Şefaat konusu asırlardır yanlış anlaşılan ve anlatılan konuların başında gelmektedir. Bu hususta gerekli araştırma ve incelemeyi yapmadan konuşanlar, insanlara yalan yanlış bilgiler aktaranlar, onları boş hayallerle avutanlar kesinlikle sorumlu olacaklarını bilmelidir.
Şurası muhakkak ki “şefaat vardır” ancak bu Müslümanların çoğunun zannettiği gibi değildir.
Böyle yanlış bir şefaat algısının oluşumunda Hz. Peygamber’e nispet edilen; “Şefaatim büyük günah işleyenleridir” rivayetinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm müslümanları samimi tövbeye çağırırken[1] bu rivayet tam tersini yapmakta ve insanları tembelliğe ve vurdumduymazlığa davet etmektedir. Bu itibarla Hz. Peygamber’in maksadının çok iyi anlaşılması ve mezkûr rivâyetin Kur’ân-ı Kerîm ile uyumlu hâle getirilmesi gerekir.
Kanaatimizce Hz. Peygamber bu sözüyle şu mesajı vermek istemiş olabilir: “Şefaatim (Allah’ın takdiriyle günahlarının bağışlandığını veya derecelerinin artırıldığını bildiren belgeyi/ödülü takdimim); büyük günah işleyen, (ama henüz dünyada iken derin bir pişmanlık duyup samimi bir şekilde tövbe eden, kendini düzelten ve sâlih ameller ortaya koyarak vefat eden) mü’minlere yöneliktir.”
Çünkü Kur’ân’da; “De ki: Şefaat (yetkisi) yalnız Allah’a aittir. Gökler ve yer üzerindeki otorite (yalnız) O’nundur ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.”[2] buyurulmakta ve “şefaati takdir yetkisinin sadece Yüce Allah’a ait olduğu” ifade edilmektedir.
Rivayet bahsettiğimiz şekilde anlaşıldığı ve metinde bulunan kapalılık/muğlaklık bu şekilde giderildiği zaman bazı kimseler, yersiz/asılsız/uygunsuz düşünce ve inançlarla hem kendilerini hem de başkalarını avutmaktan kurtulabilir.
Çünkü bazı müslümanlar “bu hadisten” “dünyadayken sürekli günah işleseler ve günahlarına da tövbe etmeden ölseler bile” ahirette kolayca Hz. Muhammed’in şefaatine nail olacakları sonucunu çıkartmakta ve yanlış bir beklenti içine girebilmektedir. Oysa böyle bir anlayış sakattır/problemlidir. İşin doğrusunu onlara söylemek yerine sahte ümitlerle onları avutan ve Yüce Allah’a saygısızlık yaparak günah işlemeye devam etmelerine neden olanlar çok büyük bir vebal altında kaldıklarını bilmelidir.
Nitekim bir müslümanın yapması gereken şey Kur’ân’ın ilkelerine uygun olarak günahta ısrar etmemek[3] bir an önce hatadan vazgeçmek, iyilikler yaparak kötülüklerini sildirmeye çalışmak[4] ve tövbe edip salih ameller işleyerek kötülüklerini iyiliklere çevirmek olmalıdır.[5] Görüldüğü üzere Kur’ân’ın tavsiyeleri bu yöndedir ve mezkûr hadis müslümanları günah işlemeye sevk edecek şekilde değil, “tövbeye davet edecek şekilde” anlaşılmak ve anlatılmak durumundadır.
Öte yandan başka rivâyetlerde de “kıyamet günü Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerin aksine fedakâr bir şekilde Sırat Köprüsü’nün başında ümmetini bekleyeceği, onlara şefaat edeceği, cehenneme atılmaktan onları kurtaracağı” mesajı verilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere “ondan habersiz ümmetinin bir kısmının cehenneme atılabileceği kaygısını taşıdığı intibaının verilmesi ve böyle bir uygulamayı Yüce Allah’ın yapabileceği zannının oluşturulması” bile başlı başına bir problemdir.
