Son yıllarda birçok gelişme arasında şu iki olgu da dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi; insanların toplumsal yansımalarıyla birlikte etüt edildiğinde kendilerinden başka insanları duyarlı davranmak bakımından reddetmeleri ve makineden –özel olarak yapay zekâdan- söz edildiğinde bütün toplumsal yansımalarıyla onu sahiplenmeleridir. İnsanlar kendi kişisel mevcudiyetleri dışında başka insanlara pek ihtiyaç duymadıklarını düşünüyorlar. Makine ise kendi kazançlarını içerdiği için onu kendi insan olmazlıklarına tercih etmeseler bile toplumsal insana –öteki insana- tercih ediyorlar. İkinci olgu; insanlar herhangi bir sorunu söylemsel seviyede çözdüklerinde gerçekte de çözdüklerini düşünüyorlar. Bu nedenle aynı meselede örneğin iki tane veya üç tane ihtimalin bulunmasını tarafların emekleri ve olgunlaşmış deneyimleriyle değil de oturdukları yerden konuşamamalarından kaynaklandığını zannediyorlar. Francis Bacon, 1622 yılında yayınlanıp da Batı Avrupa özelinde bilimleşen felsefenin modern ilk metni olan Novum Organum adlı kitabının 71. paragrafında Antik Yunan felsefesinden geldiğini söylediği bu anlayışı özellikle eleştirmekte ve yararsız konuşmayla özdeşleştirmektedir.[1] Charles Sanders Peirce ve Amerikan pragmatizmi bu anlayışın herhangi bir topluma yarar getirmeyeceğini kesinleştirmiş olabilir. Bir şeyi söylemleştirmek onu yapıyor olmak anlamına gelemeyeceği gibi hangi önerme olursa olsun sahada emek verilmeksizin tekrar edildiğinde ilgili sorun çözümlenmeden öylece kalır. Zaman içerisinde değişen sadece söylem üretmiş insanların beklentileri olabilir. Bu yazıda bu iki olguyu açımlamak ve “insan-makine” şeklindeki ikilemi “makine insan-insan” veya “emek verilmiş ve yatırım yapılmış çalışan insan-emek verilmemiş ve yatırım yapılmamış çalışmayan insan” ikilemiyle değiştirmeyi önermek istiyorum. Kültüre ve doğaya ilişkin bütün tartışmalar yeni-Protagoras felsefesine götürülerek “insan-insan” tartışmalarına bağlanabilir gibi görünmektedir.
Birincisi; çocuk, ergen, genç, yetişkin ve yaşlı grubundan hangisinde yer alırsa yer alsın insanlar insan kavramını herkesi kuşatıcı ortak bir deneyim anlamında sahiplenmemektedirler. Her insanın kendi kişisel insanından ve insan olmayanından söz ettiğini söylemek mümkün görünmektedir. Bu olgu insana dışarıdan bakabilen herhangi birisi için olağan gelmemektedir. Çünkü “insan hakları” kavramı başta olmak üzere birçok dilsel, iletişimsel ve işbölümsel yönelimde “insan” hep aynı deneyim alanına karşılık geliyormuş gibi yapılmaktadır. Dünyanın genelindeki teknolojik ve ekonomik tabanlı çatışmalar herkesin kendi insanının olduğunu ve artık bunun üzerine de konuşmak gerektiğini göstermektedir. İnsandan söz edip de onu her fırsatta savunan ve esas itibariyle kendi kişisel insanını –yani kendini- kasteden insanlar konu makineye geldiğinde “makine”den genellikle birbirine benzer deneyim içeriklerini anlayabiliyorlar. “Makine” hakkında ister olumlu olunsun ister olumsuz her şekilde o; insanların emek verip insanlığın gereksinimlerini gidermek üzere ürettikleri ileri bir deneyim aşamasını içermektedir. İnsanların “makine” üzerine konuşmaları her makineyi kuşatan ortak bir deneyim anlamını sahiplenmektedir. Açıkça söylendiğinde insanlar toplumsal seviyede insanları dışlayıp makineleri sahiplenmekte ve kişisel seviyede ise insanlığı –kendilerini- sahiplenip makineden rahatsız olmaktadırlar. Ben bu ikircikli vakıanın bir şekilde çalışan ve üreten insan ile çalışmayan ve üretmeyen –hatta çalışmak ve üretmek yönünde bir girişimde bulunmayan- insan arasındaki farktan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu biraz da meselelere teorik ve söylemsel yaklaşarak meselelerin çözüme kavuşturulabileceğini uman modern Fransız felsefesinin tüm dünyada meydana getirdiği bir ortak inançtan kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle kuramsal temelli söylemler ile deneyimsel temelli girişimler arasındaki farka da biraz yer vermekte yarar vardır. Bundan sonra makine ile insan arasındaki düşünsel ayrışmanın iki tarafına ve ikili düşünmenin zaafiyetlerine yer verebilirim.
