Bu yazıyı kaleme almadan önce aylarca düşündüm. Hem bir yazar hem de hakem ve editör olarak akademik yayın süreçlerinin içindeyim. Yazar olarak 30 yılı, hakem olarak 20 yılı ve editör olarak da 10 yılı aşan bir süredir görev yapıyorum. Bu süreç içinde çok şey değişti. Bu süreçlerin önemli bir kısmına tanık oldum. Bu süreçleri yaşarken sevinmek, üzülmek, öfkelenmek ve şaşırmak dahil hemen her türlü duyguyu yaşadım. Bu duyguların yanı sıra, kendi adıma mümkün olduğunca objektif kalarak değerlendirmeler de yapmaya gayret ettim. Neticede, bu yazıda özellikle hakemlik süreçleri ile ilgili gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Bu gözlemler sakın genç araştırmacıları üzmesin veya korkutmasın. Bunlar akademik süreçlerin taşlı dikenli yolları olup, her fani akademik bunlarla hayatının belirli zaman dilimlerinde karşılaşmış ve karşılaşacaktır.
1990’ların başından itibaren uluslararası dergilere çalışmalarımı göndermeye başladım. Tabii ki o yıllarda dergi sayısı oldukça az ve doğal olarak gözden geçirme süreçleri aşırı ciddiydi. Ama bu süreçler yazara çok şey öğretirdi. Hakemler yazıyı çok ciddi kritik eder ve yazara önemli tavsiyelerde bulunurdu. Bu durum hem yazarı hem de çalışmayı oldukça geliştirirdi. Bunun en temel gerekçelerinden gerek yazar gerek sunulan çalışma açısından sayının düşük ve yönetilebilir olmasıdır. ABD ve Avrupa bu süreçlere çok önem veriyor ve neredeyse bütün akademik süreçler, dolayısıyla üniversite sistemi bunun üstünden dönüyordu. Bu ülkelerin gelişmiş olması, gelişmekte olan ülkelerin de benzer yolu takip etmelerine neden oldu. Buradaki en büyük genişleme 1990’ların sonundan itibaren Türkiye, İran ve Hindistan gibi ülkelerin sisteme yoğun biçimde girmesi ile oldu. Dünyadaki büyük yayınevlerinin kapasitesi bu ülkelerden de gelen çalışmaları layıkıyla değerlendirmeye yetti. Ancak, Çin’in bu sisteme girmesiyle birlikte süreçler ciddi biçimde karıştı. Bu durum sisteme milyonu aşan düzeyde çalışmaların sunulması sonucunu doğurdu. Neticede, son 20 yılda sisteme giren Çin, alanımdaki tüm dergilerde sayısal üstünlüğü ele geçirdi. Bazılarının geçmişi 60 yıla dayanan dergilerde Çin’in payı olağanüstü bir hızla yükseldi. Engineering Geology’deki (IF=6.76) tüm yayınların %27’si, International Journal of Rock Mechanics and Mining Science’da (IF=7.135) %28, Landslides’da (IF=6.58) %32, Rock Mechanics and Rock Engineering’de (IF=6.73) %44 ve Bulletin of Engineering Geology and the Environment’de (IF=4.3) %48’i Çinli araştırmacılara ait. Bu düzeyde yayın üretimi geleneksel sistemi zorlarken yeni yayınevleri ve özellikle açık erişimli (open access) dergi sayısı da dramatik biçimde arttı. İngiltere’deki Hindawi, Çin’deki MDPI and Frontiers yayınevleri açık erişimi yaygınlaştırdı. Bu yayınevleri, geleneksel yayınevlerine oranla daha hızlı dolayısıyla daha gevşek bir gözden geçirme sürecini tetiklemiştir. Geleneksel yayınevlerinin abonelik ücretlerinin çok yüksek olması nedeniyle, Batı Üniversiteleri ve Enstitüleri abonelikten vaz geçmeye başlamıştır. Bunun üstüne Elsevier ve Springer gibi geleneksel yayınevleri de yeni kurdukları dergileri açık erişim, eski dergilerini ise hibrit olarak çıkarmaya başlamışlardır. Tabii ki açık erişim, her alanda olduğu gibi, bu alanda da kısa yoldan para kazanmak için kurulan yağmacı dergi problemini de ortaya çıkardı. Neredeyse tüm dünyada akademik yükselmenin ön şartı olan yayını yağmacı dergilere düşürdü. Bu tür dergilerde yayın yapan ülkelerin başında Hindistan, Nijerya, Iran ve ülkemiz gelmektedir. İran bu konuda aşırı sert önlemler geliştirerek nispeten azaltmıştır. Ülkemizde de bu konuda çeşitli çalışmalar ve önlemler olduğunu biliyorum ancak henüz istenilen düzeye gelmemiştir.
