Mesleğin ilk yıllarında sadece bilgi yüklenmiş, o bilgiyi direk uygulaması gerektiğini düşünen bir zihinle, henüz sosyal algısı gelişmemiş bir doktor olarak mezun olmuştum. Aslında sözel bölüm okumalıydım sanırım, ezberci bir zihinle sayısal bölüm okuyunca analiz etmeyi öğrenmem yıllarımı aldı. İyi bir ortalama ile mezun olmuştum, peki kavramış mıydım? Tıp fakültesi okurken sözel branş olması gerektiği konusunda ne kadar emindim oysa ki! Analiz yeteneğinin ne kadar önemli olduğunu, sayısal zekanın önemini sonradan anladım.
Yirmi iki yaşında mezun olmuş, 10 ay sonra atama istemiştim. Mezun olduğumda mecburi hizmet henüz uygulamada değildi.
Bir süre çalışmadıktan sonra; mecburi hizmetin olmaması “şansı” ile; ilk atandığım görev yerim olan Rize’nin küçük bir sahil ilçesinde hastalarımla baş başa kaldığımda anksiyetem vardı, evet, ancak o günleri düşününce “Daha çok olmalıydı.” diye düşünüyorum. Çünkü pratik olarak çok eksiktim. Kitabi bilgi yüklüydüm, uzmanlık sınavına çalışırken tüm textbookları devirmiştim. Bazılarını 4-5 kez okumuştum. TUS sınavına hazırlandığım sene TUS dersaneleri henüz açılmaya başlamıştı. Evet, zamanımızda (yıl 2000) textbook okurduk. Robbins patoloji, Nelson, Cecil, Lippincott…. “İyi ki TUS sınavı var.” diye düşündüğümü hatırlıyorum, sınava çalışmanın bilgileri bütünleştirmemi sağladığını fark etmiştim. Bence çok çalışmıştım, “ayaklı kütüphane” terimi uygun olabilirdi, fakat hastayla hiç baş başa kalmamıştım, gerçek bir reçeteyi tek başıma yazmamıştım.
Geçmişi düşününce bu kadar tecrübesiz olmama rağmen korkum yine de azmış, diyorum. Titremeden mesleğe başladığım için geçmişteki beni tebrik ediyorum. O yaşlarda hayata dair endişelerim, korkularım mı daha azdı, yoksa henüz hayatın acı tarafları ile çok yüzleşmemiş miydim? Çok kaderciydim ve teslim mi olmuştum? Henüz hormonlarımın dengesi ve akıl sağlığım daha mı iyiydi?
Hormonlarımın (kortizol aksımın) sağlıklı olduğu ve olabilecek negatif olayların çok farkında olmadığım düşüncesi ağır basıyor.
İlk iki hafta atandığım sağlık ocağında geçici görevlendirme ile çalışan, hastaları, mesleği ve ortamı tanımamı sağlayan kıdemli bir hekimin eşliğinde hasta baktıktan sonra tek başıma kalakalmıştım. Mezun olduğumuzda hangi şartlarda çalışacağımızı önceden bilemiyorduk, atandığınız yerde il sağlık müdürlüğünden yapılan görevlendirmeler nerede çalışacağınızı belirliyordu. Şansıma atandığım sene sağlık ocağında SGK’lı hasta bakılmıyordu ve sakindi.
Sağlık ocağında tek hekim olmak nasıl hissettirdi, hatırlamıyorum. Eğitimim eksik miydi? Kendime güvensiz değildim, teşhis koyma konusunda güvenim tamdı. Ama iş reçete yazmaya gelince piyasa ismini bildiğim ilaç sayısı sınırlıydı. Mezun olurken günlük pratikte sık görülen hastalıklara dair reçetelerin olduğu bir kitap almıştım. Klinikte tek doktor olduğum için hastayı muayene ediyordum, hastanın yanında reçete kitabına bakmamak için sorumlu hekim odasına geçip reçete kitabına bakıyordum, sonra diğer odaya dönüp reçete yazıyordum. Kapımın önünde kuyruk yoktu ve bunu yapabilecek fırsatım oluyordu.