Yukarıda yer verdiğim ve günlük yaşamda tanık olunan ikinci olgu yaşamın söylemsel seviyede sürdürülüyor olmasıdır. Michel Foucault The Archaeology of Knowledge adlı kitabında bu olguyu eleştirmekte ve söylemin yaşam olmadığını, onda sorunların çözülemeyeceğini ve söylemsel tavırlara karşı dikkatli olunması gerektiğini belirtmektedir.[2] Bacon, Peirce ve Foucault’nun birbirinden farklı zamanlarda ve birbirinden farklı insanlara ve toplumsal çevrelere karşı dile getirdikleri ‘söylem-yaşam uyuşmazlığı’ post-truth literatürüyle günümüzde alabildiğine eleştiriye uğramış durumdadır. Buradaki ayrıntı, yaşamın emek verildiğinde netice alınabilen hareketli ve çok-aktörlü bir canlılık faaliyeti olmasına ragmen onun söyleme kolayca indirgenebiliyor olmasıdır. Söyleme kolayca indirgeme ve bunu yaşamın kurucu unsuru haline getirme bir toplumda veya çevrede yayıldığında post-truth veya söyleme güvenilemezlik artacaktır. Bunu başlatırken haklı olduklarını düşünenler başkalarının da aynısını yapmasından şikâyet etmemelidirler. Bence deneyimle iç içe olamama ve üretmeye yönelik girişim ve çabalardan kaçınmak insan öznesinin/öznelerinin hayatı söylemde yaşamalarına yol açabilir. Esas itibariyle bu şekilde yaşayan insanların sayısındaki yoğunluk nedeniyle toplumsal seviyede makine toplumsal seviyedeki insana tercih edilmeye başlanmıştır. Çünkü makine hayatı söylemsel seviyede yaşamamakta, talepleri fiili gerekçelere dayanmakta ve gizli amaçlar olmaksızın üretici faaliyetlerde bulunabilmektedir. Yaşamı söylemsel seviyede sürdürenlerin kabulleri de karşı çıkışları da söylemsel seviyede olabilir. Bu nedenle makine ile insan arasındaki ayrışmayı modern Fransız felsefesinden gelen söylemsellik ile değil de deneyimsellik ile kavramak yararlı olabilir.
Şimdi yukarıdaki analizlerden sonra; toplumsal seviyede insanın hem kişisel hem de toplumsal bir “alıcıya” sahip olmaması ile makinenin bir alıcıya sahip olması nasıl yorumlanmalıdır? Kanaatimce, “insan” diyenler, emekle şekillenen bir yenilik veya ilerleme sürecini savunmaktan ziyade, alışıldık olanın durağan bir tekrarını desteklemektedir. “İnsan” kavramını kullandığımızda, çoğunlukla emek ve çabanın ürünü olan kolektif bir başarıyı kastetmeyiz. Bu nedenle, “insan” vurgusu yapanlar, esasen Avrupa-merkezci –modern Fransız akılcılığına yaslanan- paradigmayı ve onun entelektüel mirasını devam ettirmektedir. Bu tutum, özellikle rahattır; çalışmayı, değişimi ya da dönüşümü gerektirmez; bunun yerine mevcut durumun devamını tercih eder. Bazıları, bu perspektife “aydınlanma” ve “hakikat” kavramlarını atfetse de, benim görüşüme göre bu, 18. yüzyıl Avrupası’na özgü, tarihsel olarak belirli bir deneyimi yansıtmaktadır ve evrensel ya da zamansız bir ideal değildir. Buna karşılık, “makine” diyenler, çalışmayı ve üretimi bizzat uygulayan, zaman ve enerji harcanan bilinçli emeğin değerli olduğuna inanan kişilerdir. Makine savunucuları bu nedenle girişimci, yenilikçi, üretken ve özünde iyimserdir. Kendini, yaşı ne olursa olsun, bir üretici olarak gören birey, şikayet veya umutsuzluğa kapılmaz; bunun yerine sürekli yeni çözümler ve fırsatlar arar. Dolayısıyla, makine savunucuları, 18. ve 19. yüzyıl Avrupa Aydınlanma düşünce çerçevelerinin ötesinde hareket ederek, 21. yüzyıldaki Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Çin ve küresel düzen içinde kendini ifade etmeye çalışan postkolonyal toplumlarla daha çok örtüşmektedir.
