BEDEN RUH İLİŞKİSİ GİBİ, LAFIZ VE MANA İLİŞKİSİ VARDIR. DESENE DİNDE BİR ÖZ, BİR DE KABUK VARDIR. BEDEN VE LAFIZ ÖLEBİLİR FAKAT RUH VE MANA EBEDİDİR.
Tarihte nasların lafızlarını aşıp maksadına göre hüküm veren pek çok bilgin bulunmaktadır. İslam âlemi, içinde bulunduğu problemleri aşmak için bir asra yakındır arayışlar içindedir. Bu problemlere çözüm arayışlarının ortak noktasını ise “Kur’an-ı Kerim” ve onun “anlaşılması” oluşturmaktadır. İslam dünyası ilk dönemlerdeki atılımını Kur’an sayesinde gerçekleştirmiştir. O halde ikinci dirilişi de hiç kuşkusuz Kur’an sayesinde olacaktır. Müslümanlar nezdinde Kur’an kutsallığından bir şey kaybetmiş değildir. Ancak kutsallık anlayışı değişmiş, esrarengiz bir yapıya bürünmüştür. Artık Kur’an, anlaşılmaktan çok, “sevap kazanmak, ölülere sevap göndermek” için okunmaya başlanmıştır. Böyle bir okuma ve kutsallık anlayışıyla İslam medeniyeti innevasyon sağlayamayacağı medeniyetler üzerine bir atılım gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Yeni bir medeniyetin doğabilmesi için Kur’an’ın bütün boyutlarıyla ve net bir biçimde anlaşılması şarttır. Kur’an sadece lafızdan ibaret değildir. Kur’an bugünün toplumunun anladığı şekilde asla durağan bir kitap da değildir. Kur’an ölülere okunsun diye de inmemiştir. Onun gerçek yorumcuları sadece geçmiş nesiller de değildir. Keza Kur’an’ı en doğru yorumlayanlar sadece şuan hayatta olmayan tarihteki müçtehitler de değildir. Onlar dönemlerinin problemlerini çözmede azami gayret gösterip çok değerli eserler vermişlerdir. Bugün Müslümanlar, Hz. Ömer gibi Kur’an’ın ruhunu çok iyi kavramış insanlara hararetle ihtiyaç duymaktadır. Ama ne yazık ki günümüzdeki insanlık, ihtiyaçlarını karşılayamamış ve problemlerini çözememiştir. Bugün bizler ne Hz. Ömer’in içtihatlarını ne de Kur’an’ı doğru anlayabildik. Anladığımızı da ne kadar doğru yaşayabildik? Sadece sembol ve şekillere bağlı olmanın bedeline ağır ödedik. Çünkü Müslümanlık, ne sadece şekilden ne de sembollerden ibarettir. Manaya öze inemedik, bunu yapabileninde kıymetini bilmedik, eleştirdik, dışladık terakkiye mani olduk. Bu konuda Hz. Ömer ve Ebu Hanefi’den iki örnekle durumu takdirlerinize arz edeyim: (BİR İŞTEN MAKSAT NE İSE HÜKÜM ONA GÖREDİR)
Hz. ÖMER: Bilindiği gibi Hz. Ömer döneminde geniş ve verimli toprakların fethedilmesiyle (sevad arazisi) toprak mülkiyeti problemi ortaya çıkmıştır. Savaş veya barışla ele geçirilen menkul veya gayrimenkul malların taksimatı hakkında tartışmalar başlamıştır. Fetihle ele geçirilen topraklar ganimet gibi askerlere dağıtılsın mı dağıtılmasın mı meselesi gündeme gelmiştir. Aslında bu gelişme ekonomik açıdan bir probleme de neden olmuştur. Topraklar zımmilerden alınıp İslam’ın ganimet emrine uygun olarak dağıtılsaydı, topraklar (üretim araçları) belirli ellerde toplanacaktı. Ayrıca büyüyen toplumun ve devletin ihtiyaçlarının giderilmesi için gelir bulunmayacaktı. Yine topraklar dağıtılsaydı büyük nüfusa sahip zımmiler kendi emeklerinden faydalanmayacaklar, bu nedenle de işsiz ve köle durumuna düşeceklerdi. İşte devletinin ihtiyaçları ve zimmilerin toprağı kullanmadaki maharetleri ve emekleri ümmetin ve gelecek nesillerin maslahatı doğru okunmalıydı. Bilindiği gibi Sevad arazisi, Irak bölgesinde Kûfeyle Basra arasında kalan topraklardır. Fethedilince bu toprakların taksimi meselesi söz konusu olmuştu. Hz. Ömer istişareler yapıyordu. Akli prensiplerle yani maslahat ile nasların literal lafızları arasında kalınmıştı. Çoğunluğun görüşü ise arazilerin, o toprakları fetheden gaziler arasında pay edilmesiydi. Zira geleneksel uygulama bu şekildeydi. Keza Hz. Peygamber (sav) Hayber’deki fiili uygulaması böyleydi. Ayrıca Enfal süresindeki 41. Ayet yasal düzenleme açıktı. Nasların literal manasından bu sonucu çıkarmışlardı. Peygamber (sav)’in fiili uygulaması da ortadaydı. Hz. Ömer ise “arazi halkın elinde kalsın, kendilerinden haraç ve cizye alınsın” diyordu. Bu durum da nasların literal lafızlarının aşılması anlamına geliyordu. Bu ise nasların mekâsıdına