31 Mart 2024 Yerel Seçim sonuçları tek tek belediye başkanlığı ve Türkiye geneli oy oranları itibariyle CHP koalisyonunun şüphesiz başarısını gösteriyor. CHP, böyle bir başarıyı en son 1977 Genel seçimlerinde yakalamıştı. % 25 civarında seyreden oy oranını % 38’lere sıçratarak kendi potansiyelinin üzerine çıkmıştır. Bu başarı iyi Parti’nin desteği olmadan gelmiştir. bu seçim Ak Parti için net bir başarısızlıktır. Ak Parti Batı’dan ve güneyden CHP tarafından, Doğu’dan Kürt milliyetçisi DEM tarafından adeta Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmıştır. Özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerin kaybedilmesi bariz bir hezimettir. Türkiye’nin Batı’sı ve büyük şehirleri ülkenin toplumsal dinamizmini temsil etmektedir. Kozmopolit şehirlere nüfuz edemeyen hiçbir parti temsili demokrasinin kuralları içinde ülke yönetiminde muvaffak olamaz.
Birinci değerlendirme seçmen tercihiyle ilgilidir. Seçmen tercihleri birinci olarak güvenlik ve istikrara, ikinci olarak ekonomiye ve geçime duyarlıdır. Güvenlik sorunu, Türkiye gibi çalkantılı bir coğrafyada hep etkili olagelmiştir. Güvenlik kaygısının azaldığı her durumda ise ekonomi ilk sıraya yükselmiştir. Mayıs 2023 genel seçimlerinde güvenlik faktörü, 31 Mart Yerel Seçimlerinde ise ekonomi faktörü ön plana çıkmıştır. Genel seçim öncesinde meydana gelen büyük çaplı deprem güvenlik kaygısını artırmıştı. Bunun semeresini Ak Parti koalisyonu devşirmişti. 31 Mart seçimlerinin yerel olması ise seçmenin güvenlik kaygısını azaltmıştır. Öte yandan genel seçimlerden sonra negatif etkisini gösteren Mehmet Şimşek’in sıkı para politikası ekonomi faktörünü ön plana çıkarmıştır. Bunların semeresini ise bu yerel seçimlerde CHP koalisyonu devşirmiştir. Deprem konutlarının yapma vaadi ile EYT kararı genel seçimlerde Ak Parti koalisyonuna oy kazandırmış, ama sonrasında yapılan deprem harcamaları ve EYT’nin bütçeye bindirdiği yük Ak Parti koalisyonuna bu yerel seçimde oy kaybettirmiştir.
İkinci değerlendirme Kılıçdaroğlu ile ilgilidir. Kılıçdaroğlu’nun başlattığı açılım politikası, kanaatimce bu yerel seçimde meyvesini vermiştir. Kılıçdaroğlu’nun önceki seçimde kendisini Cumhurbaşkanı adayı göstermesi öncülük ettiği açılım politikasını gölgelemişti. Açılım politikasıyla bir yandan kimlikleri korumayı vaat ediyorsun diğer yandan Alevi, Kürt ve Marxist kimlik sahibi olarak kendinizi cumhur başkanı adayı ilan ediyorsunuz. CHP ‘nin bu yerel seçimlere nötr bir isim (Özgür Özel) ile gitmesi açılım politikalarının üstündeki gölgeyi kaldırmıştır.
Üçüncü değerlendirme siyasetin iç ve dış değişkenleriyle ilgilidir: Bizim gibi orta büyüklükte ülkelerde siyasetin iç ve dış olmak üzere iki belirleyicisi vardır: Birinci ABD’nin başı çektiği hegemon ülkeler, ikincisi ise Türkiye’deki yerleşik devlettir. Özellikle Mayıs 2023 seçimleri bu iki aktörün amansız mücadelesine sahne olmuştur. İyi Parti başkanı Meral Akşener’in CHP koalisyonundan ayrılması, sembolik adıyla masadan kalkması devlet etkeninden ayrı düşünülemez. Keza laisist ile İslamcının, etnik Kürt milliyetçisi ile Türk milliyetçisinin, enternasyonelist marxist ile ulusalcının bir masada ittifak etmeleri de dış etkenden, yani ABD’den ayrı düşünülemez. Hatta dış etken Türkiye’de hep asıl belirleyici olagelmiştir. Tek kutuplu uluslararası paradigmanın değişmesi, orta büyüklükte ülkelerin bölgesel siyasette etkili hale gelmesi dış faktörün etkisini zayıflatmakta, iç siyaseti belirlemede yerleşik devleti ön plana çıkarmaktadır. Başkanlık sistemine geçilmesi, savunma sanayinin gelişmesi, PKK ve FETO gibi merkezkaç unsurlarla başarılı mücadele ve takip edilen proaktif dış politika yerleşik devleti giderek güçlenmektedir.
