Milli birliğin oluşumu ve bir ulusun kalkınmasında barış ve güven duygusunun önemi
Bir milletin ya da bir ulusun mutluluğu ve kalkınması, o ulusu oluşturan bireyler arasında sağlıklı bir güven duygusunun varlığına bağlıdır. “Güven” kelimesi, dini kavramlar arasında “emanet” sözcüğü ile ifade edilir. Bu kelime “korkunun” ve “aldatma”nın zıttı olup, kişinin kendisi dışındaki birisi ya da birilerine inanarak huzur içerisinde yaşayabilmesi anlamına gelmektedir. Türkçemizde inanç sözcüğü ile karşılığı bulunan “iman” kelimesinin aslı da bu “emanet” sözcüğü ile aynı kökten gelmekte, kavram olarak “tasdik etme” yani birisini “doğrulama” demektir. İman, nasıl küfrün zıttı ise, emanet de ihanet ve aldatmanın zıttı bir anlam taşır. Bu bağlamda “mü’min”, Yüce Allah’a ve O’nun Peygamberi (a.s)’ne bildirdiği her şeye iman eden kimse demek olduğundan, aynı zamanda “kendisine güven duyulan kimse” anlamına gelmektedir. Yüce Allah’ın son Elçisi Hz. Muhammed (a.s.) bu hususu “Müslüman, elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu kimse demektir” diyerek formüle etmiştir.
Yüce Allah, Nisa suresi 58. Ayette emaneti ehline vermeyi emretmektedir. Bu ayette vurgulanan “emanet” kelimesi genel anlamlı olup; hem Allah’ın hakları hem de insan haklarını kapsar. Bu emir, insanın yerine getirmesi gereken bütün emanetleri içeren meşru görevler demektir. Kıyametin yaklaşmasına doğru insanların kendi ellerinde bulunan bir emaneti, sanki bir “ganimet malı” gibi görmeye başlayacağını bildiren Hz. Muhammed, toplumda güvensizliğin ve emanete riayetsizliğin tehlikelerine dikkat çekerek, toplumsal barış ve huzur için güven duygusunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Burada asıl amaçlanan emanet, mal emniyetidir. Bir başka yerde de Peygamberimiz emaneti, “zenginliğin sebebi” olarak belirtmiştir. Buradaki emniyet kavramı ise “kişisel güvenilirlik” demektir. Çünkü birbirlerine güvenen kişilerden meydana gelen bir toplumda her türlü ticari ilişki daha canlı ve sağlam yürür.
Hz. Muhammed (a.s.)’in dost ve yardımcıları olan sahabeden Hz. Huzeyfe b. el-Yemân tarafından bildirildiğine göre, Hz. Peygamber, bir zaman gelip, insanların alışverişlerinde emaneti yerine getirmeyeceklerini, güvenilmez insanların çoğalacağını, hatta o zaman kendisine güvenilen insanların parmakla gösterilecek kadar azalıp, “filan kabilede güvenilir bir adam varmış” diye söyleneceğini, mesela bir adam hakkında “ne kadar cesur, ne kadar zarif, ne kadar akıllıdır” denildiği halde, bu kimsenin kalbinde ne güven duygusu, ne de zerre kadar iman bulunacağını” bildirmesi ve yine peygamberimizin “söz verdiği zaman sözünde durmamayı” münafıklık alametlerinden biri olarak bildirerek, insanlar arasında ahde vefa ve güven duygusunun gerekliliği, dolayısıyla güvenin, gerçek mümin olmanın en önemli bir özelliği olduğunu vurgulaması çok önemli uyarılardır. Demek ki, güven kavramının (emanet ve emniyetin) bir maddi, bir de manevi boyutu vardır.
Yüce Allah’ın, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (a.s.)’den itibaren her peygambere bildirdiği Hak Dinin en önemli özelliği emanet meselesidir. Peygamberlerin sıfatlarından bir tanesi de “emanet”tir. Bu seçilmiş yüce insanlar, bütün beşeriyetin en güvenilir insanlarıdır. Hiçbir kimse onların güven dışı bir söz ve davranışlarına şahit olmamış, aksine kendi yaşadıkları toplumlarda düşmanları bile onları yalancılıkla itham edememişlerdir. Nitekim Hz. Muhammed (a.s.), kendisine nübüvvet gelmeden önce “Muhammedü’l-Emîn” lakabı ile ün salmış bir insandı. Mesela Kâbe’de Hacerü’l-Esved taşının yerine konması meselesinde, ortaya çıkan anlaşmazlıkta onun hakemliğine başvurulması meşhur örneklerden biridir. Kendisine peygamberlik geldikten sonra da gerek dostları, gerekse düşmanları, bu özelliğinin ortadan kalktığına dair hiçbir söz söylememişlerdir. Düşmanları ona “büyücü”, “kâhin”, “sihirbaz” vb. sözler söylemişler, fakat asla onu yalancılıkla veya sözünde durmamakla itham etmemişlerdir. İslamiyeti tebliğ ettiği ilk günlerde Mekke’nin ileri gelenleri toplanarak, Hz. Muhammed’i davasından nasıl vazgeçirebileceklerini tartışmışlar, birçok fikir ortaya atıldıktan sonra, en tecrübelilerinden biri olan Nazr b. Haris şöyle demiştir:
“Ey Kureyş topluluğu! Başınıza gelen felaketi hala savamadınız. Muhammed gözlerinizin önünde büyüdü. Hepinizin en doğru sözlüsü, en güzel huylusu, en güveniliridir. Yaşlandığında siz ona sihirbaz, şair, deli demeye başladınız. Halbuki Muhammed ne şair, ne sihirbaz, ne de delidir.”
