1800 lü yılların başlarında, Ege deniziyle çevrili Sakız Adası’nın halkı Osmanlı buyruğu altında çok ağır olmayan vergilerle kimselerin kendilerine dokunmamasından duydukları özgür yaşamla adeta özerk bir statüde hayatını sürdürmekteydi. Özgürce yaşayarak ticaret yapan ve keyiflice bir hayat süren halk için Sakız Adası adeta cennet gibiydi. Bu mutlu evlerin birinde 1818 yılında Ege denizinin parlak maviliğine gözlerini açan bir oğlan çocuğu dünyaya geldi. Yunanlıların bağımsızlık için isyan çıkardıkları 1821 yılında henüz üç yaşına basmıştı. Samos Adası’ndan gelen Rum gemiciler isyanın Sakız Adası’na da sıçramasına sebep oldular. Bunun üzerine Osmanlı donanması 1822 yılında Sakız Adası’na çıkarma yaparak kargaşayı bastırdı. Yaklaşık 100 bin kişinin yaşadığı adada yaşanan olaylar sonrasında nüfusun yarısından fazlası hayatını kaybetti. Adada yaşanan bu acı olaylar ‘Sakız Adası Katliamı’ olarak birçok esere ve araştırmaya konu olmuştur. Ünlü Fransız Ressam Eugène Delacroix’in 1824 yılında ‘Sakız Katliamı’ adıyla yaptığı tablosu olan biteni ressamın gözünden özetlemekte ve tablo bugün Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir.
İsyanı bastıran askerler erkek çocukları köle, kız çocuklarıysa cariye olarak satmak için İstanbul’a getirdiler. Öyle bir kargaşanın ortasında sadece 4 yaşında ve olan biteni anlamaya çalışan küçük oğlan da o savaş ganimeti çocuklardan birisiydi. Elli kuruş veren herhangi birine satılacaktı. Ama 4 yaşındaki küçüğü Kaptanıderya Hüsrev Paşa aldı. Kimsesiz çocuğun talihi o an dönmüştü. Bu olay aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nda yüz yıllardır kış uykusuna yatmış sanatın ve entellektüelitenin uyanışına vesile olacaktı.
Koca Mehmet Hüsrev Paşa çocuğu olmadığından evlatlık almayı gelenek haline getirmiş çok önemli bir devlet adamıydı. Bu davranışının en önemli nedenlerinden biri de, paşanın geçmişinin de evlat edindiği çocukların kaderiyle benzerlik göstermesiydi. Hüsrev Paşa da küçücük yaşta İstanbul’a getirilmiş bir köle çocuktu. Onun yolu Enderun’a düşmüş, eğitimini sarayda tamamladıktan sonra kaptanıderyalığa, hatta sadrazamlığa kadar yükselmişti. Hüsrev Paşa evlat edindiği Sakız Adalı küçüğe İbrahim Edhem ismini verdi, onu Müslüman yaptı ve kendi öz oğlu gibi yetiştirdi. Hüsrev Paşa çocukların Fransa’da eğitim görüp tekrar memleketlerine dönmelerinin Osmanlı için daha hayırlı olacağı görüşündeydi. Böylece, Edhem sadece 12 yaşındayken üç arkadaşıyla birlikte Sultan II. Mahmud’un onayını da alarak Osmanlı’nın yurtdışına eğitim için gönderdiği ilk dört çocuktan biri oldu. Paris’te önce hazırlık okulunu okuduktan sonra, Madencilik Okulu’na girip burayı dereceyle bitirdi. Ülkesine döndüğünde Osmanlı’nın ilk maden mühendisiydi. Batıda aldığı iyi eğitim yanında edindiği tecrübelerle önemli ve modern bir bakış açısı da kazanmıştı. Kısa zamanda Paşa unvanını aldı ve ardından Osmanlı’nın ilk çağdaş yükseköğretim kurumu olan Darülfünun eğitime başlamasına önayak oldu. Sakız Adalı Edhem Paşa daha sonraları Ticaret, Bayındırlık, Dışişleri, Adliye, Eğitim ve İçişleri Nazırlığı (bakanlığı) yapmış, Şurayı Devlet’i yönetmiş, Osmanlı’nın Berlin ve Viyana elçiliğini üstlenmiş ve imparatorluğun parlamenter sisteme geçtiği dönemde sadrazamlık görevini de yürütmüştür.
İbrahim Edhem Paşa 6 kez baba olma sevincini yaşamıştır. Çocuklarından ikisi kız ve dördü erkektir. Aldığı modern eğitim ve gördüğü çağdaş uygarlık düzeyi doğrultusunda çocuklarının da iyi bir eğitim almasını düşünmüştür. Hariciye Nazırı iken büyük oğlunu kendisi gibi Paris’e okumaya göndermek niyetindedir. Aklındaki düşünce oğlunun Paris’i görmesi, oradaki çağdaş kültürü öğrenmesi ve hukuk okumasıdır. Babasından nasihatler dinleyip, babasının ellerini öptükten sonra, 1860 yılında oğlu Paris’e hukuk okumak üzere yola çıkar.
