Ege Bölgesinin incisi, dağlarından yağ, ovalarından bal akan şirin mi şirin, yeşil Manisa’nın Muradiye beldesiyle Karadağlar arasında bulunan Karaali Köyü, son derece mümbit, bereketli bir araziye sahip bulunmaktadır.
Yıllar önce Karaali Köyünde geniş arazilere sahip Hacı Ahmet adında zengin bir adam yaşıyordu. Onun bir oğlu ve dört kızı vardı. Kızlarının dördü de aynı köyde evlenmişlerdi. Hacının oğlu Hasan, beyefendi, kibar ve yakışıklı bir delikanlıydı. Köydeki kızların çoğu, Hasanla evlenmeye can atıyorlardı. Ne de olsa babasının köyde güzel evleri, verimli arazileri ve bol parası vardı. Öyle ya! Günümüzde insanların çoğu paraya, mala, mülke ve varlığa önem verirler.
Hasan askerden yeni dönmüştü. Köyün güzel kızlarından 18 yaşındaki Zarife’yi kafaya takmıştı. Annesine babasına söylemiş ve gidip Zarife’yi istemişlerdi. Zaten Zarife de buna can atıyordu.
Hacı Ahmet, tek oğlu Hasan’a köy geleneğine göre güzel bir nişan ve düğün yapar. Dokuz ay sonra Hasan ile Zarife’nin nur topu gibi oğlan bir çocukları dünyaya gelir. Hasan, hanımı ve anne babası bu çocuğun dünyaya gelişiyle çok mutlu olurlar.
Hacı Ahmet, bir gün camiden çıktıktan sonra, bahçedeki ağacın gölgesinde tek başına uygun bir yere oturur ve derin derin düşünmeye dalar. Yaşının ilerlediğini, vefat edince dört kızı ve damatlarının mal varlığına üşüşeceklerini, tek oğlu Hasan’ı hırpalayacaklarını düşünür. Gönlü buna razı olmaz. Kendi kendine formüller arar. Avukatlarla danışarak mal varlığını ileride hukuki yollarla bozulmayacak şekilde oğlu Hasan’ın adına tapular. Hasan ile hanımı Zarife bundan çok mutlu olurlar. Başka kimselerin bundan haberi yoktur.
Mart ayının ilk yarısıydı. Ekinler çok güzel yetişmiş, boy atmıştı. Hava bulutluydu. Yağmur hafif çiseliyordu. Hasan tarlalarının kenarında yürüyordu. Havanın hafif serinliği, taze ekinlerin yeşilliği, meltem rüzgârının narin esmesi, Hasan’ı daha da mutlu ediyordu. Genç hanımını ve altı aylık bebeğini çok seviyordu. Babasının mal varlığı, verimli ekin tarlaları, artık onun tapusuna geçmişti. Onun keyfi yerinde mi, yerindeydi.
Odasında divanın üzerinde oturan Hacı Ahmet, pencereden dışarıya bakıyor ve tarlaların kenarında yavaş yavaş yürüyen oğlu Hasan’a bakıyordu. Tam o sırada fena halde gök gürledi, şimşek çaktı ve Hasan’a, babasının bakışları arasında yıldırım çarptı.
Hacı Ahmet, oğlu Hasan’ın yıldırım çarpması sonucu yere yığıldığını gözleriyle görünce, yerinden fırladığı gibi koşarak oğlunun olduğu yere gitti. Hasan’ın cansız bedeni yere serilmişti.
Hasan’ın annesi, karısı ve dört ablası feryad-ı figan ederek ağlıyorlardı. Babası ise miras kaçırarak işlemiş olduğu hatanın suçluluğu ve tek oğlu Hasan’ı kaybetmenin acısıyla donup kalmıştı. Bir süre sonra babalarının kendilerini maldan/mirastan mahrum ettiğini öğrenen kızlar, kardeşlerini kaybettiklerinden dolayı üzgün, babalarının yaptıklarından dolayı da kırgın ve dargındılar.
Hacı Ahmet, henüz on dokuz yaşındaki dul gelininin evleneceğinden korkuyordu. Çünkü gelin evlenirse, başta kendisi olmak üzere bütün aileyi maldan mahrum edecekti. Tüm mal varlığı, kocasından ona ve bebeğine kalmıştı. Hacı Ahmet çok büyük bir hata yapmıştı. Evlenmediği takdirde ömür boyu kendisine hizmet edeceğini, gelini Zarife’ye anlatıyor ve evlenmemesi için ona yalvarıp duruyordu.
Hacı Ahmet, sürekli camiye gidiyor, yaptığı hatadan dolayı Allah’tan af diliyor ve gelininin evlenmemesi için dua ediyordu.