Hz. Muhammed’in İslamiyeti tebliğ ettiği ilk günlerde bir grup Müslüman, Mekkeli müşriklerin zulüm ve baskısından kurtulmak için onun izni ile Habeşistan’a göç etmişti. Onları takip edip, Habeş kralından kendilerine teslim etmesini isteyen müşriklerin lideri Ebu Süfyân’a Kral Necâşi “Peygamberlik iddiasında bulunan bu kişinin bundan önce hiç yalan söylediğini duydunuz mu?” diye sorması üzerine, Ebu Süfyan: “Asla! Onun yalan söylediğini hiç duymadık” diye cevap vermiştir. Demek ki, peygamberliğin bile en önemli göstergesi güvenilirliktir. Çünkü onun ve diğer nebilerin hakkında bu tür bir şaibe, tebliğ görevinin aksamasına neden olur ve onları başarısızlığa sürükleyebilirdi. Yirmi küsur sene gibi çok kısa bir zaman içerisinde, hiçbir devlet geleneği olmayan, çoğunluğu çapulculukla geçinen bir toplumu, mükemmel bir devlet düzeni içerisine sokarak Arabistan yarımadası ve ötelerine egemen kılan, kuşkusuz onun bu güzel ahlakıdır. Yüce Allah onun bu özelliğini de bizlere bir “model” olarak sunmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed’in örnek alınmasını emrederek, bizim de onun gibi güvenilir insanlar olmamızı irade buyurmaktadır.
Yüce Allah, Hz. Muhammed’e değin, insanlar arasında emanet ve emniyet azaldıkça peygamberler göndermiş, bunun ihlali durumunda da dünyevi ve uhrevi yaptırımlar koymuştur. En son ve en mükemmel din olan İslam ve onun peygamberi Hz. Muhammed (a.s)’in emanete riayet ve güven duygusuna ilişkin, kıyamete değin geçerliliği devam edecek olan veciz uyarılarını dikkate almalıyız. O Yüce Allah Elçisi, birbirine güvenmeyerek, sadece kendi çıkarını düşünen, kendi yararı uğruna başkalarına zarar veren insanların, kendi döneminden sonra gittikçe çoğalacağını bildirerek, böyle insanların ne denli toplumsal tehlikelere sebep olacaklarını işaret etmiştir. İnsanlığın ileride maruz kalacağı bu tür tehlikeleri önceden bildirmesi, kuşkusuz onun nebevî mucizelerinden biri olarak her dönem insanına seslenmekte ve onları uyarmaktadır. Hz. Muhammed’in çağlar üstü bu uyarılarına günümüz insanlarının daha çok gereksinimi vardır. Çünkü zamanımızda birçok kişi hesap gününü dahi düşünmeksizin, kendi kişisel yararlarını her şeyin üstünde görmeye ve bu uğurda ellerine geçen her fırsatı kendileri lehine değerlendirerek başkalarının hakkını yemeye yönelmişlerdir. Halbuki bu hastalık bir toplumda yaygınlaşınca, hastalığın bütün bedeni sarması durumunda tek tek organların kendilerini kurtaramadıkları gibi, bu tip insanlar da kendilerini kurtaramazlar ve daha büyük tehlikelere maruz kalırlar. Unutulmamalıdır ki, bir toplumun esenliği de, felaketi de o toplumu oluşturan bireylerin ahlaki yapıları ile yakından ilişkili ve doğru orantılıdır. Bu nedenle Allah Elçisi’nin her hususta olduğu gibi, emanet konusundaki nebevî uyarıları da herkes tarafından dikkate alınmalı, buna aykırı davranmanın fert ve toplum hayatının felaketine neden olan en büyük hastalıklardan biri, belki de en önemlisi olduğu unutulmamalıdır. Çünkü Hak Dinin Hak Peygamberi, insanların beşeri zaaflarını bertaraf etmek, böylece onları dünya ve ahiret hayatında mutlu kılabilmek için gönderilmiştir. Yüce Allah insanların yaratıcısı olması hasebiyle, gerekli emir ve yasaklarını elçisi aracılığı ile bildirerek, bu tür ahlak dışı davranışlardan kurtulma yollarını onlar vasıtasıyla bizlere bildirmiştir. Cenab-ı Allah, insanların yaratıcısı olması dolayısıyla, onların bu alemde nasıl mutlu olabileceklerini de elbette en iyi bilendir. Bu nedenle, O’nun buyruklarına uyulması da insanların kendi yararlarına olacaktır. Çünkü Allah, insanları kendilerinden daha çok bilen, onlara acıyan, bağışlaması ve merhameti bol olandır.