Türkiye’de yerleşik devletin iç siyasetteki etkinliğinde, dış konjonktür bir kenara, 2010 yılı bir milat sayılabilir. Cumhuriyetle birlikte topluma kültür devrimi dayatılması devletin meşruiyetini kırmış, yerleşik devleti zayıflatmıştı. Otoriter sistemde muhalefet engellendiği için devlette ikilik meydana gelmemişti. Ancak 1950’de temsili demokrasiye geçilmesiyle devlet fiilen ikiye bölünmüştür: Bir tarafta bürokratik iktidar, diğer tarafta siyasal iktidar. Bunlardan hangisi ABD’yi arkasına alıyorsa o iktidar oluyordu. Ne yazık ki, yakın siyasi tarihimiz iki devlet arasındaki kavga ile geçti. Ve maalesef bu kavganın sürekli kazananı ABD oldu. 2010 yılında bürokratik iktidarın en önemli payandası ulusalcı generallerin tasviyesi anlamına gelen Ergenekon davasının üst mahkemece onanması, cumhurbaşkanlığının halk oylaması ile belirlenmesi, HSYK’nın yapısının değişmesi ve sonrasında (2017’de) ise başkanlık sistemine geçilmesi vesayetçi bürokratik iktidarın sonunu getirdi. İki yakası bir araya gelen devlet giderek güçlendi, ülke siyasetini belirlemede ABD hegemonyasına kafa tutmaya başladı. Bundan sonra yerleşik devletle ABD arasında kavga sahne almıştır. Çıkan kavgada ABD, devletin üzerine FETO’yu saldı. Devlet, bunu savuşturmakta çok zorlandı. ABD bu sefer üzerine PKK ve ayrılıkçı Kürt Siyasal hareketini saldı. Devlet bunu da savuşturdu. Ekonomik yaptırımlar, uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin tecrit edilmesi, IŞID kışkırtmaları gibi hamleleri ile ABD hep Türkiye üzerine gelmeye devam etti, etmeye devam ediyor. ABD ile devletin mücadelesi şimdi ekonomi ve seçimler üzerinden naifleşmiş kıvamda devam etmektedir. Yerleşik devlet, bu mücadelelerden düşe kalka da olsa güçlenerek çıkmaktadır. Bu mücadele sayesinde devlet PKK’ya diz çöktürmüş, savunma sanayisini geliştirmiş ve iç siyaseti dizayn eder noktaya gelmiştir.
Dördüncü değerlendirme Ayrılıkçı Kürt siyasal hareketiyle ilgilidir: Kürtçü siyasetin Batı’da, büyük şehirlerde CHP koalisyonuna verdikleri toplu desteğe karşılık, yerleşik devletten intikam almak dışında somut bir fayda elde edememişlerdir. Yerleşik devlet, 31 Mart seçimlerinin hemen ardından Van’da ve Diyarbakır’da kazanan DEM’in belediye başkan adaylarına mazbatayı vermemekle tehdit etmiştir. Ensenizdeyim, her an kayyum atarım demek istemiştir. CHP genel başkanı Özgür Özel, Van olayını naif bir açıklama ile geçiştirmiştir. Elinden başka bir şey gelmemiştir. Son dönem seçimlerinin en büyük kaybedeni ayrılıkçı Kürt siyasal hareketinin peşinden giden Kürt seçmenidir. Etnik kimlik siyasetinin büyük şehirlerde Kürt seçmenine faydasının olmadığı açıktır. Sonuçta, Kürt seçmeni büyük şehirlerde merkez partilere, Kürtçü partiler de çoğunluk oldukları mahallelerine dönecektir. Taşrasına hapsolmuş Kürtçü partiler ise içerde ve dışarda giderek güçlenen yerleşik devletle baş edemeyecektir. Büyük şehirlerde ve ülke siyasetinde etkisini kaybeden Kürtçü Partileri etkisizleştirmek yerleşik devlete zor gelmeyecektir. Tahminimce, dış politikada ve ekonomde kırılganlığı çözen devletin atacağı adımlardan ilki Kürtlük siyaseti yapan partileri kapatmak olacaktır.
