Metafizik tarihi, bir yönüyle, Tanrı’nın tarihidir. Eski Mezopotamya uygarlıklarına kadar izlenebilen öyküsü, Sümer, Asur, Babil ve Mısır’a kadar uzanır; bu topraklarda ilk biçimine büründükten sonra Doğu Ege kıyılarına, İyonya’ya ve Antik Yunan mitolojisine aktarılır. Mezopotamya ve Akdeniz uygarlıklarının gelişiminde tarım ve ticaretin önemli rol oynadığı bilinmektedir. Tarım ile birlikte yerleşik düzene geçiş, öte yanda ticaretin sahneye çıkışıyla ayrık toplumlar arasında gelişmeye başlayan mübadele. Nil, Fırat ve Dicle gibi ‘Bereketli Hilal’e can veren üç büyük nehir ve bu havzada filizlenen, insanlığa yön veren uygarlık tohumu.
Babil yaratılış destanı Enuma Eliş’te ve Hesiodos mitlerinde evrenin ve tanrıların doğuşu benzer biçimlerde betimlenir. Bu bağlamda, metafiziğin bilinen ilk biçimiyle cosmogonia ve theogonia kapsamında karşımıza çıktığı söylenebilir. İnsanlığın ortak paydası, XIX. yüzyılda Ari ırkçılığıyla birlikte belirlenim kazanan Sami-Ari karşıtlığının inadına, yüzyıllar boyunca aynı köklerden beslenmeye devam eder; aynı sularda yıkanır efsaneler, bilinmeyene dair tüm anlatılar, ve öyküler. Babil’in, Fenikelilerin ve Yahudilerin temsil ettiği Sami kültürü Eski Ahit ile birlikte geleneğin süreğenliğini idame ettirir. Bu süreçte çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa dönüşen tanrı tasavvuru semavi dinlerin menşeini oluşturacaktır.
Aristoteles mit anlatıcılarını ‘teolog’ olarak adlandırmıştı. Herodotos, ilk filozof olarak tarihe geçen Anaksimandros’un hocası Thales’in Fenikeli rahip krallar soyundan geldiğinden bahseder. Doğa ve tanrılar üzerine söylemleriyle tanınan Siros’lu Pherecydes ise Pythagoras’ın hocasıydı. Thales, Pythagoras ve Platon gibi önemli şahsiyetlerin Mısır’a ve dahi Mezopotamya’ya seyahat ettikleri, oradaki rahiplerden ders aldıkları bilinmektedir. Bu bağlamda, Antik Yunan felsefesini mitolojiden koparmak mümkün değildir; bilakis felsefe mitolojik öykülerden beslenerek, onları özümsemek yoluyla aşarak kendi yerini ve duruşunu belirlemiştir.
Episteme (ilim) ve gnosis (irfan) başlangıçtan beri ayrı kutuplarda duruyordu: biri Apollon’a çevirmişti yüzünü, diğeri olanca serkeşliğiyle Dionysos’a tutkundu; chaos ve cosmos karşıtlığını terennüm edercesine. Mitler her daim irfan geleneğinin sürücüsü ve sürdürücüsü oldular. Tanrı, özenle seçilen kahraman bedenlerde tezahür etti bu öykülerde, enthousiasmos adı verilen bu tanrısal dışavurum Dionysosçu Bacchus şenliklerinde görünür kıldı kendini. Trakya’da doğmuştu Dionysos; aşkın tanrısıydı, şarabın ve tiyatronun da aynı zamanda. Aklı ve düzeni temsil eden Apolloncu geleneğin karşısında durmaktaydı tüm kendinden geçmişliğiyle. Catharsis ile nihayetlenen bu kendinden geçme halini (extasis) tasavvuf geleneğindeki vecd-ü istiğrak haliyle özdeşleştirebilmek mümkündür.
Antik Yunan düşüncesinde devinim ve durağanlık bir başka karşıtlık düzlemini oluşturmaktaydı. Doğa sürekli devinim halindeydi, oysa zihin değişmeyeni arıyor ve ancak durağan sularda dokunabiliyordu ona. Efes’li Herakleitos devinime işaret ediyordu hemen her sözünde, Elea’lı Parmenides ise durağanlığı savunmaktaydı. Platon bir uzlaştırma çabası içinde bulur kendini, her ikisinden de pay almak ister. İdealarını Parmenides’in yanı başına yerleştirirken, Herakleitos’u doğaya yar eder, doğada içkinleştirir onu.
