Son dönemlerde üniversite üzerinden gelişen tartışmalar, üniversitelerin çok boyutlu sorunlarından en azından bir kısmının tekrar gün yüzüne çıkmasını sağlamış görünmektedir. Her meselede olduğu gibi bu sorun da maalesef bir kutuplaşma çerçevesinde tıkanmış göründüğünden, sağlıklı tartışmalara doğru evrilip evrilmeyeceğini zaman gösterecek.
Bu yazı başlığın da ortaya koyduğu üzere üniversite meselesine medeniyet, modernlik ve yerlilik bağlamında bakmayı deneyecek; tarihsel bir okumanın ardından elde edilecek tespitler üzerinden üniversite kavramı analiz edilmeye çalışılacaktır.
İlkin, bir toplumun atılımı sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel boyutların eş zamanlı olarak harekete geçirilmesiyle mümkündür. Nitekim Batı dünyasının Rönesans’tan itibaren tarihine baktığımız zaman, sermaye birikiminden yeni siyasetlere kadar bir dizi gelişmeyi dikkatle kaydetmek gerekir. Fakat önemli bir noktanın altını çizmeliyiz. Ekonomik, sosyal, siyasal vb. gelişmelere zemin teşkil eden ve bunları sürekli besleyen bir unsur varsa, o da bilgisel süreçlerdir ki, buna kurumlaşmış biçimiyle üniversite diyelim.
İslam Dünyası’nın her bakımdan güçlü olduğu dönemlerde, elbette bir medeniyet perspektifi ile dünyaya yön vermekteydi. Batılılar içinde bulundukları sıkışmışlıktan kurtulmak üzere Müslümanların medeniyetiyle Endülüs kanalıyla ve üniversiteler üzerinden ilişki kurmuştur. Her medeniyetin bir paradigması ve buna dayalı parametreleri vardır. Farklı toplumlar birbiri ile temasta bulunurlarken (ki bu kaçınılmaz bir süreçtir) bilgisel birikimleri ve birtakım pratikleri kendi paradigmaları çerçevesinde dönüştürerek, yani bilgi ve müktesebatı kendi sistemi içine sağlıklı bir şekilde yerleştirerek hem yerli kalır hem de kendisine ait medeniyet perspektifini geliştirir. Nitekim Batı da İslam dünyası ile temasının sonucunda kendi medeniyet perspektifini geliştirmiştir.
Toplumlar bilgiyi üretme açısından tabi ki kendisine değen en yakın sorunlardan başlarlar. Bir medeniyet düzlemi de yerellikten başlayarak gelişir ve tüm insanlığa doğru hitap etmeye başlar. Nihayetinde bir toplumdaki üretimler ve sorunların çözümü benzerlik arz ettiği kadar, toplumların paradigmaları sebebiyle farklılık da arz eder. Kültürel farklılıklar da işte buradan kaynaklanmaktadır. Tüm bu süreçlerde içinde bulunduğumuz zaman diliminde üniversite özel bir önem kazanır.
Osmanlı özelinde İslam dünyasının yaşadığı yenilgiler, modern zamanlarda Müslümanlar ile Batı’nın karşılaşması ve temasını birlikte getirdi. Osmanlı ilk başta, Batı’dan bazı iktibaslarla sorunu çözmeyi ummuştu ve böylece “batılılaşma” dediğimiz içerik ve form olarak Batı’ya benzeme süreci kendisini gösterdi. Fakat özellikle Tanzimat ve sonrası gelişmeler meselenin paradigmal olduğuna dair işaretleri kuvvetlendirdiler. Osmanlı’dan başlayan modernleşme ve/veya batılılaşma hareketlerini karakterize eden en önemli niteliği yukarıdan aşağıya doğru olmasıdır. Bu da entelijansiya başta olmak üzere bir takım etkin güç ve mekanizmaların rıza üretmeden toplumu dönüştürmesi gibi bir sonucu üretmiştir. Bu durum toplumda bazı direnç noktalarını gelişmesini sonuçlamıştır.
Bu tarihi okumada üç temel önermeye ulaşmış bulunmaktayız. Birincisi, Osmanlı’dan başlayan modernleşme yukarıdan aşağıya bir karakteristik taşımaktadır. İkincisi, her toplumun kendi medeniyet perspektifini geliştirmek için çağında var olan bilgi müktesebatını kendi paradigması etrafında yeniden örmelidir. Üçüncüsü de, her toplum evrensel olabilmek ve evrensele hitap edebilmek için kendi yerelliğinden başlamalı ve yerli olmalıdır. Dışarıdan iktibaslarla orijinal bir düşünce ve medeniyet perspektifi geliştirilemez.
Bilgi üretecek, medeniyet perspektifi geliştirecek ve toplumun çok farklı alanlarında gerçekleşecek atılımları bilgi ve tartışmalarla besleyecek kurumlar üniversitelerdir. Aynı zamanda bugün fonksiyonları tartışmalı hale gelmiş olan aydın ve ulemanın yetiştiği yapılardır. Bu zamana kadar aydınla ilgili önemli tartışma konularının başında, bu figürün toplumla ne kadar kesiştiği gelmektedir. Özellikle Osmanlı’dan bu yana devam eden modernleşme ve/veya batılılaşma, toplumu yukarıdan aşağıya dönüştürmeyi hedeflemiş bir aydın portresini yaygınlaştırmıştır. Belki de bu sebeple üniversite ve onun vazgeçilmez figürleri olarak aydınlarla toplum arasında sahih bağların kurulamamasını bu noktaya bağlamak lazımdır.
İkincisi, üniversiteler özelde Batı’dan buraya bilgi taşıyan kurumlar değil, insanlığın bilgi ve düşünce müktesebatını kritik ederek, kendi paradigması etrafında örerek bir medeniyet perspektifi geliştirmek konusunda rol üstlenmelidirler. İşte bunun gerçekleşebilmesi de üniversitelerin ve burada rol alan aydınların yerli olmalarıyla mümkün olacaktır. Bazı yaklaşımlar yerlilik ile evrensellik arasında paradoks görmektedirler. Üniversiteler tabi ki bilgi ve düşünce üretiminde evrenselliği hedefleyeceklerdir ancak tüm evrensellikler yerelliklerden hareket ederek ve oradan genişleyerek inşa edilirler.