Çünkü bir peygamberin Yüce Allah’ın adâletinden şüphe duyduğu izleniminin doğmasına yol açabilecek bu tür rivâyetler hiç düşünülmeksizin hâlâ nakledilebilmekte, böylece Yüce Allah ile O’nun elçisi Hz. Muhammed hem karşı karşıya getirilmekte hem de yanlış tanıtılmaktadır.Ayrıca bu tür rivayetlerle halkın yanlış bir şefaat anlayışına sürüklenmesine neden olunmaktadır. Böyle bir Tanrı ve şefaat anlayışı ise bazı müslümanları sorumlulukları konusunda gevşekliğe ve aldırmazlığa sevk edebilmektedir. Böyle bir tasavvuru oluşturup müslümanları nemelazımcılığa alıştıranlar sonra da kalkıp hiç utanmadan ve sıkılmadan müslümanların tembelliğinden şikâyet etmektedir. Oysa bu yaman bir çelişkidir. Zira buna sebep olanlar bizzat kendileridir.
Çünkü bu dünyada suç işleyenlerin affedilmesi yönündeki bazı taleplere -hiç kuşkusuz ahlâkî olmadığı için- karşı çıkan Hz. Peygamber’in ahiret günü büyük günah sahiplerinin affedilmesini sağlamak için çaba harcaması ve “Sırat Köprüsü’nün” başında oturup onları beklemesi asla mümkün değildir. Zira bu tür bir şefaat anlayışı Kur’ân’a terstir ve “zerre miktarı iyilik ya da kötülük yapanların bunun karşılığını alacağı”[6] veya “hardal tanesi kadar bile olsa iyi ya da kötü her şeyin mutlaka tartıya konulacağı”[7] ilkelerine alenen aykırıdır.
Kaldı ki Hz. Peygamber’in; “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan dilediğin şeyi iste vereyim. Fakat ben seni Allah’ın azabından koruyamam!”[8] sözüyle “Hiçbir insanın başka birine zerre miktarı fayda sağlayamayacağı hesap gününde hüküm ve yetki yalnız Allah’a aittir”[9] âyeti ortadayken, hâlâ “büyük günah” sahiplerine “tövbe etmeden ölseler dahi” Hz. Peygamber’in onlara şefaat edeceğini söylemek ne kadar doğru olabilir?
Böyle bir şeyi savunan ve onun söylemediği bir sözü ona isnad edenler kendilerini ahiret günü cehennem azabından nasıl kurtarabileceklerdir?
Hz. Peygamber açıkça kızını bile kurtaramayacağını söylediği halde bu hoca müsveddeleri/çakma ilahiyatçılar/yarım hocalar/sözde akademisyenler Hz. Muhammed’in ümmetini toptan cehennemden kurtaracağını nasıl iddia edebilirler?
Bu yarım hocalar neye ve kime güveniyorlar? Delilleri nedir?
Hz. Peygamber’in otoritesini istismar ettiklerini hiç mi düşünmüyorlar?
Bu aklı kıt adamlar bunun hesabını nasıl verecekler?
Bu büyük vebalin altından nasıl kalkacaklar?
Aynı şekilde Hz. Peygamber’in hırsızlık yapan bir kadının bağışlanması için aracılık yapmaya yeltenenlere; “Allah’ın hükümlerinden birini uygulamamam için aracılık mı ediyorsunuz?…”[10] şeklindeki tepkisi Hz. Muhammed’in Yüce Allah ile “günahkâr kul” arasına girerek şefaatçi ve kayırıcı olmayacağının apaçık bir delili değil midir?
Fiilî görev yeri dünyada kendisine verilmeyen böyle bir yetki, nasıl olur da hükmün sadece Yüce Allah’a ait olduğu o günde ona verilebilir?[11]
Dolayısıyla Hz. Peygamber’in kendisinden böyle bir şefaat umabileceklerin aşırı beklentilere kapılmasına müsaade etmediğinin anlaşılması/bilinmesi gerekmektedir. Çünkü o; “Ve en yakınları[ndan başlayarak erişebildiğin herkesi] uyar”[12] âyeti geldikten sonra yakın çevresini toplamış ve onlara; “Ey Kureyş topluluğu! Ey Benî Abdilmuttalip! Ey Abbâs b. Abdilmuttalip! Ey Sâfiyye! Ey Fatıma!” diyerek, “Kendilerine Allah katında herhangi bir yardımının olamayacağını, herkesin dünyadayken kendisini kurtaracak sâlih ameller işlemesi gerektiğini”[13] söylemiştir.
