldı. Türkiye’nin NATO’ya katılma amacının öncelikli olarak ülke bütünlüğü ve bağımsızlığını korumak amacıyla NATO’ya üye olmuştur. Ayrıca güvenlik kaygılarına ek olarak Türkiye’nin modernleşme ve batılılaşma düşüncesi de NATO’ya üye olmasında önemli etkiye sahip olduğu ileri sürülmüştü. Türkiye’nin NATO’nun kuruluş sürecinde örgütün dışarında bırakıldığını görüyoruz. Ancak 1950’li yılların başından itibaren ABD’nin dikkatini Ortadoğu’ya çevirmesi, Türkiye’nin Kore savaşında yaptığı fedakârlık ve sahip olduğu coğrafyanın Batı açısından taşıdığı önem ve ABD’nin, bulunduğu jeopolitik açısından ülkemizde üs oluşturma arzusu NATO’ya kabulünde en büyük etkenler olmuştur.
Türkiye, 1940’ların sonu ve 1950’lerin başından itibaren ekonomik işbirliğinin yanı sıra güvenlik anlaşmaları ve kaygılarıyla Batı Avrupa’nın demokratik devletleri ve kuruluşları ile ilişki kurmaya başlamıştır. Fakat bu nedenlerin yanında en büyük nedeni Türkiye’ye yönelik Sovyet tehdidi ve batının bu tehdit karşısında güvenli bir sınır oluşturma amacı veya tabiri caizse Sovyet tehdidi karşısında Türkiye’yi bir mayın tarlası ve kendi topraklarında herhangi bir çatışmanın yaşanmaması için ilk cephe olarak kullanma fikri bu üyelik kabulünde en büyük etken olduğunu iddia etmek çokta yabana atılacak bir fikir olmadığını öncelikle belirtmek isterim. Bunu batının Türkiye’yi Sovyet tehdidi karşısında ilk cephe savaşı alanı olarak görme amacı, Türkiye’nin ise NATO’ya üye olma isteği Sovyet tehdidinden kaynaklandığı kadar batılı ve modern bir ülke olma arzusundan da etkilendiğini şeklinde özetleyebiliriz.
Soğuk Savaş sonrası kurulan yenidünya düzeni veya Küresel Ekonomik Sistem çok uluslu şirketlerin eseridir. Sonuçta NATO, BM, Avrupa birliği ve çoğu yapılanmalar bu şirketlerin hedeflerinin gerçekleşmesi ve çıkarlarının korunması amacı güden birer örgüt veya diğer tarifle oyuncağı misyonuna hizmet eder hale gelmiştir. Dolayısıyla dünya düzenin sağlanması, adaletin, barışın ve huzurun sağlanıp katliamların durdurulması ve bu uygulanırken din, ırk, devlet, renk kavramlarının yerinin olmadığı ve insan olmanın bunlar için yeterli olduğu felsefesi ön plana çıkaran teşkilatlara ihtiyaç vardır. Günümüz dünyasında batı, doğu, kuzey ve güney de ideolojik arka planı olan örgütler sağlayamamaktadır ve sağlamak istememektedirler
Günümüzde ise Amerika Birleşik Devletlerinin, ülkemize uyguladığı ambargolar, Yunanistan ile olan ilişkiler ve o bölgede ( büyük olasılıkla Ülkemize karşı) üs kurma ve yerleşme yolundaki adımları, Türkiye’den uzaklaşarak Avrupa üzerinde yoğunlaşmaya Avrupa devletlerinin güvenliğine ve birliğine daha fazla dikkat vermeye başladığını görüyoruz. Ayrıca Batı ve ABD’nin Ukrayna- Rusya savaşındaki tavrı NATO’nun günümüz felsefesinin gelmekte olan fırtınanın ayak oyunlarının birer parçası olduğunu ve güvenilmez bir noktaya doğru yol aldığını söylemek mümkündür.
Bugün Ortadoğu, Uzakdoğu ve Ukrayna’da yaşanan dramı, akan kanları ve gözyaşlarını sonlandırma gücünde olan BM ve NATO üç maymunu oynaması, geçmişte Batının göbeğinde yaşanan Bosna-Sırp savaşında yaşanan soykırım sürecinde Sırpların yanında yer alarak veya seyrederek katliama sessiz kalması Kabil döneminde temeli atılan felsefenin daha şiddetli ve olgunlaşarak devam ettiğini göstermektedir. Ama teorik olarak hala yeryüzünde huzurun barışın sağlanmasını amaçladıklarını dile getirmekten çekinmemektedirler. Yani Kur’an’ın ifadesi ile bu örgütlere adil olun, katliamları önleyelim, dünyayı barış ve huzurun hâkim olmasını sağlayalım, ‘dünya 5’ten’ büyüktür denildiğinde bütün görülen tabloya rağmen biz ancak ıslah edicileriz demekten çekinmemektedirler.
