Akademinin, eğitimin, ülkenin çıkmazı
Liyakatsizlik şüphesiz sadece günümüzün, sadece ülkemizin sorunu değil. Fakat ülkemizde yaşanan olaylar; eğitimle, ekonomiyle, siyasetle ilgili liyakatsizliklerin, eskiye ve pek çok ülkeye nazaran kat be kat yıkıcı olduğunu ortaya koydu. 6 Şubat 2023’teki deprem afetinde yaşanan başıboşluk, işlerin ehil olmayanların elinde olduğu gerçeğini umursamayanların dahi umursar hale gelmesine vesile olan son ve acı kanıt değil mi?
Nitelik bakımından yetersiz kişilerin fütursuzca yetkilendirilmesi, o işin layıkıyla yapılmasının önemsenmediği ve hatta istenmediği anlamına geliyor. Peki liyakat sahibi olmayan kişi, liyakatinin sorgulanmasını ister mi? Hayır. O halde -gücü yetiyorsa- emrindekileri de yine göreve layık olmayanlardan seçme yoluna başvuruyor. İşte liyakatsizlik böylelikle yerleştiği yapıyı çökertmek üzere yayılıyor, bulaşıyor. Yazık ki üniversiteler bu yayılımın üssel olarak artmasına sebep olan kuruluşlar haline gelmiş durumda…
Üniversitelerde liyakatsizliğin bulaşıcılığı…
Eğitim sisteminin nihai aşaması olan üniversitelerdeki liyakatsizlik ne yazık ki doğrusal olarak ilerlemiyor. Bir yandan yönetici düzeyinde kadrolardaki liyakatsizlik, zincirleme olarak akademik kadrolara yayılıyor. Öte yandan layık olmadığı halde akademik unvanı ve kadroyu alan akademisyenler, bizzat örnek olarak öğrenciye eğitim hayatının nihai aşamasında liyakatsizliği öğretiyor! Bir bakıyorsunuz “Hocam torpilin varsa bu ülkede iş bulabiliyorsun, okusak ne olacak?” diyen öğrenciler ezici çoğunluğa sahip!
İşte liyakatsizliği hocalarından görerek öğrenip normalleştirerek hayata bu ön kabulle atılan öğrenciler, liyakatsizliğin farklı mesleklere yayılmasına sebep olabiliyor: Zira hastaların şifası doktoraların, binalar mühendislerin, para ve finans ekonomistlerin, insanlık din adamlarının, adalet hukukçuların aldıkları eğitimin niteliğine göredir.
Sahi, eğitim sistemimizin arzu edilen çıktısı, liyakatsizliği normalleştirmiş ve içselleştirmiş bir insan tipi mi? Hemen “elbette hayır” dediğinizi duyar gibiyim. Arzu edilen bu değilse sistem neden liyakatsizleri üretip barındırıyor?
Üniversiteye gelene kadar…
Malumunuz akademisyen, belli bir alanda, bilgiyi sadece aktarmakla değil, bilgiyi hem üretmekle hem de üretmenin yollarını öğretmekle yükümlüdür. Bir yandan olay ve olgular arasında sebep-sonuç ilişkisi kurarak sorgulayıp eleştirel akılcılık yöntemiyle yeni fikirler öne sürerken, öte yandan kendi uyguladığı bu yöntemi öğrencilerine öğretmelidir. Bahsini ettiğimiz şey bilimsel eğitim! Bilimsel eğitim, sadece akademisyenin çabasıyla olacak şey değil elbette. Bu süreç, ilkokulda başlamış olmalıdır ki öğrencinin bilimsel düşünme becerisi, üniversite düzeyinde belli bir alana yönlendirilebilsin.
O halde soralım: Türkiye’de üniversite öncesi eğitim sistemi bilimsel mi?
“Hocam sınavımız test olsun, lütfen!” demeye cüret eden üniversite öğrencilerinin çoğunlukta olduğu gerçeği, bu sorunun cevabını veriyor sanırım: Sorgulayıcı değil, ezberci sistem!
