Son günlerde akademi ve üniversiteler gündemde. Gündemde olmalarının nedeni, ülkemizin veya insanlığın karşı karşıya olduğu bir soruna ilişkin ürettikleri çözüm, hastalıklara karşı geliştirdikleri ilaçlar veya tedavi yöntemleri, keşifler veya buluşlar değil. Nedir üniversitelerimizin yeniden kamuoyunun gündemine gelmesinin nedeni? Sayıştay raporlarına ve basına yansıyan liyakatsizliğe örnek teşkil eden görevlendirmeler ve atamalardır.
Eski YÖK başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç, bu yılın başlarında akademide “yapılan atamalarda liyakat ve ehliyetin gözetilmediği, bu hususun da toplumsal vicdanı rahatsız ettiği yönünde çok yoğun ve dikkate alınması gereken şikayetler” olduğuna dikkat çekmişti. Böylelikle akademide liyakatsizliğin ve ehliyetsizliğin yaygın bir sistem olduğu en üst yükseköğretim mercisi tarafından kabul edilmiş olmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki YÖK’ün o zamandan beri “yükseköğretim sisteminde daha şeffaf ve liyakat odaklı istihdamına imkan” sağlamak için yaptığı çalışmalar durumu iyileştirmeye yönelik herhangi bir değişiklik yaratmamıştır. Üniversitelerde “öğretim üyeliği istihdamı sürecinin daha şeffaf, nitelik, liyakat ve ehliyet esaslı olarak yürütülmesi mümkün” olmamıştır.
Toplumumuzda akraba kayırmacılığı (nepotizm), eş-dost kayırmacılığı (kronizm), siyasal kayırmacılık (partizanlık) toplumumuzda had safhaya ulaşmıştır. Toplumsal yaşamın her alanında adam kayırmacılığı, iltimas, torpil bir nevi erdem olarak algılanıyor. Torpil yapanlar ve yapılmasını isteyenler, liyakat sahibi olanların haklarına tecavüz edildiğini sıkça görmezden gelirler. Bu durum yaygın bir şekilde toplumsal normallik olarak kanıksanmış durumdadır. Derslerde dahi öğrencilerin “bırakalım ahlakı, erdemi! Toplumda dayınız veya amcanız yoksa bir şey olmanız veya bir şeye ulaşmanız mümkün değildir” dediğine şahit oluyoruz.
Yükseköğretim kurularında da durum pek farklı değildir. Yüksek lisans ve doktora programlarına gireceklerin listesi büyük oranda daha sınavlar ilan edilmeden bilinmektedir. Öğrenciler lisans öğrenimi döneminde yüksek lisans ve sonrasında doktora programına alınma sözü verilerek bir nevi müritleştirilmektedir. Sıkça “eşten-dosttan” gelen öneriler doğrultusunda programlar doldurulmaktadır. İşlerin önceden yapılan anlaşmalara göre istendiği gibi gitmesi için gerekli jüriler önceden belirlenmiştir. İlgili programlar için oluşturulan jürilerde hep aynı kişiler görevlendirilmektedir. Bazı kişiler ise bu jürilerden ısrarla uzak tutulmaktadır. Bu nedenle yüksek lisans programına alınmış öğrenciler arasında bilgisayarda “tırnak” işaretini hangi tuşa basarak elde edebileceğini bilmeyenlerin olduğunu görmek şaşırtmamaktadır.
Farklı seviyelerde akademik kadrolara yapılacak atamalarda önceden belirlenen kişi veya kişileri başarılı göstermek için her türlü tezgâh kurulur, dolaplar çevrilir, oyunlar oynanır. Allem kallem ile akademik kadrolara atananların verdiği dersler, yazdığı makaleler, verdiği konferanslar nasıl olabilir? Akademide bilgi, erdem, liyakat, yetenek ve beceri sahibi olmayan insanların görev yaptığına dair kanaatin giderek daha çok yaygınlaşması bir rastlantı değildir.