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, başta ailesi ve yakın akrabaları olmak üzere tüm mü’minlere bireysel görev ve sorumluluklarını hatırlatmış, “ahiret günü kendi hesaplarını kendilerinin vereceği ilkesini”[14] onların zihinlerine yerleştirmiştir/nakşetmiştir. Bu itibarla, gerek zayıf ve mevzû hadisleri gerekse de efsane, mitoloji, hikâye ve masalları anlatarak insanları yanıltmak ve Hz. Peygamber’i olduğundan farklı göstermek/tanıtmak doğru değildir. Çünkü peygamberlerin de Yüce Allah’ın buyruklarına muhatap olma açısından diğer insanlardan hiçbir farkları yoktur. Onlar da herkes gibi Yüce Allah’ın emirlerine harfiyen boyun eğmek zorundadır. Zira Kur’ân; “Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen peygamberlere de soracağız”[15] derken onların da sorumluluk sahibi olduklarını, yaptıklarının onlara da sorulacağını ve toplumları hakkında şahitlik edeceklerini haber vermektedir.[16]
Dolayısıyla tüm bu âyet ve sahih hadisler ortadayken hâlâ inatla ve ısrarla yanlış temeller üzerine bina edilen “sakat şefaat anlayışına” sahip çıkmak ve bunu körü körüne savunmak ne kadar doğrudur?
Öte yandan gerek peygamberlerin, gerekse velîlerin kayıtsız şartsız ya da kendiliklerinden şefaat ve aracılık yapabilecekleri yolundaki yaygın inanç zaten âyetlerle reddedilmektedir.[17] Çünkü şefaate hak kazanabilmek için “Yüce Allah’ın iznine ihtiyaç bulunmakta,[18] O’nun varlığına ve birliğine tereddütsüz bir imana sahip olunması gerekmekte, dünyadayken tövbeleri ve olumlu çabalarıyla Yüce Allah’ın bağışlamasını ve rızasını elde etme şartı” bulunmaktadır.[19]
Dolayısıyla büyük günah sahipleri Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine kesin olarak inanmış olmaları, tövbe etmeleri, samimi olduklarını ispat etmeleri kaydı şartıyla, peygamberlere ve diğer sâlih kullara verilecek şefaat izni (Allah’ın takdiri sonucu bağışlanmayı hak eden tövbekâr kula veya cennetteki derecesi artırılacak mü’mine “ödülünü takdim etme şerefi”) sayesinde Yüce Allah’ın bağışlamasıyla karşılaşabileceklerdir.[20]
Peygambere verilecek şefaat hakkı peygamber için bir “onurlandırma” olduğu kadar, onun ümmetinden affı hak eden tövbekâr kul için veyahut cennetteki derecesi yükseltilecek müttakî mü’min için de “şeref” olarak görülebilir. Bu itibarla, böyle bir şefaati hak edebilmek için daha dünyadayken büyük günahlara tövbe edilmesi, sonrasında da o günahları affettirmek için dürüst ve erdemli davranışlar ortaya konulması şarttır.
Diğer taraftan yanlış bir şefaat anlayışının sadece dinî açıdan değil, aynı zamanda, sosyal, hukukî ve siyasî sonuçları bakımından da zararlarının olduğu muhakkaktır. Çünkü yanlış şefaat anlayışının egemen olduğu toplumlarda “ferdin değeri, kişisel sorumluluğu ve adalet ilkesi” rahatlıkla göz ardı edilebilmekte ve hayatın işleyişi tamamen imtiyazlı kişi ve sınıfların güdümüne terk edilebilmektedir. Böyle toplumlarda ise “ilkeler” değil “kişiler”, “hak ve adalet” değil “kayırma ve iltimaslar”egemen olabilmektedir.[21]
Dolayısıyla yanlış şefaat anlayışının İslâm’a uygun olmadığı ve hayatın bütün alanlarına menfî etkilerinin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.[22]
Bu itibarla Kur’ân’ın; “Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve dünyada iken size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız…”[23] diyerek “bireyin şahsî sorumluluğunu esas aldığı gerçeği” üzerinde sağlıklı tefekkürün şart olduğu açıktır/ortadadır.