Bu gencin ayak bastığı ışıltılı Paris şehrinde dünyaca ünlü ressamlar, heykeltıraşlar, yazarlar, şairler ve filozoflar yaşamaktaydı. Babası Edhem Paşa’nın da eğitim gördüğü Institution Barbet okuluna kayıt oldu. Kısa zamanda Fransızcası gerçek bir Parisli aksanına yaklaşmıştı. Daha ilk yılında Paris’e hemen alışmış hatta kendini uzun yıllardır bu güzel şehirde yaşıyormuş gibi hissediyordu. Medeniyet denilen şeyin ne olduğunu artık iyice anlamıştı. Fransa’yla kendi ülkesi arasında gözle görülür bir fark vardı. Bu farkın nedenleri üzerine düşünmeye başlamıştı ister istemez. Osmanlı neden bu kadar geri kalmıştı? Hata neredeydi? İmparatorluğun Avrupa seviyesine ulaşabilmesi için neler yapılmalıydı? Kafasındaki sorulara yanıtlar bulabilmek için kitaplara yöneldi. Fransa tarihiyle ilgili kitaplar okumaya başladı. Bu kitaplarda, Osmanlı’nın tarihinde kendine pek yer bulamamış aydınlanma, sanayi, devrim gibi yeni duyduğu kavramlarla karşılaştı. Kafası biraz karışmış olsa da okumaya, öğrenmeye devam etti.
Edhem Paşa’nın zaman akıp geçtikçe gerçek bir Fransız centilmeni olan oğlunun adı Osman Hamdi’ydi. Babasının her yönden desteğini alan Osman Hamdi’nin dış görünüşü de kısa sürede yaşadığı şehre uyum sağlamaya başlamıştı. İlk önce fesini çıkartıp bir şapka aldı. Modaya uygun bir takım elbise diktirmişti. Aile yadigârı köstekli saatini her zaman cebinde taşıyordu. Gece dışarı çıktığındaysa bastonunu yanından ayırmıyordu. Yeni modern görünüşü ile her gece arkadaşlarıyla dışarı çıkıp, Paris şehrinin cömertçe sunduğu güzellikleri yaşamayı ihmal etmiyordu.
Institution Barbet’teki eğitimini tamamlayıp üniversite öğrencisi olarak hukuk fakültesine başladı. Zaman ilerledikçe hukuk fakültesinde gördüğü derslerin hiç ilgisini çekmediğini fark etti. Ezberlemek zorunda olduğu hukuk terimlerinden adeta nefret ediyordu. Okula gitmektense kaldığı pansiyon odasında karakalem resimler yapmak çok daha hoşuna gidiyordu. Sevdiği tek ders ise hukuk öğrencilerinin almak zorunda olmadığı arkeoloji dersiydi. O dersse haftada sadece 1 saatti. Diğer derslerinin sınavları hiç iyi geçmiyordu ve hukuk fakültesindeki durumu pek iç açıcı değildi. Osman Hamdi Paris’e geleli dört yıl olmuştu. Günlerden bir gün yaşlı bir Fransız profesörün saatler süren Roma hukuku dersindeydi. Ders süresince geçmek bilmeyen saniyelerde profesörün kelimeleri adeta kurşun gibi göğsüne saplanıyordu. Ders biter bitmez hızlı adımlarla okul binasının bahçesine çıktı ve derin bir nefes alarak bahçenin taze havasını içine çekti. Ardından öğrencilerin genellikle gittikleri bir kafeye oturdu. Ne istediğini soran garsona nazikçe içecek bir şeyler sipariş etti. Etrafındaki masalarda kendisi gibi üniversite öğrencilerinin cıvıl cıvıl sohbetleri arasında Osman Hamdi düşünmeye başladı. Gerçekten hukuk okumak istiyor muydu? Daha önce kimsenin ona bu soruyu sormadığını fark etti. Şimdi kendi kendine soruyordu bu önemli soruyu. Hukuk okuması babasının kararıydı. Çok önceden başkaları tarafından yolu belirlenmişti.
