Hz. Mevlana yüzyıllar öncesinden Mesnevi’sinde, “toplumda barışın, adaletin, huzurun sağlanması ancak bu kavramlara önem verilmesi, ehliyet ve liyakat sahibi insanların iş başına getirilmesiyle mümkün olabilecektir.” diyor.
Liyakat kavramı birçok toplumda tartışmalıdır, merit aslında ‘muğlak’ ve ‘esnek’ bir kavramdır ve toplumun yapısıyla alakalıdır. Her ne kadar çaba ve becerinin / zekanın toplamıdır biçiminde tanımlansa da, özünde birinin liyakate sahip olması o toplumda neyin istenir olduğu konusundaki yargılarla ilgilidir. Yani, “toplum için gözde sayılacak çıktılar üreten insan liyakate sahip olarak değerlendirilir“. İnsanlar için neyin gözde olacağını belirleyen tek bir ölçüt de bulunmamaktadır. Bunu belirleyen ideolojiler, ahlaki ve toplumsal değerler ve inançlardır. Kısaca ‘liyakat’ kavramı, sosyal olarak oluşturulmuştur ve toplumun değer sistemlerinden bağımsız değildir (Tannock, S. “The Problem of Education Based Discrimination”, British Journal of Sociology of Education).
Albert Howe Lybyer, Kanuni dönemi ile ilgili “sistem liyakati ödüllendirecek, yetenek, çaba ve yeterli donanımla beslenen her türlü hırs ve özlemi doyuracak biçimde düzenlenmiştir” der. O dönemde liyakati ödüllendirmenin iki yolu vardı: Biri terfi ettirmek şeklinde manevi, diğeri de parasaldı. Enderun’dan geçmiş içoğlanları, sultanın tahtı dışında her makama erişebilirlerdi. Yükselme kesinlikle rastlantısal veya otomatik değildi. Her aşamada büyük bir titizlik ve akıllılıkla yönlendirilip gerçekleştirilirdi.” şeklinde not düşerek, yükselme devrindeki Osmanlı dönemi için bize fikir vermektedir (Kanuni Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Yönetimi, Çev: CILIZOĞLU, Seçkin. Süreç Yayınları, 1987).
Osmanlı Devleti’nde yürütülen devşirme sistemi, uzun bir süre liyakat sisteminin iyi işlemesini sağlamıştır. Oluşturulan “devşirme sistemi ile büyük ailelerin veya hatırı sayılır kişilerin kayırılması önlenmiş, bir köylünün çocuğu en üst makamlara kadar liyakati sayesinde yükselebilmiştir” (Özdemir, H. “Osmanlı Devletinde Bürokrasi”, Okumuş Adam Yayınları:6, 2001). Nitekim, İstanbul’un 16. yüzyıldaki durumu hakkında en yetkin kaynaklardan biri olan Türk Mektupları adlı eserin yazarı Busbecq (De BUSBECQ, Ogier Ghiselin. “Türk Mektupları”, Çev: YALÇIN, Hüseyin Cahit. 1939, İst.): “Osmanlı’da herkes liyakat, bilgi, ahlak ve seciyesine göre bir mevkiye tayin edilir. Ahlaksız, bilgisiz ve tembeller hiçbir zaman yüksek mevkilere çıkamazlar. Osmanlıların muvaffakiyeti ve bütün dünyaya hakim bir ırk olmalarının hikmeti budur. Türklerin en büyük düşmanı iltimastır.” demektedir.
17. yy dönemi Osmanlı Padişahı IV. Murat zamanında sarayda önemli görevlerde bulunmuş Koçi Bey, “yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir. En bilgilisi hangisi ise ona verilmesi gerekir. Bir cahilin, sırf eskidir diye bir bilgilinin önüne geçirilmesi haksızlıktır. Bilgi ve diyaneti olunca genç de olsa zarar vermez. Yaşlı ile genç, bilgi ve marifette eşit olunca yaşlının önüne geçmesi daha doğrudur. Amma bilgi ve marifetten hissesiz olunca 1000 yaşında da olsa halka faydası olmaz, hakkı yanlıştan ayıramaz.” şeklinde yakındığı görülmektedir.
Ayrıca, Koçi Bey, devlet yönetimi ile ilgili gördüğü sıkıntıları, “yüksek dereceli memurluklara yapılan atamaların liyakate bakılmaksızın yapılması, rüşvetin devletin tüm kademelerinde yaygınlaşması, atamaların rüşvet karşılığı yapılması, memurların görevdeki başarılarının göz ardı edilerek çekememezlik ve kıskançlık sonucu çıkarılan dedikodular ile haksız yere görevden alınmaları, çeşitli iftiralar ile başarılı memurların öldürülmesi“, şeklinde belirtmektedir (Yıldız, G., Türk kamu yönetiminde liyakat ilkesi, Gazi Ünv., Sosyal Bil. D. 2016).