Bu bakımdan şefaatle ilgili özet olarak şunları söyleyebiliriz:
Şefaat edilmeye (yani; Yüce Allah tarafından bağışlandığının bir işareti olan ödülü/belgeyi almaya veya cennetteki derecesinin yükseltildiği müjdesiyle karşılaşmaya) hak kazanmak için yine “Yüce Allah’ın iznine” ihtiyaç bulunmaktadır. Yani şefaat edilecek kimsenin Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz bir imana sahip olması ve daha dünyadayken günahlarına tövbe etmesi ve dürüst ve erdemli davranışlarla samimiyetini ortaya koyması gerekmektedir.[24] Çünkü dünya hayatında tövbeleri ve olumlu çabalarıyla Yüce Allah’ın bağışlamasını ve rızasını zaten kazanmış bulunan günahkârlar için kıyâmet gününde peygamberlere sembolik olarak şefaat etme yetkisinin (yani bu tevbekâr kulun affedildiğinin belgesini takdim etme şerefinin peygambere) verileceği Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilmektedir.[25]
Dünya hayatında iken O sınırsız rahmet sahibi Allah Teâlâ ile bir bağlantı/kurbiyet içine girmeyen kimselerin ahirette şefaatten pay alabilmeleri kesinlikle mümkün olamayacaktır. İşte Yüce Allah’ın reddetmediği şefaat anlayışı budur. Bir günahkâr kul eğer dünyada iken ve henüz yaşıyorken, yanlışlarını anlar, tövbe eder, imanını sağlamlaştırır ve kendini düzelterek salih ameller ortaya koyarsa, Yüce Allah ondan razı olur ve onu bağışladığının bir nişanesi olarak ona ödül takdir edebilir. İşte Yüce Allah’ın takdir ettiği o ödülü/müjdeyi onu hak eden kimseye “takdim etmek şeklindeki şefaat anlayışı” Kur’ân’a uygundur ve böyle bir şefaat tasavvuru mümkündür.
Şefaati Yüce Allah’ın mutlak adalete dayanan yargılamasında -hâşâ- Yüce Allah’ın kanaatini değiştirmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirmek kesinlikle isabetli değildir. Aksine Kur’ân’da şefaatten söz edilmesinin bir nedeni şefaatçileri (Peygamber, nebi, sıddık, şehit veya salih kulları) onurlandırmaya yönelik bir husus olarak görülebilir.[26]
Büyük günah sahipleri eğer ölmeden tövbe etmiş ve ölüm öncesinde de salih amellerle bu samimiyetlerini ispat etmişlerse Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine inanmış olmaları kaydı şartıyla, peygamberlere verilecek şefaat hakkı sâyesinde Allah Teâlâ’nın bağışlamasını umabileceklerdir.[27] Hz. Peygamber’in veya diğer kimselerin nasıl şefaat edeceğini teşbihte hata olmazsa kıyamet günü düzenlenecek bir ödül törenine benzetebiliriz. Şöyle ki; ödülü takdir eden ve bu konuda nihai kararı veren tek makam/merci/otorite Yüce Allah’ın bizzat kendisidir. Bu ödülü hak eden kimseye takdim eden ise Hz. Peygamber veya nebi, sıddık, şehit veya salih kullardan birisidir. Yani; şefaate karar veren esas otorite “bizzat Yüce Allah’ın kendisidir.” Kulun affedildiği bilgisini ona ulaştıran ve ödülü takdim eden ise bir Peygamber ya da nebi, sıddık, şehit veya salih kuldur. Bu iki husus birbirinden çok iyi ayırt edilmelidir.
Dünyada iken gerçek anlamda iman etmeyen ve günahlarına da tövbe etmeden ölen birilerinin ahirette şefaati hak edebilmeleri mümkün değildir. Şefaati yukarıda anlattığımız şekilde değil de, İsrailiyat, Mesihiyat, Mecusiyat, mitoloji, zayıf ya da uydurma rivayetlere bakarak anlatıp aktaranların, böylelikle de sorumluluklarının gereğini yerine getirmeyenlerin Kur’ân ve sahih sünneti doğru yorumlamaya gayret etmeleri hem kendilerinin hem de yanlış bilgilerle oyaladıkları o kimselerin hayrına olacaktır.
Şurası açıktır ki, ödülü hak edene takdim eden “o ödülü takdir eden” değildir. Yani “takdir” Yüce Allah’tan, “takdim” ise salih kullardan herhangi birisinin aracılığıyladır. Yoksa herhangi bir peygamberin ya da şehidin ya da hafızın yargılama esnasında araya girerek bir kimseyi kayırması ve istediği birilerini torpil yaparak cehennemden kurtarabilmesi asla ve kat’a söz konusu değildir. Böyle yanlış şefaat anlayışına sahip kişiler ciddi şekilde yanılmakta ve şefaati de yanlış anlatmaktadır. Dolayısıyla şefaati müslümanlara yanlış anlatanların öncelikle onu doğru anlamaları, sonra da muhataplarına güvenilir dinî bilgiler vermeleri hem kendileri hem de onlar için iyi/uygun olacaktır.