‘Ben ne istiyorum?’ diye sordu kendi kendine. Cevap çok basitti: Resim yapmak istiyordu. Garsonun getirmiş olduğu, konyak katılmış kahvesinden bir yudum aldı ve çocukluğu belirdi düşüncelerinde. Bir gün babası Fransız bir ressamla birlikte gelmişti eve. Osman Hamdi on bir yaşlarındaydı. Annesi Fatma Hanım oğlunu ayrı bir özenle giydirmişti o gün. Altın rengi işlemeleri olan lacivert ceketi ve ufacık kırmızı fesiyle bu küçük model, nefesini tutup saatlerce Fransız ressama poz vermişti. Çocuk heyecanı ve sabırsızlığıyla ressamın karşısında kıpırdaman durmaya çalıştığını hatırladı. Bir yandan pozunu bozmadan durmaya çaba gösterirken, bir yandan meraklı gözlerle tuvalin arkasında, ciddi bir ifadeyle işini yapan ressamı inceliyordu. Ressam bir ona, bir önündeki resme bakarak fırçasını tuvalin üzerinde hareket ettiriyordu. Oysa her fırça darbesinden sonra hemen kalkıp ressamın önündeki tuvale bakmamak için çıldırıyordu adeta. Ama resmi görebilmek için saatlerce beklemesi gerekmişti. Ressam tabloyu bitirdiğinde onu ilk olarak babası Edhem Paşa’ya göstermişti. En sonunda Osman Hamdi babasının elindeki resmi ilk kez gördüğü o anı ömür boyu unutmayacaktı. Karşısında kendini bulmuş, adeta büyülenmişti. Küçücük yüreğinin heyecanla çarpışlarını hisseder gibi oldu.
Osman Hamdi birden, on bir yaşındaki o güzel andan kafede oturduğu masasına geri döndü. Zihninde canlanan o sihirli anın gülümseten hisleri yerini endişeli düşüncelere bıraktı. İstediği tam olarak Hukuk fakültesini bırakmak olsa da, bu fikir onu dehşete düşürdü. Devlet bursu almadığı için tüm masraflarını babası karşılıyordu. Ailesi onu ne hayallerle, umutlar ve zorluklarla Paris’e göndermişti. Ama kararlıydı. Bir mektup yazarak babasının ağzını aramaya karar verdi. İbrahim Edhem Paşa birkaç ay önce Maarif Nazırı olmuştu. Dev bir imparatorluğun tüm eğitim işlerini yöneten babasına acaba bu düşüncesini nasıl anlatabilecekti?
Eve yazdığı mektubunda hukuk okulunun iyi gittiğini ve bunun yanında resme de merak sardığını uygun bir şekilde dile getirdi. Paşaya da “Resim yapıyorum diye bana sakın kızmayın babacığım, bundan asla vazgeçmeyeceğim” diye de yazarak kararlılığını gösterdi. Zarfı postaya verdikten sonra günlerce İstanbul’dan gelecek mektubu heyecanla bekledi. Cevap geldiğinde zarfı sabırsızlıkla açarak mektubu okumaya başladı. Edhem Paşa oğlunun resme duyduğu ilgi üzerine çok fazla bir şey yazmamıştı. Ne de olsa Paşa da Paris gibi medeni bir şehirde yaşamış ve eğitim almış bir insandı. “Resim önemli bir sanattır” özetinde birkaç cümle yazmıştı. Bu satırları Osman Hamdi büyük bir gülümsemeyle okuyordu çünkü babasının kendisini desteklediğini düşündüren cümlelerdi bunlar. Ama “Bir hukukçu olarak ileride pek boş vaktin olmayacak …” diye sonlanıyordu mektup. Osman Hamdi kendisini babasına tam olarak anlatamadığını hissetti. Ama çok önemli değildi. Bundan sonra hukuk eğitimiyle resim çalışmalarını birlikte yürütmeyi planlıyordu. Hukuk fakültesindeki derslerini kaçırmıyor ama tüm boş vakitlerinde de Paris’teki resim atölyelerini geziyordu.
Osman Hamdi’nin yolu en sonunda, iki yüz on altı yıllık tarihi akademi Beaux Arts’ın binası önüne çıktı. Okulun içine girip avlusunu gezdiğinde adeta büyülenmiş gibi çevresini izliyordu. Hukuk fakültesinden ne kadar farklıydı. Köklü bir ekole sahip okul kolay kolay öğrenci kabul etmiyordu. Özellikle yabancı bir öğrenci adayı için okula kabul almak çok zordu. Ama Osman Hamdi kararını vermişti, bu okulda olmalıydı. Günlerce uğraştı ama yine de okula asli öğrenci olarak kayıt olmayı başaramadı. Bu tatsız süreçte bir de İstanbul’dan kötü bir haberle sarsıldı. Altı yaşına henüz basan küçük kardeşi Abdullah hayatını kaybetmişti. Çok zor zamanlardı ama hayat devam ediyordu. İstanbul’da resim eğitimi alabileceği bir okul yoktu. O nedenle Paris’te kalarak Beaux Arts’da okumanın bir yolunu bulmak için çaba göstermeliydi. Uğraşıları sonucu konuk öğrenci olarak dersleri takip etme izni almayı başardı. O yıllarda Beaux Arts okulu resim bölümünde Isidore Pils, Gustave Boulanger ve Jean Leon Gerome gibi çok önemli üstatlar vardı. Akademideki eğitim usta çırak ilişkisine dayanıyordu. Öğrenciler ustalarının atölyelerinde ve onların gözetiminde çalışmalarını sürdürerek eğitim alıyorlardı. Zaman geçtikçe Osman Hamdi Boulanger ve Gerome ile çalışmayı seçti. Daha sonraları özellikle Gerome gibi önemli bir sanatçıyla yaptığı çalışmalarda çok şey öğrendi. Tüm bu çabaları sonunda Osman Hamdi ressam olmaya ve dahası oryantalist bir ressam olmaya aslında en başında karar vermişti.