Beşinci değerlendirme Yeniden Refah Partisi ve Ak Parti’ ile ilgilidir: Yeniden Refah Partisi’nin seçim başarısı Refahçı bir partinin ülke siyasetinde söz sahibi olacağına değil, Ak Parti’nin çözülme sürecine gireceğine yönelik bir işaretidir. Yeniden Refah’ın selefleri 1974 ve 1995’te gösterdikleri seçim başarısı, aynı zamanda merkez sağ partileri olan Adalet Partisi, ANAP ve DYP’nin sonunu getirmişti. Yeniden Refah Partisi ancak yerel yönetimlerde başarılı olabilir. Geçmişte de böyle olmuştur. Refah çizgisinin en büyük başarısı II.Abdülhamit ve Atütürk ile birlikte ülkenin kaderinde derin izler bırakan Tayyip Erdoğan gibi bir lider yetiştirmesidir.
Ak Parti, Refah / Selamet hareketinin devamı değil, bir merkez sağ partisidir. Ama onun politbürosunun Refah Partisi sosyolojisinden devşirildiğine şüphe yoktur. Ak Parti’yi kuranların çoğunluğu refah hareketinden yetişen elitlerdir. Refahçılar aynı zamanda Gülencilerle birlikte Ak Parti’nin imkanlarından en fazla yararlanan gruptur. İlginçtir! Ak Parti’den en fazla menfaatlananlar onun en büyük hasmı olmuşlardır. Ehil mi değil mi bakmadan makam-mevkileri ve haklı mı haksız mı demeden beytülmalı yağmalamak insan fıtratını bozuyor olmalıdır. Refahçılar, FETO tasfiye edildikten sonra, FETO’cularla paylaştıkları makam mevkilerin ve beytülmalın bütünüyle kendilerine kalacağını umdular. Ne var ki, FETO sonrası gelişen süreçte, Ak Parti’yi ve iktidarı yerleşik devlete kaptırdılar. Ak Parti’den onlara içi boş beytülmal (Merkez Bankası, Hazine ve ekonomi yönetimi) kazanı kaldı. Merkez bankası ve para politikası üzerinden o kazanın da dibini düşürdüler. Bu yanlış politikalara Tayyip Erdoğan’ı onlar mı ikna etti, yoksa Tayyip Erdoğan da onlardan biri mi bilmiyorum. Ama bu hayal kırıklığıyla Refahçıların çok hırçınlaştığını biliyorum. Devlet iktidarının tamamına hükmetmeyi beklerken, nerdeyse bütün kritik kurumlardan tasfiye edildiler. Yerleşik devlet, en son ekonomi yönetimini de onlardan aldı. Ellerinde sadece Milli Eğitim, Diyanet, YÖK gibi etkisiz ve yetkisiz kurumlar kaldı.
Yeniden Refah Partisi 31 Mart yerel seçimlerinde kendi bindiği dalı hırçınlıkla kesti. Adeta kurdukları partinin selasını yine kendileri okuttu. Dua etsinler Tayyip Erdoğan Ak Parti’deki refahçı politbüroyu dağıtmasın, ellerindeki etkisiz ve yetkisiz kurumları da almasın. Bu gidişle Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olacaklar. Ama siyaset oyununda artık Tayyip Erdoğan’ın ne kullanacak adamı, ne de bir şey yapmaya yetecek takati ne de esnekliği kalmıştır. Bundan böyle, Türk siyasetindeki atraksiyonları tahmin etmek ve anlamak için Tayyip Erdoğan’a değil, yerleşik devlete bakmak gerekir. Son olarak, İyi Parti’ye ne olacağını, Mayıs 2023 genel seçimlerinde onu masadan kaldıranlara sormak lazım! Kanımca, meraka değer asıl soru şudur: Ak Parti’nin boşalttığı yer nasıl doldurulmak istenecektir.
2 yorum
İshak Torun hocamın yorumlarına katılmakla birlikte farklı bir bakış açısından bahsetmek istiyorum. Ben, AK Parti’nin, 31 Mart seçimlerinde yaşadığı başarısızlığın temelinde,15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra yaşanan sürecin ciddi anlamda etkili olduğunu düşünüyorum. Sayın Cumhurbaşkanı, bundan sonraki süreçte liyakatin değil sadakatin ön planda olacağını belirtmişti. Bu ifadeden sonra devletin tüm kurumlarında liyakatsiz atamalar gerçekleşmiştir. O dönemden sonra yeterli liyakate sahip olmayan ama sadakat bağlamında sorunsuz görülen bakanlar, valiler, milletvekilleri, belediye başkanları, ilgili kurum müdürleri…atanmaya başlamıştır. Özellikle, taşrada, hemen hemen her kurumda ciddi anlamda liyakatsiz memurlar ilgili kurumların yöneticisi olarak atanmaya başlamıştır. Belirli bir zaman sonra, hükümeti temsil eden bu bürokratlar, halk nezdinde ciddi anlamda eleştirilmeye başlanmıştır. Özellikle, milletvekillerinin, kendi bölgelerinde liyakat sahibi olmayan kendi adamlarını bir yerlere getirmesi, AKP’ye yönelik ciddi eleştirilere neden olmuştur. Bu liyakatsiz atamalar da zamanla o kurumlarda kokuşmalara yol açmıştır. Aslında, Mayıs 2023 seçimlerinde AKP’ye ceza kesilecekti ama CHP ile ilgili olarak beka sorunu tartışmaları, muhafazakar ve milliyetçi kesimi frenlemiştir. CHP yöneticilerinin; FETÖ’den ihraç edilenleri görevlerine geri döndürme, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’yı serbest bırakma, Ortaçağ zihniyeti olarak kabul ettiği Kur’an kurslarını kapatma vaatleri halkın, Mayıs 2023 seçimlerinde oylarını istemeden de olsa AKP’ye vermelerine neden olmuştur. 31 Mart 2024’te yapılan seçimler, yerel olması sebebiyle halkta bir beka sorunu oluşturmamış ve oyların CHP’ye kaymasına sebebiyet vermiştir.