Her zaman olduğu gibi günümüzde de gerek bireyler arasında, gerekse yöneticilerle yönetilenler arasındaki sağlıklı bir iletişimin gerçekleştirilmesi, ancak tam bir toplumsal güvenin sağlanması ile mümkün olabilir. Toplum yaşamında emanetin ehline, yani o işe layık olana verilmesi, adama göre iş değil işe göre adam bulunması, dinimizin üzerinde durduğu önemli esaslardan biridir. Birtakım ehliyetsiz ve yeteneksiz kişiler, hak etmedikleri yerlere getirilirse, bunlar o işe layık olmadıkları için, bu mevkilerini ya da bulundukları konumlarını kötüye kullanabilirler. Bunun sonucunda da çok vahim toplumsal problemler ortaya çıkar. Güven duygusunun bir toplumda yerleşmesinin en önemli şartı da iman duygusunun, hesap günü korkusunun, insan ve vatan sevgisinin kalplere iyice yerleşmesidir. Huzurlu ve barışçıl bir toplum oluşturabilmek için, insanlar birbirlerine güvenmeli ve bu güven ortamının oluşması için de az önce işaret ettiğimiz reçeteler hayata geçirilmelidir.
Bugün, özellikle bizim toplumumuzda güven duygusu çok zayıflamıştır. Çünkü toplumumuz kendilerini birbirine kardeş yapan manevi değerlerden uzaklaşmaya başlamıştır. İslam dini, aynı toplum içerisinde yaşayan bütün insanların, birbirlerinin hak ve hukukuna en güzel biçimde riayet edilmesini dinsel bir gereklilik (vecibe) sayarak, herkesin güven içerisinde yaşamalarını garanti altına almaya büyük önem vermiş, buna aykırı davranışta bulunmayı da en büyük günahlardan biri kabul etmiştir. Bir toplumda güven bunalımının artması, sosyal ve ekonomik sorunların da artmasına neden olmaktadır. İslam dininin gönderiliş maksatlarının en önemlilerinden biri, adaleti esas alarak birbirlerini seven, sayan ve birbirlerine güven duyarak mutlu ve müreffeh bir toplum meydana getirmektir.
Peygamberimiz, ilk defa Medine’de, bütün din mensuplarının huzur ve güven içerisinde bir arada yaşayabilmeleri için birtakım kurallar koyarak ve bu kurallara uyma konusunda herkesin onayını da alarak örnek bir toplum modeli vücuda getirmişti. O zamanlar, dünyanın birçok yerinde insanların birbirlerini yok etmeye çalıştığı o karanlık çağa bir nûr getirerek Asr-ı Seâdet adlı mutlu bir dönem (622-632) yaşanmasını sağlamıştı. İslam tarihinde bu olaya Medine Sözleşmesi denir. Bu ilk örnek model, temel hukuk ilkelerini içeren bir haklar manzumesi ve bir çeşit insan hakları evrensel beyannâmesidir. Bu esaslar, o günün ve o toplumun şartlarına göre hazırlanmış olmakla birlikte, geçerliliğini her zaman koruyan evrensel hukuk normları ve ilkelerini içeren bir vesika niteliğindeydi. Bugünkü ileri demokrasilerde görülen bütün din mensuplarının vatandaşlık bilinci içerisinde, eşit ve adil bir toplum modelinin belki de ilk örneği olan bu dönem, Müslüman, Yahudi ve Hristiyanları bir ümmet olarak kabul ediyordu (md.2 ve 25).
İslam tarihi, Kur’an-Kerim ve Hz. Muhammed’in yolunda yürüyerek, insanların huzur ve güven içerisinde yaşadığı nice dönemlere şahit olmuştur. Hz. Ömer’in “Dicle kıyısında otlayan bir kuzuyu kurt yese, onun hesabı Ömer’den sorulur” sözü, hayvanların bile birbirlerine zulmetmesini istemeyen ve bundan kendisini sorumlu hisseden bir anlayıştır ki, bu düşünce islami hassasiyetten kaynaklanır.
KAYNAKÇA
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut 1993, . I, s.223.
Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetu’t-Tefâsir, Tercüme eden: Sadreddin Gümüş-Nedim Yılmaz, Ensar Neşriyat, İst.1995.
Muhyiddin en- Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn ve Tercemesi, Diyânet İşleri Bşk.lığı Yay.,C.I, s.242-243.
Müslim, Sahih, İman Babı,25.
İbn Hişam, Siyer.
Buhârî, Sahih, Bed’ül-Vahy, I.