Önemli bir ekole sahip Beaux Arts okulunda resim eğitimi yanında, orada tanıştığı arkadaşları ve hocaları sayesinde hayata dair önemli birikimler de edinmeye başlamıştı. Resim eğitimine başladıktan sonra özellikle sık sık Louvre Müzesi’ne gidiyordu. Müzenin içine girdiği anda sanki başka bir dünyaya geçiş yapmış gibi hissediyordu kendini. Zamanın ve mekânın olmadığı bir boyuttaydı sanki. İnsanın tarihi ve sanatı ancak böylesi müzelerde görüp, hissedebileceğini fark etmişti. Her fırsatta gidip içinde saatlerce kaybolduğu Louvre onun için ikinci bir okul olmuştu. Bu noktada akıllara ister istemez şöyle bir soru geliyor. Babası Edhem Paşa’nın doğduğu Sakız Adası’ndaki acı olayları betimleyen Delacroix’in ‘Sakız Katliamı’ isimli tablosu önünde durup neler düşünmüştür acaba Osman Hamdi?
Bir gün yine müze koridorlarında hayranlıkla adım atarken “Venus de Milo” heykeli önünde duruverdi. Antik Yunan heykel sanatının en ünlü örneklerinden biri olan bu Venüs heykeline bakarken derin bir iç çekti. Heykel 40 yıldan fazla bir süre önce Ege’deki Milos adasında bulunmuş ve buraya getirilmişti. Milos Adası Osmanlı toprağıydı ama ne yazık ki heykeli bulanlar onu Fransa’ya göndermişlerdi. Benzer şekilde Osmanlı toprağı altında Antik Yunan medeniyetinin aşk ve güzellik tanrıçalarından kim bilir kaç tane daha vardı. Bir an önce bu saklı güzelliklerin gün yüzüne çıkarılması gerektiğini düşündü Osman Hamdi. Ama bu işi kim yapacaktı? Anadolu’da araştırma yapan tüm arkeologlar Avrupalıydı ve kazılarında bulduklarını hemen ülkelerine kaçırıyorlardı. Osmanlı’da bu durumu engelleyebilecek yasalar ve kanunlar yeterli değildi. Bir yandan şöyle bir durumda vardı: bulunan eserler İstanbul’a gelse ne olacaktı ki sanki! Bulunan bu değerli eserlerin sergilenebileceği bir müze binası bile yoktu İstanbul’da. Diyelim ki sergilenebilecek alan da bulundu, bu sefer başka bir sorun vardı. Örneğin Osman Hamdi’nin karşısında durduğu çıplak Venüs heykelinin İstanbul’da teşhir edilmesi çok mümkün değildi. Din adamları, ahlaksızlık aldı başını gitti diye ayağa kalkarlardı. Oldu ki sergilendi; kim gelip bakardı bu taştan kadına. Kendi ülkesindeki eksiklikle bir kez daha yüzleşmişti Osman Hamdi. Çok derin bir sıkıntı kaplamıştı içini.
Paris’te yıllar yılları kovalarken Osman Hamdi okumaya, sorgulamaya, resmetmeye, öğrenmeye, düşünmeye ve gelişmeye devam etti. 1864 yılında 22 yaşındayken Paris’te tanıştığı Marie isimli bir Fransız kızla evlendi ve 10 sene süren evlilikleri sırasında iki tane kızları dünyaya geldi. Osman Hamdi 1869 yılında İstanbul’a döndüğünde 27 yaşına gelmişti. Aynı yıl Bağdat İli Yabancı İşler Müdürlüğü görevine getirildi. O yıllarda Batı tarafından hasta adam olarak adlandırılmaya başlayan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en önemli devlet adamlarından biri Midhat Paşa’ydı. İmparatorluktaki en reformist yöneticiydi. Midhat Paşa on yaşında Kuran’ı hıfz etmiş ve gençliği boyunca Fatih Camisi’nde verilen derslerin hiçbirini kaçırmamıştı. Daha sonra Avrupa’yı gezmiş, Batı’nın ulaştığı uygarlık seviyesini bizzat görmüştü. O andan itibaren de Avrupa’da tecrübe ettiği modern hayat kişiliğinde ön plana çıkmıştı. Paşanın aklında çok önemli fikirler vardı. İlk olarak padişahın bile uymakla yükümlü olacağı bir anayasa olması gerektiğini düşünüyordu. Böylece herkesin özgürlüğü yasalar ile güvence altına alınacak ve keyfi uygulamalar son bulacaktı. Midhat Paşa Bağdat Valisi olarak görevlendirilmişti ve Osman Hamdi de onunla birlikte görev yapacaktı. Batıda edindiği entelektüel birikimle ülkesine dönen 27 yaşındaki gencin hayallerini süsleyen işler çok başkaydı ve haliyle doğunun en ücra köşesinde yer alan bu görevi de aslında hiç istemiyordu. Buna karşın, Osman Hamdi Bağdat’da Midhat Paşa ile görev yaptığı yıllarda kendisinden çok şey öğrendi ve ömrü boyunca kendisine büyük saygı duydu. Batı’nın ışıldayan yıldızı Paris’ten sonra Doğu’nun en ücra köşelerinden biri olan Bağdat’da geçirdiği iki yıl Osman Hamdi’ye aslında çok önemli bir birikim ekledi. Paris’te dünyayı ve medeniyeti tanımıştı, Bağdat’da ise kendini daha iyi tanıma fırsatı buldu.