“Akıl kullandıkça nimet olduğu anlaşılır ve eğitilince ancak faydalı olur. Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değil, düşünmek için aklın eğitilmesidir.” (Einstein) ilkesinden çok çok uzaktayız.
Şimdi bir de pandemi dolayısıyla palas pandıras içine itildiğimiz uzaktan eğitim garabeti var ki, evlere şenlik! Uygulamalı olmayan branşlarda dahi uzaktan eğitimin başarılı olması çok zor. Çünkü öğrencisinden hocasına, yazılımından donanımına kadar bu sisteme hazırlıklı ve istekli değiliz.
Hangi üniversite? Hangi bilim insanı?
Peki akademisyenlerin, kariyer yapmak ve akademik unvanları elde etmek uğruna sarf ettikleri emek, bilimsel uğraş kabilinden bir emek mi?
Bataklıkta debelenmeyi kutsal bir iş olarak sayıyorsanız ancak bu soruya cevabınız evet olur. Çünkü Türkiye’de kendi temel branşım (sosyal bilimler) başta olmak üzere, diğer pek çok branşta akademisyenlerin bilimsel çalışma yapmaktan anladığı, büyük ölçüde literatürde yabancıların çalışmalarını taklit etmek, yöntemlerini yerel örneklemler üzerinde test etmek ve kopyalamaktan ibaret bir kolaycılık ve kurnazlıktır.
Dahası akademik kariyer yapmanın cari yolu şöyledir: İçinde bulunduğunuz kurumsal yapının, duayen hocalarının doğru bildiklerine itibar edersiniz. Bu minvalde birkaç makale yazıp, ıkına sıkıla bir doktora yapıp, devamında ahbap-çavuş münasebetleriyle bir doçentlik elde edersiniz. Sonra 5 yıl bitince profesörlüğü almanız idari kadro ile olan hukukunuza bağlıdır. 3-5 ay sonra alırsınız. Biraz taşrada kalıp, ezik emelleriniz varsa bu yolun sonunda siyasi vekil veya taşrada bir üniversitenin rektörlük koltuğunu kovalarsınız. Bundan sonra da ne yazmak ne çizmek vardır. Çünkü artık hegemonik pozisyonu ikmal etmişsinizdir. Bu, kolay ilim adamlığıdır! Bundan sonrası; sorun üretmemek, tartışma ortamına girmemek, sizden önceki ne ve nasılsa aynı minvalde yürümek ve işin keyfini çıkarmaktır. Buradan özgürlük ve özgünlük değil, nur topu gibi statüko çıkar!
Bakın, statükoyu muhafaza için zemin hazırlayan kurumlardan birini Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK (2014) nasıl çarpıcı bir biçimde anlatıyor:
“Bugünkü ilahiyat fakültelerinde profesör unvanı taşıyanların önemli bir kısmının doktorası yoktur. YÖK tarafından çıkarılan bir genelge ile doktoraya kabul sınavını defaten geçemeyen adamlar, bir sabah doktor olarak uyandılar. Arkasından doçentlik ve profesörlük geldi. Bunu bilerek ve tertipli yaptılar ve bu müesseseleri mahvettiler.”
Öte yandan,
“Türkiye’de eğitim, üretim için değil etiket içindir. Yüksek öğretimin %5’i tekniğe ve üretime yönelik. Geri kalanı sosyal bilimler… Akademik unvanların çoğunun içi boştur, bir anlamı yoktur.”
diyor Prof. Dr. Osman ALTUĞ, müspet bilim eğitiminin önemine vurgu yaparak.