Ödülü takdim edenin “ödülü belirleme konusunda herhangi bir tasarrufu söz konusu” değildir ve olamaz. Çünkü böyle bir durum Kur’ân’ın ortaya koyduğu genel ilkelere aykırıdır. Zira hiç kimsenin aracılık, kayırma, iltimas ve birilerini azaptan kurtarma gibi bir hakkı ve yetkisi yoktur. Soy, sop, akrabalık ve dostluğun vs. geçerli olmayacağı o dehşetli ve korkunç günü doğru anlamaktan aciz olanların kendilerini aldatmaları hüsnü kuruntudan veya züğürt tesellisinden başkası değildir.[28]
Diğer taraftan ödülü takdim eden kimsenin bizzat kendisi de ödülü takdir eden Yüce Allah tarafından “ödülün takdimine mazhar kılınmakla” onurlandırılmış olmaktadır. Bunu ancak derin düşünenler kavrayabilir. Bir başka ifadeyle Yüce Allah tarafından takdir edilen bir ödülü, onu hak eden ümmetinden herhangi birine bir tören esnasında takdim etmesi aynı zamanda o peygamber için de ayrıcalık, şeref ve itibardır. Ödülü hak eden kişi de sevdiği ve yolunu takip ettiği peygamberinin elinden o ödülü almakla ayrıca onurlandırılmış olmaktadır. Bu onurlandırmayı Allah Teâlâ dileseydi sadece melekleri aracılığıyla da yapabilirdi. Ama o böyle yapmamış, bağışlanmayı dünyadaki çabalarıyla hak eden kimseye, onun da sevdiği peygamber veya salih bir kul aracılığıyla vermiş, onu şereflendirmiş, ona değer verdiğini ve affettiğini göstermiştir. Yani; Yüce Allah birine ödül takdir ederek, diğerine de o ödülü bizzat takdim ettirerek her ikisini birden ödüllendirmekte ve onurlandırmaktadır. Yoksa bir peygamber, aziz, veli, Hz. İsa veya bir başkası dünyadayken tövbe etmeden ölmüş birisiyle Allah Teâlâ arasına girerek o zavallıyı cehennemden kurtaracak değillerdir. Böyle bir şefaat anlayışı Cahiliye zihniyetinin tortularıdır, kalıntılarıdır ve ham hayallerdir. Zira âyette de ifade edildiği üzere Allah Teâlâ peygamberlerin geçmişlerini de geleceklerini de (yaptıklarını da yapacaklarını da) bilir. Öyle ki o peygamberler O’nun hoşnut ve razı olmadığı hiç kimseye şefaat edemez ve O’nun yüceliği karşısında derin bir saygıyla titrerler.[29]
Şu âyet şefaat konusunu daha da açıklığa kavuşturmaktadır. “O’nun nezdinde kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç kimse için şefaat fayda vermez. Nihayet (kıyametin) dehşeti (ödül tevdi edeceklerin) kalplerinden giderilince (ödüllendirilenler) soracaklar: “Rabbiniz sizin hakkınızda ne buyurdu?” berikiler: “Hak neyse onu: zaten mükemmel olan da büyük olan da sadece O’dur” diyeceklerdir.”[30] Görüldüğü üzere zayıf hadislere bakılarak oluşturulmuş yanlış bir şefaat anlayışıyla hareket etmek insanlığın hiçbir zaman yararına olamayacaktır. Çünkü şefaat Yüce Allah’a ait bir yetkinin herhangi bir peygambere ya da salih kula devri değildir. Tam tersine Allah Teâlâ’nın takdir ettiği ödülün sahibine tevdiî konusudur. Hâlâ bunu anlamak istemeyenler kesinlikle yanlış yoldadır. Yaşanan karmaşa, kaos ve kargaşanın sorumlusu bunlardır ve bu konuyu anlaşılmaz kılan kendileridir.