1871 yılında Osman Hamdi iki yıl aradan sonra tekrar İstanbul’daydı. Babası Edhem Paşa tam o sıralarda Bayındırlık ve Ticaret Nazırı olarak göreve başladı. Paşanın onayıyla Osman Hamdi 1871’de Yabancı Yayınlar Müdür Yardımcılığı’na atandı. Bu görevi sırasında yazma işine daha farklı bakmaya başladı. Yazmak da tıpkı resim yapmak gibiydi. İkisinde de boş bir kâğıdı sadece kendi kafasında olanlarla dolduruyordu insan. Eve geldiğinde akşamları Fransız tiyatro geleneğine uygun piyesler kaleme almaya başladı. Bir gün yazdıklarının sahnelenip sahnelenmeyeceğini düşünmeden sadece keyifle yazmaya devam ediyordu. Zaman geçtikçe yazdığı piyesler sahnelenmeye başladı. Osmanlı tiyatrosunda ilk oynanan oyunu ‘İki Karpuz Bir Koltuğa Sığmaz’ isimli piyesiydi. Oyun iki evli Ermeni kadının aynı erkeğe âşık olmasını anlatan bir komediydi.
1873’de Viyana’da Uluslararası Sergi Komiserliği görevi sırasında yine ismi Maria olan Fransız bir kızla tanıştı ve ikinci evliliğini gerçekleştirdi. Evlilikten sonra eşinin adı Naile oldu. 1875 yılında 33 yaşındayken Kadıköy’e şehremini olarak atandı. Yani Kadıköy’ün ilk belediye başkanı oldu. Osman Hamdi, belediyelerin sadece yol inşa etmek, çöp toplamak gibi somut görevlerle sınırlandırıldığı bir dönemde, bu görev tanımına ilk kez sosyal konuları, kültürü, sanatı, resmi, kent tarihini koruma gibi konuları da eklemiş; Kadıköy’deki ilk sanatsal ve arkeolojik çalışmaların yürütülmesini sağlamıştı. Daha sonraları Osman Hamdi kırk yaşına yaklaştığında 11 Eylül 1881 tarihinde Müze-i Humayun’da müdürlük görevine atandı. Büyük anlamda tarihi etkiler yaratmaya başlayacağının habercisiydi bu görev. Müze müdüründen beklenen Çinili Köşk’teki birkaç parça tarihi eseri uygun biçimde sergilemesi ve bazı envanter çalışmaları yapmasıydı. Ama Osman Hamdi’nin aklında çok daha fazlası vardı. Paris’te öğrenciyken Louvre Müzesi’nde geçirdiği saatleri unutmamıştı. Müzenin sadece eski eserleri ziyaretçilere gösteren bir yer olmadığını öğrenmişti orada. Osman Hamdi müzesinde çok geniş bir kültür yelpazesinde derin bir kültüre sahip Osmanlı topraklarına özgü bir sentez geliştirecek ve ayrım yapmadan tüm etnik kökenlerden gelen eserleri toplayacaktı. Bunun için hem dış dünyayla, hem toplum baskısıyla çok mücadele ederek, birçok reformlar yaptı ve batılı anlamda müzeciliği Osmanlıya getirdi.