Halihazırda “Her ile bir üniversite” sloganıyla kurulan (kabaca %60’ı devlet üniversitesi olmak üzere) üniversite sayısı 208. Bu üniversiteler, kuruldukları illerin sosyo-ekonomik yapılarına, oradaki öğrenci talebine istinaden kurulmuyor. Öğrencisi olmayan ve pasifize edilen bölümler bunun göstergesi… Öğrenci talebi giderek düşerken akademik kadrolar ve unvanlar artıyor. Yine son verilere göre ülke çapında öğretim elemanı sayısı (kabaca %84’ü devlet üniversitesinde olmak üzere) 183.594’tür. Mebzul miktarda üniversite, akademisyen ve unvan…
Nicelikteki bu faydasız artışa mukabil 208 üniversitenin sadece 3 tanesi dünya çapında ilk 500’e giriyor (400-500 aralığında). Bir başka derecelendirme kuruluşuna göre ise ilk 500’e giren üniversitemiz yok. Yakın zamana kadar Türkiye’de kendisine öğrenci kontenjanı tahsis edilen hukuk fakültelerinin üçte birinin dekanının hukukçu olmaması, rektörlerin atamalarındaki takdir yetkisinin fütursuzca kullanılması ise liyakatsizlik düzeyini ortaya koyan örneklerden sadece birkaçı…
Bakın, Türkiye’de üniversite niteliğini taşıyan bir kurum olmadığını ifade eden Prof. Dr. Celal ŞENGÖR,
“Türkiye’de bilim adamı sayısı çok az… Akademik unvanlar hiçbir şey ifade etmiyor. Ahbap-çavuş ilişkileriyle doçent, profesör olanları tanıdım ben… Üniversitelerin kontenjanlarını düşürmeleri için yalvarıyoruz, imkanlarımızın üzerinde kontenjan veriliyor.”
demek suretiyle yukarıdaki verileri anlamlandırıyor.
Hülasa kalite ıskalandığı için içi akıl, bilim, liyakat ve adaletle doldurulmayan, düşüncenin defedildiği üniversitelerin sayısı arttıkça, okumuş-yazmış cahillerin sayısı arttı. Ve nihayetinde nicelik, niteliği boğdu!
Son söz…
Bu vahim tabloda üniversitelerin, liyakatsizliği üreten merkezler olmaktan kurtulmaları adına, kimden medet umalım?
Hz. Ali (Nehcü’l Belaga’da) ibadetin türlerini anlatırken asıl ibadetin, köle ve tüccar ibadeti değil, hürlerin ibadeti olduğuna dikkat çekiyor. Çünkü hürlerin ibadeti menfaate ve korkuya dayanmaz, diyor.
Öyleyse en büyük ibadet olması hasebiyle ilim ve eğitimin, köle ve tüccar zihniyetli akademisyenlerin elinden kurtulması noktasında kimden medet umalım?
Prof. Dr. Niyazi Kahveci,
“Bir toplum dinsel ve dogmatik toplum ise, din adamı ve şeyh gibi liderci ve kişici ise o toplum monarşiktir. Türkiye’de bütün bürokraside bu monarşi zihniyeti egemendir. Hatta hiç olmaması gereken üniversiteleri de öyledir.”
diyor.
Monarşik bir toplumdan, meritokrasi (liyakate dayalı yönetim) talep eden bir gençlik çıkar mı? Çıkmalı. Aşağıdaki paragrafta yer alan vahim liyakatsizler silsilesi yüzünden yaşanan acılar, böyle bir gençliğin çıkması için yeterli sebep değil mi?
“Oda olarak aktif fay hattı üzerinde bulunan 24 ilin 18’i ile ilgili raporları tamamlayıp, geçtiğimiz yıl içinde tüm ilgili belediyelere, bakanlıklara, tüm siyasi liderlere gönderdik. Geri dönüş olmadı! Kahramanmaraş Belediye Başkanı ise Paleosismoloji çalışmalarına inanmadığını söyledi. Kendisi bilime inanmayan birisi. Halbuki biz belediyenin, fayları belirleyip buna göre imar planı yapılmasını istemiştik.” (Jeoloji Mühendisleri Odası Başkanı Hüseyin ALAN, 2023)
12 yorum
Grigory Petrov’un ” Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitabı yeniden doğuş için ilham verici olabilir. Sabır ve sevgi dolu insanlar belki yeniden doğuşla Atatürk’ün kurmaya çalıştığı aydınlık geleceği kurabilirler.