Sokrates ve Platon öncesi felsefenin temel problemi duyusal ve ussal nesneler ayrımıdır. Platon’un düşünce sisteminde duyulur ve düşünebilir (akledilebilir) olarak iki ayrı dünya vardı. Duyulur dünya salt özdekseldi ve sürekli deviniyordu. Buna mukabil kavramlar ve idealar değişmez olarak kabul edildi. Matematiksel cisimler zihinde maddeden ayrıldılar. Matematik iki dünya arasındaki geçiş bölgesi gibiydi. Nitekim Platon ve özellikle Pythagorasçılar değişmezlik ilkesini sayılara ve geometrik biçimlere yüklediler, onlarla sınırladılar bir bakıma. Platon duyulur dünyayı aşağılayarak ve dahi yok sayarak tümüyle idealara yöneldi. Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak bir tür dogmatizme ve mistisizme yol açmıştır: izlerine İslam tasavvufunda rastlayabileceğimiz türden bir mistisizmdi bu.
Duyum ile us arasında temel ayrımı oluşturan Platon’un aksine Aristoteles, ana Platoncu izleği koruyarak ve fakat Platon ile çatışan bir Platoncu olarak, peripatetik yürüyüşüne devam eder. Kavramın maddeden ayrık olduğunu reddeder, bilakis nesneye içkin olduğunu savunur. Tümel olan duyulur olanın içinde varlığını korumaktadır. Böylelikle duyumu merkeze alarak, duyulur üzerinden zihinsel kavramlara yükselmeye çalışır Aristoteles, bir nevi tümevarım yoluyla. Nitekim Birinci Analitikler’de de bilinenden bilinmeyene gitmek gerektiğini savunmaktadır.
Duyulur dünya sürekli bir devinim hali, bir oluş-bozuluş deveranı içerisinde olduğu içindir ki, felsefe, değişmeyenin peşine düşmüş, hakikatin değişmeyende gizli olduğu kanaatine varmıştır nihayetinde. Doğanın sürekli değişen hali ile karşılaştırıldığında göksel cisimlerin sabit bir düzen içerisinde olduğu düşünülmüştür, bu nedenle gökyüzü daima tanrılara ayrılmış, göksel cisimler tanrısal nesnelere dönüştürülmüştür. Nitekim yeryüzünden bahsederken ‘ay-altı’ alem der Aristoteles, gökyüzü ‘ay-üstü’ alemdir onun nezdinde.
‘Metafizik’ ilk kez Aristoteles’in aynı adlı kitabı ile felsefe sahnesinde görünürlük kazanır. Toplam 14 makaleden oluşan bir derleme mesabesinde olan bu kitabın ismini nereden ve nasıl aldığına dair farklı söylemler mevcuttur. Baskın görüş bu şerefi, Aristoteles’in ölümünden sonra eserlerini düzenleyen kütüphaneci Rodoslu Andronikos’a atfederken, bizatihi eserin sahibine teslim edenler de bulunmaktadır. ‘Meta’ sözcüğü ‘sonra’ ve ‘öte’ anlamları taşımaktadır. Dolayısıyla metafizik, ‘doğadan sonra gelen bilim’ anlamına gelebildiği gibi ‘doğaüstü’ şeylere de işaret edebilmektedir aynı zamanda.
Aristoteles’in ölümünden sonra Lykeion’un başına geçen talebesi Theophrastus, ardından MÖ I. yüzyılda Rodoslu Andronikos, MS II. yüzyılda Afrodisiaslı İskender ve nihayet XIV. yüzyılda İbn Rüşd Aristoteles’in mirasını inceleyen, düzenleyen ve yorumlayan ana şahsiyetlerdir.