Zamanla alıştım, etken maddelerin piyasa isimlerini öğrendim. Tecrübem arttıkça tedaviyi oluşturma sürecim daha kısa sürdü, ancak hasta yoğunluğu içinde hastaya istediğim vakti ayıramadığımda yaşadığım anksiyete hiç azalmadı.
Bunca şeyi neden yazdım?
Yurtdışında hiç muayene olmadım, ancak muayene olmuş hastalarımdan duyduğum bir cümleyi paylaşmak istiyorum;
“Siz her şeyi biliyorsunuz, onlar hep bilgisayara bakıyorlar. “
Bu cümleyi Türk hekimlerine iltifat olarak almak istedim, ve başta öyle düşündüm. Şimdi ise Türkiye’de çalışan hekimlerin fazlaca bilgi yüklenmek zorunda olmasına, “yürüyen ansiklopedi” olmak zorunda bırakılmasına, bilgisayara veya textbooklara bakma ihtiyacı duyduklarında buna vakit bulamayışlarına isyan ediyorum.
Neden hekim çok fazla hasta bakmak zorunda bırakıldığı için hastasına onu içine sinerek değerlendirecek kadar vakti ayıramıyor?
Neden hekimin hasta bakarken dosya doldurmak için veya tetkikleri görebilmek için bilgisayarla cebelleşmek yerine, bilgi araştırmak için bilgisayara bakacak, araştırma yapacak vakti yok?
Neden hekim fazla vakit ayırması gereken bir hastayı daha uzun süre muayene odasında tuttuğu zaman kapıda gürültüler yükseliyor?
Neden hekimin vakti hastasına muayene edebileceği yeterli süreyi ayırmak, tetkik gerekip gerekmediğine karar vermek, eski tetkiklerini incelemek için online sistemi beklemekte yeterli değil? Neden hekim geçen yıllar içinde muayene bulgularına güvenmek ve hasta ile doğru iletişimi kurabilmek yerine bunları yapabileceği yeterli zamanı olmadığı için veya hastalar tetkik edilmeden rahatlamadığı için pek çok tetkik istemek zorunda?
Ülkemizde nüfus artarken hastanelerin de sayısı arttı, hekim sayısı da arttı. Ancak “Hızlıca kendini anlatmak zorunda olan hasta ve yine hızlıca teşhis koymak zorunda olan hekim” kısır döngüsünde tatminsizlik/güvensizlik hissi de arttı. Doktor doktor dolaşan hasta sayısı artarken teşhis atlama korkusu ile aşırı tetkik isteyen, kendi gözlemine değil, bulduğu sonuçlara dayanarak tedaviyi “önerilen” kılavuzlar doğrultusunda planlayan doktor sayısı arttı. Çünkü hekim kılavuzlara dayanarak tetkik edip tedavi planladığında olabilecek şikayetlere karşı kendini güvende tuttuğunu düşünüyor, neden o tedavi yolunu seçtiğini gösterebileceği bir kaynak var, “Neden böyle davranmadın?” sorusu sorulmasın diye çaba sarf etmek zorunda hissediyor.
Yirmi yıl öncesi ile karşılaştırırsak sağlık sisteminde online randevu sistemine geçildi, artık kapı önünde kuyruklarda ayakta bekleyerek sıra alma uğraşları yok. Ancak günümüze online randevu boşluğu bulmak için sarf edilen çaba eklendi. Hala randevu almak oldukça zor ve hastane koridorları randevusuz bakılmak için bekleyen hastalarla dolu. Tabi bu döngüde gerek devlette gerek özelde hekimlerin üzerindeki daha çok hasta kabul edilmesi baskısı hiç azalmadı.
Uzatıp gidebilirim bu yazıyı, daha yazacak çok şey var.
Neticede yirmi yıl öncesinden en önemli farkımız online sistemler ve tetkik edilmenin kolaylaşması….