Osmanlı’daki tarihi eserler ile ilgili kanunlar çok yetersizdi ve Avrupa Osmanlı topraklarından çıkan eserleri kolayca kendine alıyordu. Osmanlı’da sanat ve tarih eserlerine değer veren bir zihniyet de yoktu üstelik. Osman Hamdi’nin işi çok zordu ama kararlıydı, ne olursa olsun ülkesi için insanlık değerleri için mücadele verecekti. Avrupa Osman Hamdi’nin yapmak istediği değişikliklerden hiç hoşnut değildi. Çünkü eskisi gibi Osmanlı toprağından çıkan eserleri artık kolayca alamayacaklardı. Hem Avrupa’ya karşı hem ülkesindeki yanlış tutumlara karşı çok savaş verdi. Hukuk fakültesinde sevdiği tek ders olan arkeoloji dersinde edindikleri kendisine bu alanda çok yardımcı oldu. Yaptığı arkeolojik kazılar ve ülkenin topraklarına ait kültürel değerleri sahiplenme bilinciyle çıkarttığı Asar-ı Atîka Nizamnamesi ile Türk tarih ve arkeolojisine büyük katkılarda bulundu. Yaptığı önemli arkeolojik kazılar arasında Lagita Tapınağı ve İskender Lahiti de bulunuyordu.
Osman Hamdi müze faaliyetleriyle yakından ilgilenirken, Maarif Nezareti’nde ise güzel sanatlar üzerine eğitim verecek bir yüksekokulun kurulması fikri gündemdeydi. Güzel sanatların her dalı Osmanlı’da çok ihmal edilmişti. Halk dini önyargılar nedeniyle yüzyıllardır temel sanatlardan uzak kalmıştı. Koca imparatorlukta sanatçılar yetiştirebilecek tek bir yüksekokul kurulmamıştı. Osmanlı’nın ilk akademisinin adı Sanay-i Nefise oldu. 1882 yılında okulun yöneticisi olarak Müze Müdürü Osman Hamdi Bey’in göreve getirildiği açıklandı. Osman Hamdi birkaç ay arayla çok önemli iki kurumun yöneticisi olmuştu. O sıralarda çok zor günler yaşayan bir imparatorluğun tüm kültür ve sanat vizyonu artık kendisine teslim edilmişti. Bu önemli işi yürütürken devletin yüzyıllardır gelen resmi eğitim anlayışıyla, çağdaş medeni anlayış arasında da doğru bir denge kurması en önemli zorluklardan biriydi. Devletle olan yazışmalarında politik bir dil benimsese de, Osman Hamdi’nin aklındaki Sanay-i Nefise’de birebir olarak Beaux Arts’ın eğitim anlayışını hayata geçirebilmekti. Diğer yandan, yöneticisi olduğu okulun adı sadece kâğıt üzerindeydi. Ne eğitimin yapılabileceği bir bina, ne bugüne kadar hiç düşünülmemiş dersleri verecek hocalar, ne de öğrenciler vardı ortada. Savaşlarla zor günlerdeki imparatorlukta ciddi bir para sıkıntısı da cabasıydı. Hem müze ve arkeoloji kazıları, hem de tek bir tuğlası bulunmayan yüksekokul için para bulunması da gerekiyordu. Osman Hamdi kararlıydı ve tüm bu sorunların üstesinden gelirken, nefes almak için tuvalin karşısına geçip resim yapmaya devam ediyordu.
Osman Hamdi Bey hiç yılmadı, üst üste gelen tüm sorunlarla mücadele etti. Ülkesindeki çok önemli arkeolojik kazıları bizzat yöneterek çok değerli eserleri müzeye kazandırdı. Bu değerli eserlerin sergilenmesi için 1891 yılında ilk Türk müze binası olan İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni açtı. Osman Hamdi’nin benzer şekilde Osmanlı hizmetine kazandırdığı tüm modern binalarda çok yakın dostu, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin mimarlık bölümünün kurucusu ve ilk mimarlık hocası Alexandre Vallaury imzası vardı. Osman Hamdi Bey tarafından Mimar-ı Şehir olarak anılan bu değerli, entelektüel mimar İstanbul’a çok önemli yapılar kazandırmıştı. Vallaury binalarında Osmanlı kültürü ile batının değerlerini çok güzel bir biçimde birleştirerek İstanbul’un yüzünü medeniyete dönen yeni siluetinin en önemli mimarlarından biri olmuştur.