Aristoteles, Metafizik’te çokluk halinde bulunan varlığı bir sıradüzeni içinde sınıflandırmaya çalışır ve tözleri üçe ayırır. Doğal töz, cisim ve duyumların dünyasıdır. Matematiksel töz de zaruri olarak duyuma bağlıdır, ondan ayrık değildir. Nesne zihinde maddesinden ayrılabilir ancak ve ayrıldığında devinim durur. Burada kastedilen aritmetik ve geometrik kavramlardır. Tanrısal töz ise hiç devinmeyen, sabit ilkelerin bilgisidir. Aristoteles işte bu bilgiye metafizik diyecektir. Bu bilimden bahsederken ‘ilk felsefe’, ‘ilk bilim’ ve ‘sophia’ terimlerini kullanacaktır. Diğer bir deyişle, varlık olarak varlığın, tanrısal’ın bilgisi. Bu bilimin temel konusu ayrık töz ve kavramlardır: devinmeyen, maddeden ayrık olan, düşünülen şeyler. Aristoteles’e göre metafizik aranılan bilimdir, gayesi sadece ussal olandır çünkü.
Aristoteles’te üzerinde durulan bir diğer konu ‘bize göre-doğaya göre’ ayrımıdır. Algı, durduğumuz yere ve baktığımız yöne göre değişiklik gösterir. Nitekim, eğitimli ve eğitimsiz zekalar için apaçık olan bilgi de birbirinden farklıdır. Varlığın sıradüzeni açısından doğaya göre ilk olan, bilginin sıradüzeni açısından insana göre son olandır. Aristoteles’ten sonra IX. yüzyıla kadar yazılan Yunanca ve Süryanice metinlerde ‘bize göre-doğaya göre’ ayrımının sürdürüldüğü gözlenir.
MS VIII. ve IX. yüzyıllardan itibaren İslam dünyasında muazzam bir çeviri faaliyeti başlar. Yunanca metinler Süryanice’ye ardından Arapça’ya çevrilir. İslam medeniyetinde metafizik ile ilgilenen başlıca isimler Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd’dür. Theoria–praxis, kuram–eylem ayrımı İslam terminolojisinde nazari–ameli terimlerinde karşılığını bulur. Farklı yapıtlarda ilm-i gayb ve ilm-i ruhaniyye olarak adlandırılan metafizik, devinmeyen, maddeden uzak ve gayri cismaninin bilgisi olarak sunulur. Kindi ve Farabi’de metafizik için tabiatın üstünde olan anlamında ‘fevkattabia’ terimi kullanılır: doğaüstünün, değişmeyenin bilgisi.
Takip eden yüzyıllarda kelam ile yoğrulan felsefe özerkliğini kaybetmiş, temel çizgisinden uzaklaşmıştır. Poetik felsefenin temelde mit anlatılarından oluştuğu düşünüldüğünde, doğal ya da rasyonel felsefe poetik felsefenin tam karşısında konumlandırılmalıdır. Buna karşın, din; poetik ve rasyonel metafiziği uzlaştırmaya çalıştıkça, aslından uzaklaşmış, tabir yerinde ise kendince asimile olmuş, hibrid bir düşünce sistemi ortaya çıkmıştır. Bu hibrid anlayış, artık iki karşıt öncülünün de epey uzağındadır, onlara benzemez, bir dönüşümdür maruz kaldığı. Bu nedenledir ki, Ortaçağ’da metafizik farklı bir mecraya savrularak bir tür teolojiye dönüşür. Metafiziğin mahiyetinin insana ve topluma dair bilgi düzeyi tarafından belirlendiği dikkate alındığında, tanrı merkezli doğa görüşünün insanlığın bilişsel yolculuğu üzerindeki olumsuz etkisi görünür hale gelmektedir.
Gün gelip de devran dönünce, belki de kıymeti yeterince bilinmediğinden, ışık yüzünü Batı’ya doğru çevirir. Bilim ve felsefe yapıtlarının Arapçadan Latince ’ye çevrilmesi Avrupa’da Rönesans ateşini tetikleyen etkenlerin başında gelmektedir. Sicilya ve Toledo başta olmak üzere Bolonya, Padova ve güney Fransa’da öncelikle kabul gören bu çeviri hareketi Yeniçağ’ın zeminini hazırlamıştır. Fransız Devrimi’yle birlikte Kilise tahakkümüne ağır bir darbe indirilmiş; beraberinde yaşanan diğer gelişmeler, Endüstri Devrimi, Luther hareketi ve Protestanlık, matbaanın icadı ve burjuva sınıfının ortaya çıkışı metafiziğe bakışı da değiştirmiştir. Organik dünya görüşünün yerini mekanik dünya görüşünün alması. Newton fiziği, Darwin ve evrim. Peş peşe yaşanan tüm bu sarsıntılar sonucunda yıkılan, temelde Platoncu ve Aristotelesçi metafiziktir.