Çağımızdaki birlik ve ittifakların çoğu sanal hedeflere dayalıdır ve bir kısım üyelerin ulusal menfaatlerine hizmet eden bir organizasyon olmaktan öteye gidememektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç sonuçları üzerine bina edilmiş ve daha büyük savaşları önlemeye yönelik gerçekçi bir ittifak olan NATO, bugün ABD’nin ulusal çıkarlarının öne çıktığı bir kuruluş haline gelmiştir.
Sadece Irak’ta 500 bin çocuk olmak üzere 2 milyon insanın öldürüldüğünü gördük. Hiroşima’da bundan daha az insan ölmüştü. Elde edilenler bu bedele değer mi? Diye sorulduğunda batılı bir siyasetçinin bu soruyu bu zor bir soru. Ama evet; elde edilenlerin ödenen bedele değdiğini düşünüyoruz diye yanıtlaması, özellikle yönetim ve etkili makamlardaki batılı insanın büyük kısmının olaylara bakışını net olarak yansıtması çok korkunç değil mi?
Bugün dünya tarihte hiç olmadığı kadar huzursuz, yeryüzü güvensiz ve insanoğlu mutsuzdur. Dünya tarihinde belki bugün olduğu gibi adaletsizliğin ve hukuksuzluğun hâkim olduğu korkunç bir tarihi süreci yaşamamıştır. Yeryüzü hiç bu kadar güvensiz bir gezegen haline gelmemiştir. Belki bugün özetle dünyada huzuru, barışı sağlama iddiası ile kurulan teşkilatların bir sonucudur diyebiliriz. Yüzlerce ülke ile ilgili alınacak kararların beş daimi üye ülkenin iki dudağı arasında olması nasıl hukuk ve adalet olabilir veya yerine getirebilir. Alınan kararlar veya yaptırımlar İsrail gibi bazı ülkelere uygulanmaz veya uygulama gücü ve isteği yok iken bazı ülkelere ise kan kusturulması bunun en güzel örneğidir. Yine NATO üyesi olmasına rağmen uygulamada farklılıkların olması veya duygusal tarafçılığın hâkim olması barışı ve güvenliğin korunması adına nasıl güven oluşabilir.
Sonuçta NATO, BM, Avrupa birliği ve çoğu yapılanmalar bu şirketlerin hedeflerinin gerçekleşmesi ve çıkarlarının korunması amacı güden birer örgüt veya başka bir tarifle oyuncağı ve misyonuna hizmet eder hale gelmişlerdir. Dolayısıyla dünya düzenin sağlanması, adaletin, barışın ve huzurun sağlanıp katliamların durdurulması ve bu uygulanırken din, ırk, devlet, renk kavramlarının yerinin olmadığı ve insan olmanın bunlar için yeterli olduğu felsefesi ön plana çıkaran teşkilatlara ihtiyaç vardır. Günümüz dünyasında batı, doğu, kuzey ve güney de ideolojik arka planı olan örgütler bunu sağlayamamaktadır ve sağlamak istememektedirler.
Türkiye geçmişte olduğu gibi yeni yüzyılda da misyonuna uygun olarak bu yeni yapılanma karşısında dünya barışına katkı sağlayacak, kimsesizlerin kimsesi olacak dış politika ve kendi menfaatini zedelemeyecek akıllı, desteklenebilir ve olumlu sonuçları olacak politikalar üretmek ve ülkelerle olan ilişkilerini dünyanın huzurunun sağlanması, taraf olarak değil insanlığın ve ezilenlerinde tarafı olarak belirlemek zorundadır. Bu büyük ülke olmanın ve dünya huzurunu ve önce insan felsefesini benimseyen ülkemizin önceliği olmalıdır.
Günümüz insanlığı dünya daha yaşanmaz bir hale gelmeden yeni NATO’lara BM’lere ihtiyaç duymaktadır. Bunu da ancak bütün insanlığa adaleti sağlayacak, inanç, renk, dil, din ayrımı gözetmeyecek ve referansı İslam veya gerçekten adalet olan teşkilatlanmalara ihtiyaç vardır. O zaman katliamlar durdurup gözyaşları kesilip yeryüzünde huzur ve adalet sağlanıp her insanın rahatlıkla huzur içinde yaşayabildiği bir gezegen hale gelebilir.