Babasının Dâhiliye Nazırı olmasından faydalanarak vilayetlere gönderilen genelgeler ile Anadolu’nun her yerinden eserler İstanbul’daki müzeye gönderildi. Osman Hamdi tarihimize, değerlerimize ve kültürümüze sahip çıkmaya devam ediyordu. Sıfır noktasından başlayarak kurduğu, bugünkü adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan Sanayi-i Nefise Mektebi ile Osmanlı’da sanatın var oluşunda yön verici, dev bir adım attı. Geri kalmış bir zihniyetle savaş vererek ülkesini uygarlığa taşımaya çalıştı. Doğunun zengin kültürüne sahip topraklarının bu güzel halkı da Osman Hamdi’nin sesini duydu. Değişim hiçbir zaman kolay değildi, doğu kültürünün tekrar kendini hatırlaması da zaman alacaktı. Osman Hamdi de sabırla anlatmaya, öğretmeye, gelişime önayak olmaya devam edecekti. Bir yandan da fırçasından önemli tablolar çıkmaya devem ediyordu. On bir yaşında tuvalde ilk kez gördüğü çocuğu tuvallerden ayırmıyordu. Resmin büyüsüne kapılan o çocuk yine tablolarının baş figürlerindendi. Sadece zaman geçtikçe Osman Hamdi’nin tablolarında o çocuk da büyüdü, büyüdü ve yaşlandı. 1906 yılında yaptığı, dünyaca ünlü ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ tablosu başyapıt eserlerinden biridir. İstanbul’da Pera Müzesi’nde görebileceğiniz bu muhteşem tablo belki de Osman Hamdi’nin hayatını ve düşüncelerini en iyi yansıtan sanatsal belgedir. Yaptığı eserlerden ‘Kur’an Okuyan Kız’ isimli tablosu 2019 yılında Londra’daki Bonhams Müzayede Evi’nde düzenlenen açık artırmada 6 milyon 315 bin 62 sterline (o zamanki kurla 44 milyon 122 bin 230 TL’ye) satıldı. Tablo, şimdiye kadar dünya genelinde bir Türk sanatçıya ait satılmış en pahalı eser oldu.
Osman Hamdi batıda aldığı çağdaş eğitim ve birikimle, doğuda yaşadığı renkli ve derin kültürü çok iyi sentezlemiş bir sanatkârdı. Çok emek harcayarak başardığı tüm işlerde, doğuda zaten var olan önemli kültürü sahip çıkarak, çağdaş düzeye getirdi ve ülkesinin insanlarına bunu estetikle sunmayı ve hatırlatmayı başardı. Aynı zamanda bu topraklardaki engin kültürü dünyaya da çok iyi biçimde tanıtmış oldu. Osmanlı’nın birçok döneminde, özellikle güçlü olduğu dönemlerde önemli tüm devlet adamları zaten vizyon sahibi, okuyan, dünyadaki gelişmeleri takip eden, bilim ve sanatın değerini bilen kişilerdi. Bu toprakların kültür zenginliğinin renklilik olduğunu çok iyi kavramışlardı. Öyle ki Osmanlı İmparatorluğu’nda 36 padişahın 28 tanesi şairdir. Birçok padişah aynı zamanda pek çok sanat ve bilim dalıyla yakından ilgilenmiştir. Bu dev imparatorluk ne zamanki dünyadaki çağdaş gelişmelere, bilime ve sanata sırtını döndü işte o zaman hasta olmaya başladı. O zor dönemlerde bile, yine bu toprakların zengin kültüründe yetişen Osman Hamdi gibi pek çok aydın insan, insanlığın önemli değerlerine sahip çıkarak ülkelerine ve insanlığa hizmet etmeye devam ettiler. Osman Hamdi bu değerli toprakların insanlarıyla el ele medeniyet duvarını aşmayı başardı. Kaplumbağa hızının sabrında ve erdeminde ama tıpkı Can Yücel’in şiirde sevgi duvarını aştığı gibi.
Osman Hamdi’nin nasıl bir ileri görüş sahibi olduğuna ve üretkenliğine bir örnek vermek istiyorum. 1890’lı yılların ortalarında, akşamları eve geldiğinde müzenin, akademinin, kazıların yoğun işlerinden vakti kaldığı anda hemen odasına kapanıp bir şeyler çiziyordu. Ama her zaman olduğu gibi tuvale çizim yapmıyordu bu sefer. Masasının üzerinde serili olan kâğıtlar mimarların kullandığı türden dikdörtgen kâğıtlardı. Naile Hanım kocasının ne ile uğraştığını merak etti ve bir gece odaya çay getirdiğinde eşine “Bunlar da nedir Hamdi?” diye sordu. Çizimlere şöyle bir baktığında, “Yoksa yeni bir kazı mı planlıyorsun?” diyerek kocasının üzerine dikti gözlerini. Osman Hamdi çizimlerinin içine gömülmüş heyecanla çalışıyordu. Soruları duyunca, kafasını hiç kaldırmadan gülmeye başladı ve cevap verdi “Evet”. Tebessümle konuşmaya devam etti “Bu sefer Taksim’den Kabataş’a kadar kazacağım”. Naile Hanım şaşkına dönmüş, merakla kocasına bakıyordu şimdi. Bunun üzerine, Osman Hamdi eşine Taksim Kabataş arasında işleyecek bir yeraltı treni tasarladığını anlattı. Evet yanlış okumadınız, Osman Hamdi bundan yaklaşık 130 yıl öncesinin teknolojisiyle İstanbul halkı için bir metro hattı tasarlıyordu.