Kartezyen Felsefenin kurucusu Descartes metafizik için ‘prima philosophia’ terimini kullanır. Descartes’da ruh ve beden birbirinden ayrılmıştır; res cogitans ve res extensa olarak. Descartes bir bakıma bedeni öldürüp önemsizleştirirken, ruhun ölümsüzlüğü ve tanrının varlığı üzerinde düşünmeye devam eder.
Spinoza ve Hobbes, iki farklı minvalde durarak, metafiziği bir devlet kavramı olarak ele alırlar. Çağlarının çok ilerisinde işleyen bu iki cüretkar zeka arasındaki onulmaz çelişki başlangıçlarında gizlidir. Spinoza kendi metafiziğini ortaya koyduğu Ethica’sına tanrı ile başlar, Hobbes ise Leviathan’a insan ile.
Kıta felsefesinde, özellikle Kant ile birlikte Alman idealizmi kıpırdanmaya başlarken, Ada felsefesinde İngiliz Deneyciliği muhalif köşesinde durmaya ve gerilimi canlı tutmaya devam eder. Deneysel felsefenin temsilcilerinden Hume, zihinsel tanıtlama için sayı ve niceliğin yeterli olduğunu öne sürer, mantığı eleştirirken matematiği yüceltir. Böylelikle yazgı değişmez, felsefe çağının bilimsel anlayışından kopamaz.
XIX. yüzyılda Comte insanlık tarihini üç evreye ayırır. İlki teolojik evredir. Animistik dönem olarak da adlandırılan bu evre poetik teolojiyi, yani mitolojiyi kapsamaktadır. Metafizik evre, doğal ve dolayısıyla ussal teolojidir. Üçüncü ve son evre olan pozitivist evre ise bilim çağıdır. Antropoloji, psikoloji ve sosyolojideki gelişmelerle birlikte tanrı merkezli dünya görüşü yıkılmıştır. Antropoloji ve teolojinin bu şekilde karşı karşıya konumlandırılması geleneksel metafizik anlayışı için bir evrim mesabesindedir; artık metafiziğin merkezinde insan durmaktadır. Nitekim ortaya çıkan teoloji ve ontoloji tartışmaları sonrasında, din temelli metafizik bilimsel ve rasyonel metafiziğe dönüşmüştür.
XX. yüzyılda varoluşçuluğun ivme kazanmasıyla birlikte postmodern metafiziğin merkezinde varlık ve insan durmaktadır artık. Wittgenstein mantıksal pozitivizmi savunurken hemen her şeyi dile ve sözcüklere indirger, böylelikle dil kavramın önüne geçer. Heidegger, can çekişen metafiziğin, o mahzun sevgilinin elinden tutar, düşmesinden hemen önce. Bilimi karşısına alır bu kez, isyan eder, düşünmemekle suçlar onu. Sadece sayılarla uğraşmakta ve hesap yapmaktadır çünkü. ‘Bizi ancak bir tanrı kurtarabilir’ der derin bir serzenişle, bir tanrı.
Ontolojik dünya görüşünün metafiziği de seküler bir metafiziktir artık. Postmodern çağda, gelişen dijital teknolojinin yadsınamaz gücü ve hakimiyeti yeni ve alışılmadık bir metafizik anlayışın kapılarını aralar.
O halde değişmeyen nedir?
İnsan her koşulda ve hala kendini aramaktadır; kendini kendi derinliklerine doğru kazmaya devam etmektedir. Üstelik kendine rağmen yapmaktadır bunu, ısrarla. Ve tutkuyla.
Felsefe, hiç kuşkusuz, bilimin açıklayıcı gücünü kabul eden ve fakat öte yanda, her şeye rağmen ve hala, bütüne dair, bütüncül bir anlamlandırmaya şiddetle ihtiyaç duyan her bilincin biricik sevgilisi olarak kalmaya devam edecektir.
Kaynak:
Dücane Cündioğlu, ‘Metafizik Tarihi’ üzerine dersler.
Görsel: Lykeion.