Kısa bu özetten de görüleceği gibi, dergilere sunulan çalışmaların sayısının aşırı artması editöryal süreçlerdeki yüklerin aşırı artmasına ve en önemlisi çalışmayı hakkıyla inceleyecek hakem bulamama sorununu doğurmuştur. Bir yayın için Dünya’da bulabileceğiniz hakem sayısı bazen 10’a kadar düşmektedir. Bu 10 kişi de makaleyi incelemeyi reddedince, konuya daha uzak hakemlerden yararlanmak zorunda kalınabiliyor. Bu durum çalışmaya gerekli katkının verilmesini engelliyor ve/veya çok hatalı çalışmaların yayınlanmasına neden olmakta. Böyle olunca da makale nerede yayınlanırsa yayınlansın artık ciddiyetini yitirmeye başlıyor. Sistemin bu hale gelmesindeki en büyük sebeplerin başında Akademik Kültür ve Araştırma Etiğindeki eksiklik gelmektedir. Örneğin, Hollanda, Almanya, İsviçre gibi bazı Avrupa ülkelerinin araştırmacılarına yağmacı dergilerde rastlamazsınız. Bu asla bir tesadüf değildir. Üniversite geçmişi bin yılı aşan bu ülkelerdeki akademik iklim buna müsaade etmez. Ancak henüz bu kültüre ulaşmamış ülkelerin akademik yükseltmelerde henüz araştırma etiği altyapısını ve kültürünü oluşturmadan uluslararası yayın zorunluluğunu getirmesi olumsuz sonuçlara neden olmuştur. Makale layıkıyla yapılmış bir araştırmanın sonuçlarının Dünyaya sunulmasından ziyade akademik yükselmenin temel aracı haline gelmiştir. Böyle olunca Dünya akademik yayın sistemini de aşırı zorlamış ve yayınların kalitesini düşürmüştür. Netice itibariyle, mevcut kaynaklar ile layıkıyla araştırma yapılmasına izin vermemektedir. Tüm Dünyada özellikle Üniversiteler ve araştırmalar üzerindeki karar vericilerin ciddi düşünüp, doğru yolları bulması gerekmektedir. Aksi durumda özellikle Üniversitelerdeki araştırma oldukça yüksekten burnunun üstüne çakılmaya doğru gidiyor.
2 yorum
Analiz ve tespitlerinize gönülden katılıyorum hocam. Ne yazık ki bilimsel yayın dünyasında hem negatif hem de pozitif ayrımcılık sorunu da akademisyenleri yıldırmakta. Ayrıca, makalelerin kalitesinden ziyade sayısına önem verilmesi ve kariyer koşullarında önceliğin bu olması, akademisyenleri yanlış yönde teşvik etmekte. Gerçek (veya deneysel) veri olmadan sahte makalelerin yayımlanması da yaygın bir problem. Elsevier dergilerinden bir tanesinde hakemlik yaparken deneysel veriyi gösteremediği için red vermiştim. Buna rağmen makaleyi editörün kabul etmesi benim inancımı sarsmıştı. Bu yüzden her hafta e-mail’ime gelen tüm hakemlik davetlerini red eder oldum. İlaveten, atıf sisteminin etkinliğinin de ciddi bir şekilde tartışılması gerekiyor kanaatindeyim. Önüne geçilmez, kontrol edilmezse bilimsel makalelere güvenin azaldığı, karmaşa ve yozlaşmışlığın akılları bulandırdığı bir geleceğe tanık olabiliriz.
Size katılıyorum. Bu durum ayrıca genç araştırmacıları da içinden çıkılması zor, çok büyük bir karmaşa içinde çok fazla zaman ve enerji harcayarak bilgi aramaya itiyor.