Bugün ekonomide, dış politikada, güvenlikte, eğitimde, belediyecilikte, ulaştırmada, çevre ve şehircilikte, mülki idarede, sağlıkta…yaşanan maddi ve manevi problemler, özellikle Temmuz 2016’dan sonraki süreçte yaşanan liyakatsiz atamaların eseridir. Mayıs 2023 Genel Seçimleri’nden hemen önce, taşeron işçilere verilen kadro ve EYT’lilerin verilen emeklilik hakkı neticesinde Hazine’nin erozyona uğraması ve akabinde bunun faturasının emeklilere çıkarılması liyakatsiz yöneticilerin eseridir. Bu ve bunun gibi birçok hatalı karar, tabi ki oy kaybı olarak geri dönmüştür. Benim düşüncem, bu hezimetin arka planında liyakatsiz atamaların ciddi anlamda etkili olmasıdır.
Mehmet Ali bey hocam, eleştirilerinize katılıyorum. Katkınıza teşekkür ederim. liyakat meselesini sebep olmaktan çok sonuç olarak görüyorum. 15 Temmuz sonrası Haldun teorisine göre “zafer” aşamasıdır. Bu aşamada devlet idarecisi yanındanki onurlu eşitlerini tasviye eder, yerine liyakatli (devşirme) kapıkullarını atar. Devşirme profesyoneller yaptığı icraatlarda halka karşı değil, kendini atayana karşı sorumluluk besler. Eğer yukarıya yaranabilirse liyakatinin gereğini yapmaz. Çünkü devşirme demek soysuz, asaletsiz demek. Ontolojik olarak böyle. Sorun şu ki onurlu ve ahlaklı adamlar devşirmeliği kabul etmezler. Ayrıca devlet yöneticisi kendi asabiyesinden adamları devlet üst katına komaz, ama onlara arpalık verir. YÖK; Milli Eğitim, Diyanet vb. kurumları ele geçiren kendi asabiyesinden adamlar ise buraları sorumsuzca yönetip yağmalarken kendilerinden olan devlet yöneticisinin imajını bozarlar. Mübarek dört halife döneminden sonra Müslümanlarda yönetme anlayışı bu olmuş. Batılılar, kendi sorunlarını hukuk devletiyle ve hukuk devletini hayata geçirecek mekanizmalarla çözmüşler. Biz bunu başaramıyoruz. Allahtan Sovyet ideolojisinin kültürel hegemonyasını kırmak adına ABD bize zorla demokrasiyi getirdi de demokrasiye geçtik. Eğer dört beş yılda bir devlet yöneticisinin fiyakasını bozabiliyorsak bu demokrasi sayesindedir. Ama onun da o kadar mahsuru var ki. EYT gibi cinayeti, adam kayırmacılık biraz da bu ayağa düşmüş demokrasi yüzünden. Batılılar demokrasiyle yetinmemiş, demokrasiyi hukuk devletiyle, hukuk devletini ise demokrasiyle dengeleyip terbiye etmiş. Liyakat etik bir konu olmaktan öte bir sistemle sorunudur. Hukuk devleti olmadan liyakat olmaz. Emanetin ehline verilmesi hukuk devletini gerektirir. Ama biz de hukuk devletini kimse istemez, aksine biz siyaseti/iktidarı isteriz. Hükmetmek bu coğrafyanın başlıca sapkınlığıdır. Hukuk devletini burjuva sınıfı ister. Bizim burjuva zayıf ve sığıntı/asalak kültüre sahip.Bu değerlendirmeye vesile olan Mehmet Ali beye teşekkür ederim.