Bir nesil düşünün; üç-beş yaşlarında, evin kapısı çalındığında annesinin “annem evde yok deyiver” sözleriyle tanışmış. Yalan söylemeyi normal sanmış. Okulda kopya çekmeyi matah sanmış. Üniversitede kuyruklara kaynak yapmayı bellemiş. Çalıntı sorularla üniversite sınavını kazanmayı içine sindirebilmiş. Liyakat onun için ne ki… Tavassutla, torpille, hiç liyakati olmasa da bulduğu her işe de girer. Hiç liyakati olmadığı halde, belirli grubun ya da partinin içinde kalmak kaydıyla yükselir de yükselir.
İyi de biz ne zaman böyle olduk, ne zaman bozulduk? Cumhuriyetin ilk yıllarında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, torpil olur diye oğlu Can Yücel’in sınıf arkadaşı Gazi Yaşargil ile yurt dışına gitmesine, dönemin Başbakanı Adnan Menderes, sırf söz olur diye oğlunun (ki liyakatleri olduğu halde) Dışişleri Bakanlığına girmesine engel olmuşlarken, seksenli yıllara gelindiğinde Turgut Özal döneminde, “benim memurum işini bilir” sözleriyle toplumumuzdaki dejenerasyon ve yozlaşma artarak hız kazanmıştır.
Anadolu liseleri, özel okullar, askeri liseler, üniversite, hatta KPSS sınavlarında bile sorular ÖSYM’den çalınarak, sınav öncesinde belli öğrencilere dağıtıldı mı? Dağıtıldı! Sınavlarda, çalıntı sorularla sistematik olarak yine bizden olan bazı gençlerimiz, doğrusu kul hakkı yiyerek hiç hak etmedikleri okullara, üniversitelere, askeri okullara, hiç üzülmeden kayıtlarını yaptırabildi mi? Maalesef evet!
Liyakat ülkemizde daha çok özel sektörde geçerli olan bir kavram. Firmalar, şirketler, fabrikalar liyakati olmayanı asla işe almazlar. Çok yüksek tavassutlarla işe aldıklarını da daima kenarda kıyıda önemsiz işlerde tutarlar.
Kamuda ise liyakat sorunu çoğu zaman iktidarlara yakın olan tarikatlardan, dernek ve vakıflardan alınan torpillerle kolayca bertaraf edilmektedir. Yüksek ve önemli görevlere, kendi programlarının uygulanabilmesi için iktidara yakın görüşte olanların tercih edilmesi normal karşılanır. Ancak binlerce memur, öğretmen hatta polis alımlarında bile liyakat dışı bazı özelliklerin aranması hiç normal değildir. Yazılı sınavlarda çok yüksek puan alanlar, mülakat denilen sözde sınavlarla maalesef sizden, bizden ayrımı yapılarak kolayca ekarte edilebiliyorlar.
Gelişmiş Batı toplumlarında en önemli kabahatler, yalan söylemek ve vergi kaçırmaktır. Hele hele liyakati olmayanı asla işe almazlar. Yurdumuzda iyi eğitimli, iyi üniversitelerden mezun olmuş, yabancı dil bilen pek çok zeki gencimiz, Amerika ve Avrupa’da kolayca iş bulabiliyor. Oralardaki üniversitelere akademisyen olarak girebiliyorlar. Ülkemizde kalsalar, onların çoğu bugün hala işsizdi. Gelişmiş ülkelerde kimsenin dinine, inancına, kıyafetine ve yaşam tarzına bakılmaz. Örneğin, ABD’nin New York şehrinde bir gencimiz polis bile olabiliyorsa, bunun nedeni o ülkelerin gelişmiş olmasıdır. Orada polis olan bir gencimiz, yayınladığı bir videosunda bu konudaki görüşlerini açıkça paylaşmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de, “Allah size, mutlaka emanetleri (işleri) ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle davranmanızı emreder” buyruluyor (Nisa suresi 58. Ayet). Böyle buyrulduğu halde neden bunun tersi yapılıyor ben de bunu anlamıyorum. Liyakati yeterli olmayan birini, KPSS puanı oldukça düşük olmasına rağmen yaptıkları sözde mülakatla ‘sırf bizdendir’ diye işe alanlar, hem kurumlarına hem de ülkemize zarar verdiklerini bildikleri halde bu haksızlıkları neden yapıyorlar? Ya da çalıntı sorularla haksız yere sınavı kazananlar, nasıl oluyor da bu haksızlığı içlerinde sindirebiliyorlar? Hele hele, bu işleri sistematik şekilde binlerce kişiye yaparak gençlerin hayallerini ve istikballerini karartanlar, sizin yatacak hiç yeriniz olmamalı diye düşünüyorum! Yediğiniz tam da ‘kul hakkıdır’ ve bunun hem bu dünyada hem de öteki dünyada ne tövbesi, ne de affı yoktur.
