Son yıllarda dünyaya açılmış toplumlarda en dikkat çeken ortak özellik tereddüt ve ne yapacağını bilememe halidir. Bir bakıma bu durum ilgili toplumların hiçbir zaman neredeyse hiçbir şeyi planlayarak yapamadıklarını ve kimi antropologların Batı dışı toplumlara ilişkin indirgemelerinin haksız olmadığını akla getirebiliyor. Bu vakıada gerçek şuradadır: Amerikan rüyası sayesinde dışarıdan ekonomik olarak desteklenirken içeriden bireyselleşmeye ikna olmuş ve bu arada iç bünyesindeki bütün toplumsal farklılıkları toplumsal özne olmaya davet etmiş toplumlara akan para kesilince ortada müthiş bir kararsızlık belirdi. Bu kararsızlığın üretebileceği en gerçekçi soru da şöyle dile getirilebilir: Kendi üretimi olmayan toplumlara gelen ekonomik destekler tükendikten sonra karmaşa halinde birlikte yaşayan toplumun idaresi nasıl olmalıdır? Bu toplumun idaresi hegemonya (tahakküm) olmaksızın mümkün olamayacağına göre söz konusu hegemonya nasıl olmalıdır?
Bu bağlamda kaleme alınmış olup ekonomi, siyaset bilim, eğitim, kadın çalışmaları ve adalet gibi alanları ilgilendiren birçok yeni araştırma bulunmaktadır. Son zamanlarda inceleme olanağı bulduğum Alex Williams’ın Political Hegemony and Social Complexity: Mechanisms of Power After Gramsci (Siyasal Hegemonya ve Sosyal Karmaşıklık: Gramsci’den Sonra Güç Mekanizmaları) adlı kitabı başta olmak üzere,[1] Lillian Corbin ve Mark Perry’nin editörlüğünde hazırlanmış Free Trade Agreements: Hegemony or Harmony’si (Serbest Ticaret Anlaşmaları: Hegemonya ve Uyum),[2] Peter Mayo’nun Hegemony and Education under Neoliberalism Insights from Gramsci’si(Neoliberalizm Altında Hegemonya ve Eğitim: Gramsci’den İçgörüler),[3] Chris Haywood, Thomas Johansson, Nils Hammarén, Marcus Herz ve Andreas Ottemo’nun The Conundrum of Masculinity Hegemony, Homosociality, Homophobia and Heteronormativity’si (Erkeklik Bilmecesi: Hegemonya, Homo-sosyallik, Homofobi ve Heteronormatiflik),[4] Luiz Alberto Moniz Bandeira’nın The World Disorder: US Hegemony, Proxy Wars, Terrorism and Humanitarian Catastrophes’i (Dünyanın Düzensizliği: ABD Hegemonyası, Vekâlet Savaşları, Terörizm ve İnsani Felaketler)[5] gibi dikkat çekici çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmaların tamamında çözülmeye çalışılan en önemli sorun, bir taraftan her toplumu kendi içinde mümkün olduğunca iç unsurlardan ayrıştırarak heterojenleştirmekle diğer taraftan kendi içinde birbirinden ayrıştırılmış bu toplumların bireyselleşmişlik bakımından tüm dünyada ortak özelliklere sahip olmalarını beklemek arasındaki çelişkidir. Açık bir deyişle, kendi toplumsal özelliklerini terk eden ve ayrışmaya alışan insan bireylerinin küresel toplumsal özellikleri kabul etmeleri beklenmektedir. Bu onlara özgürleşme olarak sunulmakta, ama artık ABD herhangi bir topluma maddi yardımda bulunmamaktadır. Bu arada sunulmuş özgürleşmeye alışmış insanlarla bu süreçleri sorgulayan az sayıdaki insan arasında ve söz konusu ikisi gruptan deneyimsel olarak ayrı ve her şeyden habersiz bazı genç insanlar arasında görüş ayrılıkları yaşanabilmektedir. Küreselleşme, bu çelişkinin, iletişim ve uyum sorununun çözümünde herhangi bir öneri geliştirmemiş olup, eldeki yeni metinler de aslında sahadaki bölgesel aktörlerin kendi deneyimlerinden elde ettikleri ilk verileri yansıtmaktadır. Bu durum, tıpkı küresel kültürler gibi bölgesel kültürlerin de her bireye tahakkümde bulunarak sorunları çözmeye çalışmalarıyla sonuçlanmaktadır. Burada önemli bir ayrıntı, yerli kültürlerde iktidar merkezleri ve hegemonyanın çok çeşitli oluşudur. Artık sivil toplum kuruluşlarından dar anlamda bir apartman yönetimi ve aileye varıncaya değin parayı kazanan veya kişilik olarak baskın davranan her kimse o hegemonyaya başvurabilmektedir.