Felsefe, “insan” kavramını ele alacaksa, bu kavramın emek ve çabanın bir ürünü olması gerektiğini kabul etmelidir. Aksi takdirde, teknoloji felsefesi, 19. yüzyıldaki bazı idealist yaklaşımlarda olduğu gibi, bireylere ve topluluklara baskı yapmaya çalışan spekülatif bir dayatma haline dönüşme riski taşır. Çünkü söylem deneyimle buluşmadığında ve denetlenmediğinde deneyimle ilgili olanı baskılamayı tercih edebilir. Eleştirel ve idealist felsefeler, istenmeyen sonuçları teşhis etme açısından vazgeçilmez olsa da, daha acil ihtiyaç, yapıcı ve yaratıcı felsefi çerçeveler geliştirmektir. Bu nedenle, emeği ve emek verenleri savunmak büyük önem taşımaktadır. Makine savunucuları, piyasada yeterli bir etkiye ulaştıklarında, emek ve yaratım temelli bir “insan” kavrayışı—yani bir posthuman anlayışı—sunabilirler. Bu entelektüel çaba, bir bakıma, 17. yüzyılda matematiği bir araç olarak kullanan dinamikçiler ile spekülatif analizlere başvuran dinamikçiler arasındaki tartışmaları andırabilir. Hayatta ve doğada emek veren, üreten, yenilik yapan ve aktif katılım yoluyla çözüm deneyenler kaçınılmaz olarak avantajlıdır. Bu nedenle, “insan” kavramını tartışmadan önce bunu “makine” bağlamında ele almak ya da en azından insan anlayışını teknolojik ve üretken boyutlarıyla temellendirmek, daha sağlam ve ileriye dönük bir felsefi zemin sağlayabilir gibi görünmektedir.
Sonuç olarak; “makine” ile “insan” arasındaki ikilemli tartışmanın Avrupa-merkezci bir 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl tartışması olduğunu; 20. yüzyıl Amerikan-merkezci bireyselleşme dünyasında ikilemlerin değil çok-yönlü işlevselliklerin bulunduğunu ve 21. yüzyılda da devam edip bütünüyle yapay zekânın hakemliğine kilitlenen aşamada bu ikilemi “makinesi olan insanlar” ve “makinesi olmayan insanlar” şeklinde yeniden kavramak gerektiğini söyleyebilirim. Bu da çalışan ve üretmek için girişimde bulunan insanlar ile çalışmayıp üretme girişimlerine direnç gösteren insanlar biçiminde temel bir sınıflamaya kavuşturulabilir. İlkine “makine-insan” (posthuman) ve ikincisine sadece “insan” diyebiliriz. Makine-insan da insan da her zaman gereklidir, ama makine-insanın çekim gücü ve insani cazibesi daha fazla olur. Dolayısıyla tartışmayı birbirine zıt iki kutba indirgemek ve ikilem halinde konuşlandırmak felsefe açısından isabetli olamaz. İnsanların gereksinimleri hiç bitmeyeceği için üretime direnç göstermek makul değildir ve destek bulmaz. Protagoras felsefesinde her şeyin gerçek ölçüsü veya ağırlık merkezi olabilecek insan girişimci, çalışkan ve üreten insandır.
[1] Francis Bacon, Novum Organum; ed.: Joseph Dewey, New York: P. F. Collier & Son, MCMII (1902), s. 46-49.
[2] Michel Foucault, The Archaeology of Knowledge & Discourse of Language; İngilizceye Çev.: A. M. Sheridan Smith, New York: Pantheon Books, 1972, s. 55, 122, 205, 210, 211: “Discourse is not life” (“Söylem hayat değildir.”)