Sir Michael Anthony Eardley Dummett (1925-2011), Türkçe’de okuyup yazan profesyonel felsefeciler arasında bile yeni bilinmeye başlanan filozoflardan birisidir. Oxford Üniversitesi ailesinden bir filozof olan Michael Dummett, matematik felsefesi ve mantığa yaptığı katkıların yanı sıra farklı milletlerin ve kültürlerin varlığına hoşgörüyle yaklaşmak konusunda ortaya koyduğu mücadeleyle de takdir toplamıştır. Burada hoşgörü kelimesinin içeriğini anlamlı kılan Oxford’dan birinin bu kelimeye kendi kamusal deneyimleriyle kazandırdıklarıdır. Kitaplarını dikkatle okuyabilen her profesyonel okuryazar, analitik felsefe geleneğinin olumsuz imajının aksine onun Kıta Avrupası felsefesine ne kadar mesai harcamış olduğunu anlayabilir. Sözgelimi Peter Simons (1950- ) gibi İngiliz felsefesinin sonradan ünlenmiş filozoflarının bazıları da Kıta Avrupası ve başkalarının felsefi deneyimlerine aşinadırlar. Fakat geleceğin felsefesi üzerine konuşurken kendi geleneğini başkalarını da gözeterek güncellemek konusunda Dummett akla ilk gelen öncü filozoflardan birisidir. Dummett, kendi ifadesine göre inançlı bir Katolik’tir ve geleceğin felsefesinin en kapsamlı sorununun Tanrı’nın varlığı sorunu olduğunu; bunun da insanların birbirlerine güvenebilmeleriyle ilgili olduğunu dolaylı bir değerlendirmeyle belirtmektedir.[1]
İnançlı Katolik bir filozof olduğu için olabilir ilk kez İtalyanca çeviriyle 2001 yılında yayınlanmış olan The Nature and Future of Philosophy (Doğa ve Felsefenin Geleceği) adlı kitabında Dummett, doğa, bilim, yaşam ve felsefe arasındaki ilişkileri olabildiğince anlaşılabilir bir üslupla değerlendirmektedir. Kitap, akademik bir özne ve konu olarak felsefenin konumu ve işlevi, felsefi sorunun doğru içeriği, düşüncenin grameri olarak felsefenin eldeki durumu, psikoloji ve bilimcilik arasındaki ilişkiler, din ile felsefe arasındaki münasebetler, din ile ahlaklılık arasındaki bağlantılar, Gottlob Frege (1848-1925) ve Hans-George Gadamer (1900-2002) felsefelerinin dil felsefesi ve anlamlandırmaya katkıları, gerçekçilik, görecelilik ve nihayet felsefenin geleceği üzerinde durmaktadır. Benim ilgimi çeken pasajlar özellikle doğa felsefesinin hâlâ Oxford Üniversitesi Felsefe Bölümünde bir kürsü olarak korunduğuna dair saptamalar[2] ile din ve ahlaklı davranış arasındaki ilişkilerin değerlendirildiği analizlerdir.[3] Birinci pasajda Dummett, doğa bilimlerinin felsefe olmaksızın ilerleyemeyeceklerini herhangi bir mantıksal zorlamaya başvurmaksızın olgusal zeminde kalarak ve örnekleyerek anlatmaktadır. Felsefenin İngiltere’deki işlevini anlayabilmek için bu pasaj yol göstericidir. İkinci değinide Dummett, ahlaki davranış yükümlülüğünün Tanrı’yı ve bütün iradeleri bağladığı gerçeğini, her ahlaki söylemin öznesinin söylemin içerisinde izlenebilecek menfaatleri bulunduğu gerçeğini –bu, George Edward Moore’un (1873-1958) “metafiziksel etik” yaklaşımıdır- koruyarak yinelemektedir. İlk gerçekten ahlaki davranışın evrensel doğası ve ikinci gerçekten ahlaki davranışın koşullara göreli doğası anlaşılabilmektedir. Buna göre, her ahlaki davranış veya doğru, koşullara göreli olup kendisini tavsiye niteliğinde sunan insanların çıkarlarına bağımlıdır. Yani ahlakı tavsiye edenler bazı menfaatler için ahlaktan söz etmektedirler. Bununla birlikte ahlaki davranışa ilişkin bir beklentide bulunabilmek için özgür iradelerin varlığının ve bütün göreli koşullara rağmen ahlakın evrensel bir içeriğe sahip olduğunun da kabul edilmesi gereklidir. Dummett, ahlaki doğruların varlığını, geçerliliğini ve tutarlılığını başka filozofları da anmanın yanı sıra özellikle George Berkeley’e (1685-1753) katılarak Tanrı’nın mevcudiyetine bağlamaktadır.[4] Ona göre felsefenin ve dinin birbirleriyle ilişkileri her ikisinin temsilcileri üzerinden gerçekleşmekte olup arada içsel bir uyumsuzluk bulunmadığı gibi dinlerin insanlığa getirdikleri de din ayırt etmeksizin iyidir.[5] Peki, dünyanın büyük bir kısmında dinlerin doğruları ve Tanrı’nın varlığından bu kadar kuşku duyulan bir zamanda Dummett’in bu analizleri ve özellikle felsefenin geleceğindeki en önemli sorun olarak Tanrı’nın varlığından söz etmesi ne anlama gelmektedir?
