Milenyuma girerken duygusallık mı akıl mı ya da her ikisi birlikte mi hayata geçmeliydi? Milletlerin tarihinde duygusallığın halkta oluşturduğu coşku önemli yer tutar. Ancak aklın gerçekleştirebileceği somut alt yapının gerekliliğini çağdaş yönetim bilimi çağımızda tüm boyutlarıyla sergilemektedir.
Özellikle günümüzde, “İletişim devrimi”nin şekillendirdiği “Bilgi çağı”nın tüm eylemlerini, aklın yönlendirdiği bir sürece hazırlamalıyız.
Ülkemiz son altı ay içinde tarihsel değeri yüksek olaylara muhatap oldu. Yüzyılın en büyük depremlerinden birkaçını yaşadı; jeolojiyi tartıştı. O kadar tartıştı ki “Jeoloji Bilimi” denen bir bilimin varlığına halkımızın tümü katıldı. Hatta jeoloji ile ilgilenen bilim adamlarımız ne kadar somut ve gerekli bir bilimle içiçe olduklarının değerini halkın katılımıyla daha da pekiştirdiler. Depremle yaşamanın altını çizerek, çağımızda yeni bir yaşam biçiminin geç de olsa çağdaşlığa ters düşmeyeceğini hatırlattılar.
Ve insanımız, toprağını, duygusal bir bağla kucaklarken, “Jeolojinin yasaları”na göre düşünmeye başlayıp “Somut düşünce”nin kaynağı olan “Akıl”la yaşama sürecine girmiş görünüyor.
Toprağın silkelenişi nasıl insanı somut düşünmeye itiyorsa, somut düşünebilen insanın da toprağı silkelemesi doğal görülmelidir.
“Toprak işleyenin su kullananındır” gibi sözde doğru, özde eylem isteyen bir felsefenin, somut düşünen bir kadronun elinde olmayışı “Anadolu dokusu” na en az 30 yıl kaybettirmiştir. Feodal bir sistemin ayak izlerini taşıyan toprakların silkelenemeyişi, aklın hakimiyeti yerine duygusallığın “Mahkumiyet”ini egemen kılmıştır.
Ve işlenmemiş toprak kullanmamış suyun oluşturduğu çelişki “Anadolu toprağı”nın en zayıf yerinde “Toplumsal deprem”e ortam hazırlamıştır.
“Aklın tarihi” bize “Tarihi yanılgı” ların tekrarlanmamasını gösteriyor. Anadolu’nun Güneydoğu uzantısının sosyolojik dokusunu, tanıyarak yeniden örmemiz gerektiğini hatırlatıyor.
“Önce insan” yaklaşımıyla bireyin kendi yaşamına egemen olması gerektiğini vurguluyor. Bireyin intihar etme hakkının olmadığını, toplumsal sözleşme olan anayasada “İnsan Hakları” başlığı altında görmek istiyor.
Aile egemenliğinin, aile fertlerini tüketme özgürlüğünü (!) kullanamayacağının kaydını toplumsal sözleşmede bulmak istiyor.
Etnik oligarşik egemenliğin, “Evrensel İnsan Hakları”nı koruyan anayasalarla çeliştiğinin altını çizmek istiyor.
Özetle “Aklın Tarihi” milletimizin yeniden şahlanışını, insan kökenli ve insan hedefli bir “İmar” olayında görüyor.