Tekrar ifade edelim ki, ödülü takdir eden Yüce Allah’tır; ödülü takdim izni verdiği kimsenin bu ödülün sahibini belirlemede herhangi bir dahli, kayırması, torpili veya aracılığı söz konusu değildir. Dolayısıyla ödülün asıl sahibi onu sunan şahıs değildir. Bu nedenle günahkâr ama tövbe ederek ölmüş birisinin bağışlandığının bir nişanesi olan ödülü sadece Yüce Allah’tan istemesi, beklemesi ve umması gerekir. Ödülün gerçek sahibi olmayan birinden böyle bir talepte bulunmak sakattır/yanlıştır ve Kur’ân-ı Kerîm bunu şiddetle reddetmektedir.
Kısaca ödülün kime verileceğini belirleme hakkı sadece ve sadece Yüce Allah’a aittir. O da bunun kıstaslarının neler olduğunu Kur’ân’da zaten ortaya koymuştur. Burada da herhangi bir keyfilik söz konusu değildir. Aksine konulmuş ilkeler vardır. (Elbette aynı şeyleri tekrar tekrar yazdığımın ben de farkındayım. Ama ne yapayım ki hâlâ bu kadar ayrıntılı açıklamama rağmen hâlâ aklını kullanmayan, yanlış anlamakta ısrar eden, gerçekleri çarpıtan ve “şefaat yoktur” dediğimizi iddia eden bol miktarda “yarım hoca/çakma ilahiyatçı/din tüccarı/hoca müsveddesi” bulunmaktadır. O yüzden derin kavrayış sahibi okuyuculardan özür dilemeyi bir borç bilirim.)
Şu ayetler de yanlış şefaat anlayışını şiddetle reddetmektedir: “De ki: “Allah dışında, (kendilerinde tanrısal güç) vehmettiklerinizi çağırın. Ne göklerde ne de yerde onların zerre kadar gücü yoktur; üstelik onlar bu ikisinin (yönetiminde) bir ortaklığı da sahip değiller; dahası O, onlar arasından kendisine bir yardımcı da atamamıştır.”[31] Görüldüğü üzere mezkûr âyet, Allah dostlarının, azizlerin, şeyhlerin veya din önderlerinin Allah Teâlâ nezdinde aracılık yapacağına ve bir ayrıcalık elde edeceklerine dair tüm tasavvurları açıkça ve tamamen reddetmektedir/kökten yıkmaktadır. Böyle yanlış bir şefaat algısının oluşumuna, bu kadar açık âyete rağmen hâlâ sebep olmaya devam edenler oturup bir kez daha düşünmeli ve hatadan vazgeçmelidir.
Müşriklerin araya aracılar koyarak Yüce Allah’tan yardım istemelerini açıkça reddeden Kur’ân-ı Kerîm, böyle bir algıya saplanıp kalanları uyarmış ve bu putların kendilerine şefaat edeceklerine dair yanlış inançlarının hiçbir temele dayanmadığını ifade etmiştir. Unutulmamalıdır ki Kur’ân’ın asıl amacı, “şefaatin var olduğunu ispat etmek” değil, “yanlış şefaat algı ve anlayışlarının ne kadar sakat ve problemli olduğunu” ortaya koymak ve insanları uyarmaktır.
Özetle ifade etmek gerekirse, şefaati hak etmek için günahkâr kulun Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz bir imana sahip olması ve daha dünyadayken de günahlarına tövbe etmesi ve dürüst ve erdemli davranışlarla samimiyetini göstermesi/ ispatlaması şarttır.[32] Bu şartın gereğini yapmayanların ahirette şefaat edecek birilerini aramaları acizlik, zavallılık, tembellik ve aşırı kolaycılıktır ki yukarıdaki âyetlere göre onların hiçbir şansları da yoktur. Dünya hayatında iken O sınırsız rahmet sahibi Yüce Allah ile bir bağlantı içine girmeyenlerin ahiret günü şefaatten pay alabilmeleri asla ve kat’a söz konusu değildir. Sonuç olarak, dünyada iken hiçbir gayret göstermeyen, tövbe etmeyen, tövbesinde samimi olduğunu ispat etmeden ölen birilerinin ahirette şefaati hak etmelerinin mümkün olamayacağını artık bilmeleri/idrak etmeleri gerekir. Bunu açıkça söylemeyerek insanları aldatmak, onlara mahşer günü şefaat edecekleri vaadiyle aldatmak, çürük ve temelsiz bilgileri, basit, seviyesiz ve tutarsız görüşleri “güvenilir dinî bilgilermiş gibi sunmak” vebaldir. Dolayısıyla şefaati yukarıda açıkladığımız şekliyle değil de, zayıf ya da uydurma rivayetlere bakarak anlatanlar, böylece Câhiliye dönemi kalıntılarının müslümanlar arasında devamına imkân sağlayanlar mesuldür. Onların bu problemli algılardan kurtularak Kur’ân-ı Kerîm ve mütevatir sünneti doğru yorumlamaya gayret etmeleri, hem kendileri hem de yanlış bilgilerle oyaladıkları o kimselerin yararına/hayrına olacaktır.