Osmanlı döneminde 18. yüzyılda çeşitli üst düzey görevler almış, idari bozulmalara neden arayan ve çözüm önerilerini devlet adamlarına öğütler şeklinde ifade eden Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın saptamaları ise şu şekildedir: “Hiç kimse yeterli olduğu rütbe için istekte bulunmak külfetine ve zahmetine ve mal, hediye ve rüşvet vermeye muhtaç değildir. Devlet sahipleri hak üzere davranıp rütbeleri yeterli
olanlara vermekte adalet gösterirlerse rüşvet vermek lazım gelmez. Mevki alanlar Osmanlı Devleti’ne yararlı hizmetleri geçmiş ve memur olduğu işlerde tam bir gayret içinde olacağı bütün halk
tarafından bilinen, tecrübeli kişiler olmalıdır. Rüşvetle ehliyetsize devlet hizmeti verilmesi büyük hatadır” (Defterdar Sarı Mehmet Paşa. “Devlet Adamına Öğütler”, Sadeleştiren UĞURAL,
Hüseyin Ragıp. Kültür Bakanlığı Yayını, 1987).
Osmanlı Devleti 1876 Anayasası’nın 39.maddesinde belirtildiğine göre, “memurluk statüsünün tek taraflı olarak düzenleneceği, atamalarda yetenek ve liyakatin esas alınacağı, memuriyetten çıkarmayı gerektiren bir durum olmadıkça memurların görevine son verilemeyeceği, iyi çalışan memurların bu çalışmalarının değerlendirileceği, görevine son verilenlerin emeklilik maaşı alabilecekleri” öngörülmüştür. (Türkan, A. “Liyakat İlkesi ve Türk Personel Sistemindeki Yeri”, Başbakanlık Uzm T., 2000, Ankara). Anılan kanunlar, o dönemin koşullarında adaletli bir yaklaşımla düzenlenmiş bir liyakat sisteminin göstergeleridir.
Son dönemde oluşturulan Kanun-i Esasi ile kamu görevine girişte, atama ve görevden almalarda eşitlik, yeterlik ve memur güvencesi ilkelerini esas alan yaklaşımı kabul etmiş olduğu gibi, bu anayasal ilkeler, İkinci Meşrutiyet’in ilanını takiben gerçekleştirilen 1909 değişiklikleri ile de aynen korunmuş, dönemin anlayışına ters düşmeyen ve kabul gören ilkeler olarak muhafaza edilmiştir.
Cumhuriyet sonrası birçok düzenleme yapılmış memur alımları, üst düzey atamaları belli bir çerçeveye oturtulmaya çalışılmıştır. Kamu yönetiminde yeni arayış yılları olarak değerlendirilebilecek olan 1950’li yıllarda yabancı uzman raporlarına ağırlık verilmiştir. Bu raporlarının en önemlilerinden sayılan Neumark Raporu’nda, “Çok kere yeter ölçüde vasıflı olmayan kimselerin, sırf yanlış bir merhamet telakkisine istinaden çalıştırıldıklarına işaret etmek lazım gelir, imtihanla almak usulünü bütün memurluklara teşmil etmek” gereği vurgulanmaktadır (Aykaç, B. “Personel Yönetiminde Yeterlik İlkesi”, Amme İdaresi Dergisi, 1990, Cilt:23, Sayı:4, s.104).
Görünen o ki, “yetersizlikler, kayırmalar, tecrübesizlerin başarısızlıkları bütün bir toplumu ve devleti yaralıyor, geriye düşürüyor ve kimseye faydası olmayan bir hale dönüşüyor“. Yakın dönemi bizzat yaşamış olmakla beraber tarihi bilgilerin ışığında anladığımız, “şayet ahlaki değerleri kaybetmişseniz bir şekilde istediğiniz insanları bir yerlere getirmeniz mümkün“. Bunu önlemek için toplumdaki fertlerin, seçilenlerin, seçicilerin, karar alıcıların “benim oğlum / kızım / yeğenim / yandaşım önce şuraya girsin de, sonra diğer işlere bakarız” mantığını kesin bir kararlılıkla terk ederek “hiçbir surette tavassutta bulunulmayacak” mottosunu ETİK bir duruş olarak ilan etmeleri ve topluma namus sözü vermeleri gerekiyor.
Teşekkür: Gazi Ünv, S.B.E, Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Yönetim Bilimleri B.D.Y. Lis. Öğr. Günay Yıldız’ın tezinden istifade edilmiştir.