1909 yılında İngiltere’den gelen haber kendisini çok mutlu etti. Dünyanın en köklü kurumlarından biri olan Oxford Üniversitesi kendisine fahri doktora unvanı verdiğini açıklamıştı. Osman Hamdi 67 yaşında yola çıkıp İngiltere’ye gitti. Bu değerli kültür insanı için Oxford Üniversitesi’nde çok güzel bir tören hazırlanmıştı. Tören salonuna girdiğinde büyük bir alkış koptu, daha önce hiç bu kadar alkışlandığını hatırlamıyordu. Tören için giydiği cüppe ve kep ile fotoğrafçılara poz verirken üretken bir ömrün yorgunluğu vardı yüzünde. Neler sığmıştı bu ömre? Paris kafeleri, akademi atölyeleri, müze salonları, kitaplar, aşklar, evlilikler, Bağdat çölleri, Viyana valsleri, Nemrut tepesi, Sayda mezar odaları, savaşlar, barışlar, ölümler, doğumlar, acılar, sevinçler ve resimler.
Osman Hamdi’yi son İngiltere yolculuğu epeyce yormuştu. Yaşlandığını hissetmeye başlamıştı iyiden iyiye. Artık eskisi gibi her gün Müzeye ve Akademiye gidemez olmuştu. Tüm ülkede, özellikle Sanay-i Nefise öğrencileri arasında bir efsane olmuştu. Bu değerli hocalarını öğrenciler yakaladıklarında, kendisi hakkında işittikleri hikâyeleri Osman Hamdi Bey’e soruyorlar, sonrada anlattıklarını hayranlık ve dikkatle dinliyorlardı. Yaşlılığın sesini iyice duymaya başlayan Osman Hamdi bir yandan çok şey başarmanın mutluluğunu hissediyor, bir yandan da daha yapılacak çok şey olduğunu düşünüyordu. Ne çabuk gelmişti bu yaşlılık. İnsanların yasalar ve hukukla gerçek anlamda özgür olduğu, ötekileştirmenin yer almadığı, gelişmiş medeniyetlerdeki gibi üniversitelerin, müzelerin, dans salonlarının bulunduğu, kadın ve erkeklerin eşit haklarla tüm bu güzel değerleri özgürce yaşayabileceği bir ülke hayal ediyordu. Hayalinin ardındansa tek bir soru beliriyordu aklında: Acaba ömrü yetecek miydi bunları görmeye?
24 Şubat 1910 sabahı Osman Hamdi’nin gözleri bir daha açılmamak üzere kapandı. Ailesiyle yaşadığı Kuruçeşme’deki yalıyı büyük bir hüzün kapladı. Kuruçeşme İskelesi’nden Osman Hamdi’nin tabutu ile kalkan vapur önce Sirkeci’ye yanaştı. Soğuk ve yağışlı bir gün olmasına karşın Osman Hamdi’yi büyük bir kalabalık bekliyordu iskelede. Sanay-i Nefise öğrencileri, yıllar içinde akademiden mezun olmuş sanatçılar, hocalar ve müze çalışanları yanında, bir ressam olan Şehzade Abdülmecit Efendi, şeyhülislam, nazırlar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer tüm üst düzey devlet yöneticileri oradaydı. Türkler kadar yabancılar da vardı bekleyen kalabalık arasında. Büyükelçiler, diplomatlar, banka çalışanları, levantenler, azınlık temsilcileri … İstanbul halkı oradaydılar.
Osman Hamdi’ye son yolculuğunda eşlik eden vapur Sirkeci’den hareket ederken, Osmanlı ordusunun bir kıdemli yüzbaşısı Osman Hamdi ile aynı hayalleri düşleyerek kitap okuyordu. Aydın insanların hayal ettiği bir ülkeyi tasarlıyordu aklında. Kitabını yavaşça kapattı ve masasının üzerine bıraktı. O da Osman Hamdi gibi kararlıydı, yapacaklarını düşünürken mavi gözleriyle odasının camından dışarı bakıyordu.
Devam edecek…
Önemli Not: Bu yazımı yazarken ana kaynak olarak Emre Caner’in kaleminden yazılmış “Kaplumbağa Terbiyecisi – Osman Hamdi Bey’in Romanı” kitabından yararlandığımın altını çizmek isterim. Emre Caner çok önemli bir emek harcayarak gerçekleştirdiği araştırmasında, çok değerli kaynakları incelemiş ve harikulade bir eser üretmiştir. İlgilenenlere Osman Hamdi Bey’in hayatını anlatan Emre Caner’in bu muhteşem romanını okumalarını şiddetle tavsiye ederim.
4 yorum
Değerli Hocam, aklınıza ve kaleminize sağlık. Bilim, tarih, sanat ve edebiyatı eşsiz bir akıcılıkla bir araya getirmişsiniz. Devamını heyecanla bekliyor olacağım, özellikle tam da bitirirken o mavi gözler dediniz ya, tüylerim diken diken oldu sevgili Hocam…
Değerli yorumlarınıza ve katkınıza çok teşekkür ediyorum.
Bitmemesini dileyerek okudum emeğinize sağlık yine çok keyifli hocam.
Çok teşekkür ediyorum Serpil hocam.