[1] en-Nisâ 4/17-18; et-Tevbe 9/12; el-Furkân 25/70-71; el-Ahzâb 33/73; et-Tahrîm 66/8.
[2] ez-Zümer 39/44.
[3] el-Bakara 2/276. Ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/135.
[4] Hûd 11/114.
[5] el-Furkan 25/70; el-Ankebût 29/7.
[6] ez-Zilzâl 99/7-8.
[7] el-Enbiyâ 21/47.
[8] Buhârî, 55/Vasayâ, 11 (III, 190-191); Müslim, 1/İman, 89 (I, 192).
[9] el-İnfitâr 82/19.
[10] Buhârî, 62/Ashâbu’n-Nebî, 18 (IV, 213-214).
[11] Ayrıntılar için bk. Hasan Elik, “Kur’ân’daki Allah Tasavvuru Açısından Şefaate Bakış”, Din Eğitimi Araştırmalar Dergisi, 2005, Sayı: 16, s. 44).
[12] eş-Şuarâ 26/214.
[13] Müslim, 1/İman, 89 (I, 192-193); Tirmizî, 34/Zühd, 7 (IV, 554).
[14] el-Fussilet 41/46; Rûm 30/44.
[15] el-A’râf 7/6.
[16] el-Bakara 2/143; en-Nahl 16/84, 89; el-Ahzâb 33/45; el-Fetih 48/8; el-Müzzemmil 73/15.
[17] el-Bakara 2/255; Yûnus 10/3; ez-Zümer 39/44. Ayrıca bk. es-Sebe 34/23; en-Necm 53/26.
[18] et-Tâha 20/109; ez-Zuhruf 43/86.
[19] Bk. Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı Meal-Tefsir, Çev.: Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşâret Yayınları, İstanbul 2000, s. 391, Yûnus 10/3, 7 no’lu dipnot.
[20] Meryem 19/87. Ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/28.
[21] Bk. Hasan Elik, “Kur’ân’daki Allah Tasavvuru Açısından Şefaat’e Bakış”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, 2005, Sayı: 16, s. 45.
[22] Örneğin “Envâru’l-Âşikîn”de bu tür problemli şefaat anlayışları söz konusudur. Ayrıntılar için şu çalışmaya bakılabilir: Ahmet Emin Seyhan, “Envâru’l-Âşikîn’de Geçen Bazı Fiten Hadislerinin Bireysel ve Toplumsal Hayata Etkileri Üzerine”, Kafkas Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kars, 2013 Sonbahar, Sayı: 12, s. 127-162.
[23] el-En’âm 6/94.
[24] Konuyla ilgili şu ayetlere bk. et-Tâhâ 20/109; ez-Zuhruf 43/86.
[25] Yûnus 10/3.
[26] Bk. Özsoy, Ömer/Güler, İlhami, Konularına Göre Kur’ân (Sistematik Kur’ân Fihristi), Fecr Yayınları, Ankara 2005, s. 290
[27] Meryem 19/87; Ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/28.
[28] Şüphesi olanların şu ayete bakması gerekir: el-Bakara 2/254. Kaldı ki ulu’l-azm peygamberlerden Hz. İbrahim’in babasını ve Hz. Nûh’un da oğlunu cehennemden kurtaramayacağı haber verilmektedir. (et-Tevbe 9/113-114; Meryem 19/46-47; Hûd 11/42-47.
[29] Bu konuda şüphesi olanların şu ayete bakması gerekir: el-Enbiyâ 21/28.
[30] es-Sebe 34/23.
[31] es-Sebe 34/22.
[32] et-Tâhâ 20/109; ez-Zuhruf 43/86.
1 yorum
Teşekkür ederim bizi dogruya göturdügünüz için.