İşin ehil olanlara verilmemesi, cehaletin yaygınlığı ve ilmin ortadan kalkmış olmasından ileri gelir. İşin aslını bilenlerin bulunduğu bir ortamda, ehil olmayanlara işlerin verilmesi normalde düşünülemez. Ama ortalığı bir cehalet kaplamış, gerçekler ters yüz edilmiş ise işler kapanın, yani ehil olmayan kimselerin elinde kalır. Bu da toplumlar için bir çeşit kıyamet demektir.
Liyakati olmayan ve konularına hakim olmayan biri, çok üst düzey bir göreve getirilirse işi bilenlerin kuklası olur. Maroken koltuklarda oturup lüks makam otolarıyla gezerken, sanki son hızla giden ve şoförü olmayan bir otobüsün yolcusu gibidir. Otobüs, olanca hızıyla şarampole yuvarlandığında bedelini sadece kendisi değil, kurumu ve dolayısıyla koca bir millet ve ülke öder.
Konularına çok hakim olan, başarılı, çalışkan olan ve terfi etmeyi bekleyenlerin önüne, ‘sırf bizdendir’ denilerek liyakatsiz olanlar terfi ettirilirse, oradaki çalışanların performansı da bozulur ve o kurum giderek geri kalmaya başlar. Liyakatsiz ve bilgisiz olan biri, eğer daha alt düzeylerde bir göreve getirilirse de diğer çalışanların, okullarda ise öğrenci ve velilerin alay konusu olur.
Eğer, ülkemizde yıllardır işler ehline verilseydi, son depremlerde yıkılan o devasa binalar yerle bir olmazdı. Bina enkazlarında, Soma ve Ermenek maden kazalarında yüzlerce canımız ölmezdi, hızlı tren kazalarında onlarca vatandaşımız kaybedilmezdi. Öncesinde iyi araştırıp olacakları hesap edemedikleri için, yurdumuza hastalıklı hayvanlar ithal edilmezdi.
Kamudaki, okullarımızdaki ve üniversitelerimizdeki liyakatsizlik, çürüme ve bozulma sadece bu iktidar döneminde oldu diyenler, tek kelime ile yanılırlar. Tüm bu yaşadıklarımız, aslında yılların ihmali ve vurdumduymazlığıdır. Düzelmemiz için en azından birkaç nesil geçmesi gerekiyor. Başlangıç noktası neresi diye soranlara, henüz emekleyen çocuklardan başlayalım derim.
4 yorum
Durumumuz bundan ibaret hocam kaleminize sağlık.
Liyakat olmadan kazanılan, müstahak olmadan kaybedilir. William Shakespeare
Aynı sizinde ifade ettiğiniz gibi hocam
Kanayan bu yaranın herkes farkında (kimse aptal değil) ve rahatsız (bugün başkasına olan yarın kendine oluyor).. ama rahatsız olsa da yapmak zorunda.. çünkü kendisi eşine dostuna öncelik tanımaz ise görev ve yetki verdiği kişi zamanı geldiğinde eşine dostuna öncelik tanıyor.. sonuç olarak ailenin çocuklara bu kültürü aşılaması gerekirken bakıyorsunuz aile de çocuğuna aptal olma uyanık ol subingual mesajını aşılıyor.. toplum olarak işimiz gerçekten zor.. önyargılarımız kaygılarımız kıskançlıklarımızı bitecek gibi görünmüyor.. toplumsal olan bu sorunları gerekçe göstererek daha medeni olabilen ülkelere göç etmek isterdim.. burada topluma karşı mücadele vererek enerjimiz tükeniyor.. en basitinden whats-up gruplarında yapılan paylaşımlara birçok kişinin sessiz kalması bile akademik süzgeçten geçmiş birçok insanın duygu ve düşüncelerini bir takım önemli veya anlaması güç nedenlerle saklama gereği duyduklarının acı bir göstergesi değil mi? Sanki bu kişiler evlerinde Çok güzel hareketler bunları seyrederken gülmüyorlar (hepsi ciddi ulaşılmaz akademisyenler).
Çok eskilere dayanan ilerlemenin en büyük düşmanı sistematik çürümeyi özetlemişsiniz, teşekkür ederiz.