yönelik maslahat içeren bir anlayıştı. Hz. Ömer’e göre böyle yapılırsa daha sonra gelecek nesillerde bundan faydalanırdı. Değilse bu gaziler ve onların torunları o topraklara sahip olur, diğer mü’minlere bir şey kalmazdı. Karşı görüşte olanlar, mademki bu toprağı kan dökerek, can vererek onlar elde etmişlerdir, o halde orasının sahipleri de onlar olmalıdır. Burada oturup onlara dua etmenin ötesinde iş görmeyenlerin o topraklarda ne gibi hakları bulunabilir, görüşünü savunmaktaydılar. Klasik dönem uygulamaları da gerekçe olarak ileri sürüyorlardı. Hz Ömer’e sen kılıçlarıyla fethettikleri toprakları onlara vermiyor, zulmediyorsun diyorlardı. Hz. Ömer ise itiraz edenlere şöyle demiştir: Allah’ım, Bilal’in ve arkadaşlarının haklarından gel, demekten kendini alamadı. Bilal de Hz. Ömer hastalanınca Allah’ın bu konudaki hükmü belli iken vermeyenlerden Allah (cc) cezasını alıyor işte demişti. Daha ilk günlerde Kur’an’ın hükümleri konusunda değişen şartlar karşısında içtihat farklılığı ortaya çıkmıştı. Hz. Ömer kendisine karşı gelenlere Haşir süresinin, fethedilen topraklarda kimlerin hakkı bulunduğuna dair peş peşe gelen üç ayetini hatırlattı. O toprakları biz bugün onlara taksim ettiğimiz takdirde, Yüce Allah’ın, “Onlardan sonra gelenler” buyurduğu insanlara ne kalacak? Onların haklarını kim verecek dedi. Bu sorular cevapsız kaldı. İtirazlarda kesilmişti. Görüldüğü gibi Hz. Ömer Sevad toprakları hususunda bunlar içerisinde fey hükümlerini tercih etmiştir. Çünkü o şartlarda kendi yetkisi dâhilinde olan bir konuda maslahat bunu gerektiriyordu. Sevad arazisinin dağıtımı yapılacak olursa bu insanlar hayatta olduğu sürece Müslümanlar tarafından sömürülmeye devam edilecektir. Daha sonra gelecek bu arazilerin nesillerde sömürülmeye devam edecektir. Nasların literal anlamının aşıldığı ilk ihtilaflar o günlerde başlamıştı. Şimdi de Ebu Hanife’nin bir uygulamasını örnek olarak verelim. ( ANNELERİNİN HÜR OLARAK DOĞURDUĞU İNSANLARI NE ZAMANDAN BERİ KÖLELEŞTİRDİNİZ)
EBU HANİFE: Allah (c.c), “zekât veriniz” buyurmaktadır. Bu genel norm niteliğindedir. Yani üst normdur. Bu norm anayasal mahiyetli olup zekâtın miktarı konusunda açıklanmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Bir tür yasa koyucu mahiyetinde olan Hz. Peygamber (sav), şöyle buyurmuştur.(في كل اربعين شاة شاة ) “Her kırk koyunda bir koyun zekât veriniz” Bu hadis üst norm niteliğindeki anayasal mahiyetli olan Kur’an’ın yasal mahiyetli düzenlenmesidir. Bu düzenleme yasa/nassın metninin yorumu konusunda lafzî ve ruhî yani zâhirî ve bâtınî manada yorumlanmıştır. Hanefiler böylesi hass lafızların bir delille te’vil edilebileceği görüşündedirler. Zira Hanefiler lafzî yoruma bağlı kalmayarak bir delille nassın makâsıdına yönelik hüküm istinbât etmelerini özellikle Şâfiî ve Cumhur ihtiyatla karşılamıştır. Hanefilerin bu te’villerine gerekçe olarak da nassın maksadına yönelmişlerdir. Zira zekâtın farz kılınmasındaki gaye fakirin ihtiyacının giderilmesidir. Fakirin ihtiyacı ise, koyunun aynı verilmek suretiyle giderilebileceği gibi kıymetinin verilmesiyle de giderilebilir. Allah (cc) zekâtı meşru kılmakla, yoksulların ihtiyaçlarına cevap vermeyi ve onlara bir fayda temin etmeyi amaçlamıştır. Bu amaç koyunun kendisini zekât olarak vermekle gerçekleşebileceği gibi koyunun kıymet ve değerini vermekle de gerçekleşebilir. Ebu Hanife koyunun bizzat verilmesinin vacip olmadığını, vacip olanın ise, hangi maldan olursa olsun bu koyunun kıymeti miktarının verilmesi olduğunu ifade etmiştir. Nastaki “bir koyun” ifadesinin hass bir lafız olmasına rağmen Hanefiler bu hass lafzı ki (yani bir yönüyle bu yasa metnini) “bir koyun” lafzını maksadına göre te’vil etmişlerdir. Şâfiî bu hadisin lafzî yorumuna sadık kalmıştır. Bugün de toplumsal problemler karşısında yeni yorumların yapılması kaçınılmazdır. Yoksa kaş yapayım derken göz çıkartılabilir. Bugün bütün ihtilafların kaynağını bu lafız ve mekasid ilişkilerinde yattığı sanılmaktadır. (ÇOK CAHİLLE TARTIŞTIM FAKAT HİÇ BİRİNDE YENEMEDİM) Saygılarımla.