Batı dünyası mevcut formunu farklı bileşenlerin kesişme noktasında elde etmiştir. “Batı” dediğimizde her ne kadar ilk bakışta homojen bir varoluşa göndermede bulunulduğu düşünülmekle birlikte, Batı’nın kendi içerisinde sosyal, siyasal, ekonomik farklılaşmalar çerçevesinde tasnif edildiğini bilmekteyiz. Buradaki anlatımımıza konu ülkelerin ise daha çok İngiltere, Almanya, Hollanda, Fransa, İtalya, İspanya ve nihayetinde Amerika olduğunu belirtmeliyiz.
Batı’yı oluşturan bu bileşenleri tarihsel süreç içerisinde takip etmek mümkündür. Bunların başında Rönesans’tan başlayan düşünsel açılım gelmektedir. Bu düşünsel açılım fikir, düşünce ve ideolojilerin yoğun ortaya çıkışı yanında giderek kurumsallaşan üniversitelerde tebellür etmiştir. Dolayısıyla Batı’nın bugünkü medeniyet, refah ve öncülüğünde ciddi bir düşünsel ve bilimsel temel bulunmaktadır.
Bu bağlamda Batı üniversiteleri fizik ve tabiat bilimleri kadar sosyal bilimlerde de öncü rolünü devam ettirmektedir. Dünyanın diğer ülkeleri hem bilimsel hem de düşünsel kriterlerini Batı’ya göre ayarlamaya devam etmektedirler. Söz gelimi; Batı’daki endeks dergiler, Batı’daki eserler kendilerine atıf yapılarak diğer ülkelerde bilimsel ve düşünsel faaliyetler devam etmektedir.
Yine erken zamanlardan itibaren siyasal sorunlar da Batı’da epey uzun süren gerilimlerin ardından belirli bir çizgi ve performans üzerine oturtulmuştur. Erken zamanlardan itibaren başlayan sermaye birikimi, gelişen şehirler ve ticaret de Batı medeniyeti ve refahının gelişiminde önemli pay sahibidir. Şunu da belirtmek gerekir ki, Batı’nın üretim ve çalışma düzeni de bugün refahını besleyen bir ögedir.
Tam da bu noktada müslüman toplumların halklarının Batı’ya dair en önemli söylemleri, Batı’nın sömürgeci olmasıdır. Elhak Batı’nın sömürge yaptığı ve dünyayı çok farklı yollarla sömürdüğü doğrudur. Bugünki Batı’nın refahında sömürgeler de hala önemli pay sahibidirler.
Batı’nın ne olduğunun yanında onun nasıl algılandığı özellikle Batı dışı toplumlarda daha işlevseldir. Edward Said’in Oryantalizm’inde belirttiği üzere, Batı dışı toplumların halklarının Batı’ya dair yüceltici yüklemeleri, onların kendi özgül ağırlıklarının üzerinde algılanmasını beraberinde getirmektedir.
Tüm bunlara bakıldığında özelde müslüman toplumların Batı’ya yaklaşımlarında ikircikli bir tutum hemen göze çarpmaktadır. Batı bir yandan sömürgeci, çatışmacı, toplumların emeklerine el koyan bir entite, diğer yandan her bakımdan kendisine ulaşılması gereken ülkeler topluluğu. Bu, müslüman toplumlarda birkaç ilginç refleks ortaya çıkarmıştır. Kimileri sadece Batı’ya hayranlık boyutunu beslemektedir. Büyük oranda ise söylemde görülen Batı’ya yöneltilmiş negatif tavrın arkaplanında yatan Batı’ya dair duyulan derin pozitiflik ve hayranlık.
Modernleşme sürecinde müslüman toplumların derin bir sömürgeleşme ve travma döneminin içinden geçmekte olduklarını elbette bilmekteyiz. Burada en önemli sorun; müslüman halkların Batılı gibi yaşama istek ve talepleridir. Fakat müslüman halklar Batı’nın üniversitelerden çalışma hayatına kadar tarihsel süreçte bu hayat için ödedikleri bedeli hiç konuşmamaktadırlar. Dolayısıyla müslüman halkların maliyetini ödemedikleri bir refahı talep ettikleri aşikardır. Bu mentalite ise, birçok sorunun kestirmeden halledilebileceğine dair düşünce ve tavrın müslüman toplumlarda baskın olmasını sonuçlamıştır.
Maalesef müslüman toplumlar maliyeti ödenmemiş önerme, teori, hayatların örnekleriyle doludur. Söz gelimi; 1980’li yıllardan itibaren iddialarında el artırmış olan İslamcılığın bugün hesabı ortada kaldığından kendisini bir şekilde islami dünya görüşüyle irtibatlı gören hiç kimsenin maliyet ödemeye yanaşmaması oldukça ilginçtir. Yine Liberalizm, sosyalizm, sivil toplum namlı “ideoloji”, “kuruluş”, “hareket”ler, Türkçe’ye çevrilen metinlerindeki cümlelerin göndermeleri olan insan, coğrafya, düşüncelerin maliyetini ödemeden onların manifestolarını tekrar ederek bir refah yaşamak istemektedirler.
Dolayısıyla “birey”den habersiz ve devlete yaslanan bir liberallik, “işçi”siyle hiçbir kaderini paylaşmayan sosyalizm, sivillikten haberi olmayan ve bürokratik kurumsallaşmaya varan yapısıyla sivil toplumun temsil krizleriyle yaşamaya devam edeceğiz görünmektedir. Bu sebepten olsa gerek, bu topraklarda bugün kurulan cümlelerin tarihsel, kültürel, sosyal, siyasal vb. derin göndermelerine ulaşamadan sığ hacimli piyasada bir finans enstrümanına dönüşmesi tesadüf sayılabilir mi?
Burada bütün boyutlarıyla Batı tarzı bir yaşamı pozitif ve negatif boyutlarıyla kritik etmedim. Sadece müslüman toplumların arzularının mahiyeti ile bu arzuların maliyetini ödemeye yanaşmadan gerçekleşebilirliğini sorunsallaştırdım. Bu sorunun halledilebilmesi ise, en başta “maliyetini ödeme(yeme)yeceğin hayatı arzu etme” şeklinde özetlenebilecek mottoyu eğitim ve zihniyetin temeline yerleştirmekle olacaktır.