Akademisyenler arasında üç “akademisyen” tipi olduğu ileri sürülebilir. Bunların bazılarına tüm liyakat kuralları çiğnenerek unvan verilir. Amaç onları “bir şey” yapmaktır. Bir şey yapmak için akademik unvan verilen akademisyenler bunlar. Bazıları “bir şey” olmak için unvan almaya çalışır. İkinci tiplemeye dâhil olanların amacı iyi bir akademisyen veya bilim insanı olmak değildir. Onlar “bir şey” olmak istemektedirler. Bunun için ise, ısrarla bir şey yapılmak istenmedikleri için, bazı akademik yetenekler geliştirmek zorunda olduklarını hissederler. Arzuladıkları akademik unvana veya herhangi bir idari mevkiye kavuştukları andan itibaren de tüm akademik çalışmaları bir tarafa bırakırlar. Bazıları ise bir şey oldukları için akademik unvan almaya çalışır. Asıl akademik çalışma bu sonuncular tarafından yapılır. İkinci gruptakiler ciddi akademisyen olabilir. Fakat bunun için onlarda tersine dönmüş olan amaç-araç ilişkisinde köklü değişim olması gerekmektedir. Bu sıklıkla olmaz. Bunlar, genellikle birinci gruptakilere yaranmaya çalışarak bir şey olmak ister. Birinci gruptaki akademisyenler son yıllarda ne yazık ki çoğunluğu oluşturmaktadır. Bu bakımdan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın akademide liyakate dayalı bir örgütlenme yerine sadakate dayalı bir hiyerarşinin hâkim olduğuna dair gözlemi son derece yerindedir. Akademide liyakatsizliğin artmasının ve öğretim seviyesinin hızla düşmesinin nedeni budur ve sadakate dayalı bir hiyerarşik ilişkiler ve örgütlenme sürdüğü sürece başta türlü olması da mümkün değildir.
Sonuç nedir? Sonuç bu uygulamaların yol açtığı bugünkü gelinen durumdur. Bu durum son yıllarda akademide rektör, dekan, bölüm başkanı gibi idari mevkilerde görevlendirme yapılırken önceden uygulanan “aday belirleme seçimleri” tamamıyla ortadan kalkığı için, liyakatsizlik tam anlamıyla bir sisteme dönüşmüştür. Örneğin herhangi bir göreve atanan kişi, atamadan sorumlu olan kişinin hoşuna gidebilir. Fakat bu kişinin göreve atandığı kurum içinde insan olarak, akademisyen olarak, ahlaki kişilik olarak herhangi bir ağırlığı olmayabilir. İdareci olarak becerileri son derece sınırlı olabilir. Bu durum ise akademiyi tam anlamıyla çökme ve çürüme durumuna sürüklemektedir. Bu duruma çare, liyakate dayalı akademik ilişkisellik, akademik özgürlük ve bilimsel özerklik ilkesinin uzlaşmaz bir şekilde yeniden tesis edilmesiyle mümkün olacaktır.
2 yorum
Doğan Hocam insanı utandıran bir durum/ durumlar zamanından geçiyoruz. Geçmişte de vardı ama bu kadar aleni , kör parmağım gözüne şeklinde değildi!
Adam kayırmacılık ister kayıran ister kayırılan olsun kendileri içinde zarardır.Ölene kadar taşıyamacağı yükün altında birilerine gebe kalacaktır.
Umarım kendi onurlarını zedeledikleri kadar ünv.yi de zedelemesinler.
Saygılarımla!
Tanı ve sağaltım önerilerinizi tam olarak katılıyorum. Bir akademisyen olarak sağaltim yöntemlerinin doğru ancak uygulamaya geçirmenin zor olduğunu söylemek zorundayım. Çünkü bu öneriler bir kültür, bir içgörü, etik bir duruş, özgünlük, öz saygı…, ne dersek diyelim bir benimseme ve öyle olmayı istemek değil de onun doğal bir standart olduğunu, zaten öyle olması gerektiğini düşünmeyi gerektiriyor. Işte sorun burada başlıyor. Kim, nasıl bu noktaya gelir?
Bu soruya kısa bir cevap bulmak zor.