Dummett, Doğa ve Felsefenin Geleceği’nde din ile ahlaklılık arasındaki ilişkiye özellikle değinmektedir. Bu arada kitabın sonunda en önemli sorunun Tanrı’nın varlığına dair araştırma olduğunu; Tanrı’nın varlığını veya var olmayışını kanıtlamanın bir filozofun inancını değiştirmeyebileceğini ekleyerek ifade etmektedir. Dummett, ahlak yasasının veya ahlaki beklentilerimizin varlığının Tanrı’nın varlığına ilişkin bir kanıt olarak kabul edilmesi gerektiğini tekrarlamaktadır. Ama ahlaki doğruların göreceliliği ve inançla ahlaki doğrulara riayet arasındaki ilişkinin zorunlu olmayışını da teslim etmektedir. Benim Dummett’in değerlendirmesinden anladığıma göre, Tanrı’nın varlığının en önemli kaynağı insanlara duyulan güvende ortaya çıkmaktadır. İnsanlara güvenilmeyen bir zamanda Tanrı’nın varlığına da inanılamaz. Ya da Tanrı’nın varlığına inanılmıyorsa insanlara da güvenilmiyordur. Tanrı’nın mevcudiyetiyle bütün insanlara duyulan güvenin mevcudiyeti birbiriyle eşanlamlı gibidir. Berkeley bunu idealizme müracaatla yaparken Dummett realizm içerisinden kaçmaksızın bunu yapmakta ve kişisel deneyimini paylaşmaktan çekinmemektedir. Bu arada ahlak yasası ile Tanrı’nın varlığı arasındaki ilişkide bir bakıma Immanuel Kant’ın yaklaşımını benimseyen Dummett’in aynı filozofun yaptığı bilgi-iman ayrımını reddetmesi de ilginçtir. Çünkü Dummett’in bulunduğu analitik gelenekteki bazı filozoflar bilgi-iman ayrımını bilginin lehine olacak şekilde radikal bir aşamaya taşırken bu filozof Amerikalı pragmatistlerin geneli gibi bilgi ve imanı insani gereksinimler ve deneyimler özelinde özdeş işlemektedir.
Michael Dummett’in Tanrı’nın varlığına ve geleceğin felsefesine ilişkin öngörüsü muhtemelen insanların birbirlerine duydukları güven gereksinimiyle yakından ilgilidir. Dummett, felsefenin gelecekte de doğa bilimleri, sosyal bilimler ve ahlak bilimleriyle ilgili yeni vizyonlar oluşturmaya devam edeceğini, ama onun en önde gelen sorunlarının ahlaki doğruların belirginleştirilmesi, yaşamın anlamı ve Tanrı’nın varlığı sorunları olduğunu saptamaktadır. Yalana bu kadar inanılan ve güvenilen bir zamanda (post-truth çağda) Tanrı’nın mevcudiyeti doğruluğun konumu ve geçerliliği için biricik güven kaynağı olabilir. Ama Dummett’in ve ondan çok önce Ebû Hâmid el-Gazâlî’nin de dikkat çektiği üzere, insanların ortak deneyimlerinden bağımsız bir mevcudiyet de ne kadar mümkün olabilir? Yani Tanrı kavramı insanların bir zaman ve mekândaki ortak iletişimsel alışkanlıklarından ne kadar bağımsızlaşabilir? Dummett’in bu sorulara yanıtı ahlaklı davranan insanın adalete ve iyiliğe inanması gibi Tanrı’nın varlığına da inanabileceği; en azından kendisinin inandığı şeklindedir. Günün sonunda inanç da bilgi de kişisel sınırlarda kalmaktadır. Dummett’e göre analitik felsefedeki kanıtlar da dâhil bütün argümanlar ve ispatlar daima kişisel ve menfaatlerle ilgilidir. Çünkü bütün konuşmalar ve ahlaki tavsiyeler bir şekilde konuşan öznenin menfaatlerine bağlanmaktadır. Bu nedenle insanların dilinin değil de davranışlarının söylediklerine bakmak gerekir. Bir insan yalancı veya düzenbaz ise onun inandığı Tanrı ya gerçek Tanrı değildir ya da Tanrı gerçekte var değildir.
Dummett, dürüst, adil ve yardımsever bir Tanrı’nın insandan bağımsız varlığını kabul etmektedir. Ama bu konuda insanları ikna etmek için çaba harcamamaktadır. Ona göre felsefenin görevi ikna etmeye çalışmak olmamalı gibidir. Çünkü insanlar sözlerle ve ikna girişimlerinden etkilenerek değil de yapıp edilenlere bakarak fikir değiştirirler. Felsefe sadece aydınlatıcı rehberlik yapmalı ve isabetli sorular üretmelidir.
[1] Michael Dummett, The Nature and Future of Philosophy, New York: Columbia University Press, 2010, s. 151-152.
[2] Dummett, The Nature and Future of Philosophy, s. 2.
[3] Dummett, The Nature and Future of Philosophy, s. 47-55.
[4] Dummett, The Nature and Future of Philosophy, s. 43.
[5] Dummett, The Nature and Future of Philosophy, s. 44.