Amerikan rüyasının maddi yardımdan kaçınmaya başlamasından sonra tüm dünya toplumlarında fark edilen en önemli gerçeklik, bu rüyanın tanımlayıp olumsuzladığı erkekliğin veya maskülenitenin toplumsal yaşamda yeniden ve üstelik merdiven altından meşrulaşması olmuştur. Yalan, strateji, baskılama, kandırma, hırsızlık ve gasp gibi ancak Afrika’nın geri kalmış toplumlarıyla ilişkilendirilebilen birçok yanlış insan özelliği –ki bunlar toplumsal cinsiyet yaklaşımları tarafından genellikle güç sahibi olmak veya erkek olmakla özdeşleştirilmişti-, yetkin ve kazanan insan olmanın meşru ölçütleri haline gelmeye başladı. Nitekim post-truth (gerçeklik-sonrası) terimi muhtemelen bu deneyimlerle kendini güncelleyecektir. Ülkemizde özellikle aydın muhafazakâr insanların hâlâ kadınlık ve erkekliği saf bir şekilde geleneksel dinsel kodlar ve kadın hakları ikileminde tartışıyor olmaları yaşanılan çağ açısından ilginçtir. Toplumsal cinsiyetlendirmenin vaat ettiği toplumsal denklik ölçütlerinin de ekonomiye bağımlı olduğu ve ekonomi olmadığında insanların ahlaki iyilikle ilişkisinin askıda kaldığı tüm dünyada yeni yeni fark edilebilmektedir. Fark edilebilen başka bir gerçek ise, total durumda Amerikan rüyasının tüketim toplumuna adapte olmak dışında yerli kültürlere üretkenlikle ilgili pek bir şey kazandıramadığıdır. Amerikan rüyasının ötekileştirdiği güçlü erkek tiplemesinin düşüşüyle sözgelimi bazı ülkelerde dinsel hakların meşruiyet kazanmasının birlikte meydana gelişi ve bu arada aynı dönemde geleneksel dinsel kodlarla erilliğin güç kazanmasının arzu edilmesinin gelişimi beraberdir ve birbirine ters bu üç gelişmenin beraberliği son derece ilginçtir. Bunların hepsi birlikte toplumsal karmaşanın ayrıntılarından sadece bazılarıdır.
Marcus Herz ve Andreas Ottemo’nun The Conundrum of Masculinity Hegemony, Homosociality, Homophobia and Heteronormativity adlı ortak kitabını basitçe bir cinsel yönelim ve cinsel kimlik meselesinden ziyade paranın dünyadaki dağıtımı ve dolaşımı üzerinden okumak gerekmektedir. Küreselleşme tüm dünyada parayı kendi dağıtmak istemekte ve dağıtırken de insanların nasıl insanlar olacaklarına karar vermektedir. Şu anda sorun, paranın dağıtılmaması ve merkezde bulunmaya alışmış çeşitli öznel kimliklerin üyelerine bireyselleşmeye aykırı görünen ama aslında küreselleşmeyle uyumlu baskılarda bulunuyor olmalarıdır. Tüm dünya literatüründe devlet çok tartışılmaktadır, ama hegemonya günümüzde devletle değil toplumla ve toplumu meydana getiren bireylerle ilgili bir sorundur. Devletlerin sorun olabilecekleri yer paranın dağıtımıyla ilgili olabilir. Fakat paranın yaratımı ve dolaşımını tartışmaksızın sürekli pozitif kavramların birbirleriyle ilişkilerine yer vererek gerçek tartışmaları erteleyenlerin de devleti tartışmaya hakları olmamalıdır. İki kişilik ilişkide bile yöneten ve yönetilen rollerinin bulunması gibi Michel Foucault’nun katkısıyla daha minimal seviyede tanımlanabilecek -Antonio Gramsci’nin haber verdiği- hegemonyaya katılmaktan vazgeçmek veya hegemonyasız olmuyorsa ondaki şiddet ve maliyeti azaltmak ancak bütün maliyet ve giderlerin açıkça hesaba dâhil edilebilmesiyle mümkün olabilir. Şu anda Amerika Birleşik Devletleri ve başka Batılı merkezler kadar sözgelimi Nijerya’daki yerli grupların da baskıladığı ve hegemonyanın her yerde birlikte yaratılarak desteklenip devam ettirildiği bir aşamasından söz ediyoruz. Hiç olmazsa örneğin Nijerya insanı veya ilgili yerli gruplar bu kolaycılık ve konformizmden vazgeçmeden hegemonyanın olumsuz versiyonlarından kurtulmak mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte hegemonyasız bir ilişki ve yönetim de mümkündür, ama tabiat ve gerçek yaşama katılmak gerekmektedir.
KAYNAKLAR
[1] Alex Williams, Political Hegemony and Social Complexity: Mechanisms of Power After Gramsci, Norwich: The Palgrave Macmillan, 2020.
[2] Lillian Corbin, Mark Perry (Ed.), Free Trade Agreements: Hegemony or Harmony, Singapore: Springer, 2019.
[3] Peter Mayo, Hegemony and Education under Neoliberalism Insights from Gramsci, London, New York: Routledge, Taylor and Francis Group, 2015.
[4] Chris Haywood, Thomas Johansson, Nils Hammarén, Marcus Herz, Andreas Ottemo, The Conundrum of Masculinity Hegemony, Homosociality, Homophobia and Heteronormativity, London, New York: Taylor and Francis Group, 2018.
[5] Luiz Alberto Moniz Bandeira, The World Disorder: US Hegemony, Proxy Wars, Terrorism and Humanitarian Catastrophes, Cham/Switzerland: Springer, 2017.