Gazi Paşa’nın “başucu kitabı” olarak nitelendirdiği, bilinen bu esere yaptığınız vurgu manidar. Katılmamak mümkün mü? Okunmasına vesile olsun.. Saygılarımı iletiyorum,
“Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değil, düşünmek için aklın eğitilmesidir.” diyor Einstein. Ama ne yazık ki o bahşedilmiş ünvanlı ve YÖK Denetleme Kurulu üyesi bir prof: Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum. Diyor.
Bir tarafta Einstein, diğer tarafta bu prof. Ne yaman bir çeĺişki değil mi? Bir de yaşadıkları çağı düşününce…
Teşekkürler Hocam.
Cehaletin temelinde menfaate dayalı bir korku vardır (Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın ifadesiyle). Dolayısıyla menfaatine halel gelmesinden korkanlara (cahillere) güvenmek için cahil olmak lazım.
Katkınızdan ötürü ben teşekkür ederim Mualla Hanım.
Çok doğru tespitler. Tam olarak düzelebilmemiz için, en azından birkaç nesil geçmesi gerekiyor. Kirlenen eli yıkamak bile, az da olsa zaman alıyor. Deprem gerçeği, dibe vurduğumuzun, resmidir. Artık zıplamamız lazım da, nasıl, kimlerle ve nereye kadar, orası net değil. Saygılarımla.
Evet; karmaşa, güvensizlik, dibe vurmuşluk ve belirsizlik… Hepsi sorun ve çözümü zaman istiyor. Önümüzde bu sorunları önce çözmüş, sonra nasıl çözdüğünü Nutuk’ta rapor etmiş bir kılavuz/ilham kaynağı var. Bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insanla yola çıkıp, bir toplumu nasıl kılavuzladığı, bir ömrü bunun uğruna yaşadığı gerçeği var.
Okunmasına vesile olsun…
Değerli yorumunuz, katkınız için teşekkür ederim.
Mukabil saygılarımı iletiyorum,
Tebrik ediyorum güzel yeğenim. Başarın daim olsun. Seninle gurur duyuyoruz. ALLAH C.C. Emanet olun
Teşekkür ederim 🍀
Memleketimizde cahillik hiç bu kadar kibirli, saldırgan ve hadsiz olmamıştı. Cahillik hiç bu kadar baş tacı edilmemişti. Bilgi hiç bu kadar önemsiz olmamıştı. Utanma duygusu hiç bu kadar görünmez hale gelmemişti. Tarikatlara Türkiye Devletini yıkma görevi verilmiş gibi, bunun içinde önce İslamiyet pozuna girerek milleti, orduyu, polisi dönüştürmek, sonra savunmasız kalan devleti yıkmak gibi plan. Sonrası kan, gözyaşı, pişmanlık…
Değerli yorum ve katkınız için teşekkür ederim. Tüm olumsuzluklara rağmen ve pişmanlıkla sonuçlanan kısır döngünün kırılması için çabalayanlara ne mutlu…
Liyakatsizlik sağduyulu ülke yönetimlerinin en büyük sorunlarından biridir ve sağduyulu herkesçe lanetlenir. Akademiada liyakatsizlik ise umudun tükeniş noktasıdır. Camiada işini layıkıyla yapan siz ve sizin gibi değerli hocalarımız olmasa durum çok daha vahim olacaktı. Vakayı objektif şekilde ortaya koymuşsunuz. Emeğinize sağlık hocam. Umarım düzelir…
Herşeye rağmen umudumuz ve çabamız ortak. Teşekkür ederim 🍀