Uluslararası Göçler, Göçmenler, İnsanlık ve İnsan Olmak
Son günlerde, haftalarda, aylarda, yıllarda özellikle Suriye’de yaşanan savaş ile ülkemizin göç dalgalarına hedef olması ve sayıları milyonlarla ifade edilen sığınmacıların ve göçmenlerin ülkemize gelmesi, getirilme biçimi, göç süreçlerinin yönetilmesi veya daha çok yönetilmemesi toplumumuzda önce büyük kaygılara ve eleştirilere, bugün ise içine girilen seçim sürecinin etkisiyle de korkuya ve güçlü tepkilere yol açmaktadır. Bu konuya “filozofun gözü” ile bakıp cesurca çözüm üretmek felsefenin vazgeçilmez ve ertelenemez güncel ödevlerinden birisi olmuştur.
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki artık göçebelik olamasa da göçmek, göçmenlik insanın yerleşik hayata geçmiş olmasına karşın normal halidir. Ekonomik nedenlerle, dünya ekonomisinin dengesiz gelişimi nedeniyle, iklim değişikliklerinden kaynaklı olarak çalışmak ve yaşamını idame etmek için, takibat, baskı ve savaşlar dolayısıyla insanlar sürekli göçmektedir. Göçmek insanın bugün de, belki de özellikle bugün yeniden en çok normal hali olmuştur. Aynı mahallede, aynı ilçede, aynı kentte, aynı bölgede, aynı ülkede ve bazen de kıtalarda veya kıtalar arasında bir yerlerden bir yerlere hep göçüyor insanlar, hep göçüyoruz. Bu bakımdan yerleşik hayata rağmen göçmek en doğal halimiz ve modern felsefe açısından en doğal insan hakkımızdır da. Sürekli hareket eden insan yaşamının ve dinamik olmak zorunda olan toplumsal yaşamın başka türlü olması da mümkün değildir.
Son 20-30 yıldır sayıları artarak yayılan savaşlar uluslararası kitlesel göç dalgalarının kontrolsüz yaygınlaşmasına neden oldu. Öyle ki mevcut kitlesel göç dalgaları, sıcak savaşlar gibi insanlığın yaratmış olduğu kültürü ve uygarlığı tehdit eder duruma gelmiştir. Bu nedenle teker teker insanların kuşaklardan beri kura geldikleri yaşam düzeyleri ve çalışma ve üretme koşulları doğrudan tehdit altında. Bu durumun yaratmış olduğu yaygın korku son derece anlaşılırdır. Fakat bu korkuların politika malzemesi haline getirilmesi, yerlilerin göçmenlere ve sığınmacılara karşı kışkırtılması da hiç bir şekilde kabul edilir bir durum değildir.
Tarihte büyük göç dalgaları yeni değildir ve bu, sanki değişmezmiş gibi kabul edilen demografik yapıları sürekli değiştirmiştir. Daha düne kadar ülkemizde Afrikalının yanında Rum’un, Yahudi’nin, Hıristiyan’ın yanında Müslüman’ın, Türk’ün yanında Arap’ın, Ermeni’nin yanında Kürt’ün, Süryani’nin yanında Ezidi’nin yaşadığı kentlerde, herkesin göçmen olduğu bir coğrafyada yaşıyorduk, yaşıyoruz. Farklı inançların ve kültürlerin bir arada yaşamasından kaynaklanan kaçınılmaz gerginliklere karşın insanları hemhal eden kalıcı dostluklar, kalıcı akrabalık ilişkileri oluşabilmiştir.
Bu kozmopolit yapı zamanla kısmen değişmiş ve kaybolmuş olsa da tarihten kalan bir miras olarak hemen her kentimizde hala sürmektedir. Ülkemizde, geçmişine bakılırsa, herkes göçmendir. Ülkemiz, bölgemizde yaşanan olaylara göre sürekli göç dalgalarına hedef olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Balkanlar’dan, ama 1970’li yıllardan beri de İran’dan, değişik Arap ülkelerinden, Afrika’dan ve Kafkaslardan, Rusya’dan, Balkanlardan vs. sürekli göç alan bir ülke olagelmiştir Türkiye. Ülkemize göçen insanların bazıları geldikleri yerlerde göçmelerine neden olan durum değişince geri dönmüşlerdir. Bazıları kendilerine ülkemizde yeni bir hayat kurmuşlardır ve toplumumuzun zenginleştirici unsuru olarak günlük hayatımızın parçası haline gelmiştir. Bazıları ise ülkemizde geçici olarak kalıp başka ülkelere göçüp gitmişlerdir veya gitmeye çalışmaktadırlar.
Yoğunlaşan üretim ilişkileri, aratan ekonomik ilişkiler, bir gereksinim haline gelen eğitim amaçlı göçler, gezip görmek amaçlı turistik seyahatler, ekonomik dengesiz gelişim ve savaşlardan dolayı göçler artacak ve bu, tüm insanlığın demografik yapısını da köklü bir şekilde değiştirecektir. Bunu engellemek 21. yüzyılda artık mümkün değildir. Bu durumda mesele artık göçleri engellemek, demografik yapının değişimini durdurmak değildir. Bugün artık mesele göçleri doğru yönetmek, yaratılmış olan uygarlık düzeyinin yani üretimi, kültürel yaşamı, entelektüel birikimi, eğitim ve öğretim seviyesini koruyarak göçleri dinamik bir şekilde yönetmektir.
Felsefenin, özellikle modern felsefenin uluslararası göçler konusunda üretmiş olduğu tarihsel bir çözüm var mıdır, insanlığa bu konuda bir politika perspektifi sunabilmekte midir? Uluslararası göçler konusunda bilimsel araştırmalar ve çalışmalar ne durumdadır? Uluslararası anlaşmaları temel alan uluslararası hukuk ne durumdadır?
Öncelikle belirtmek gerekir ki bilimsel araştırmalar ve çalışmalar insanın hareket özgürlüğünün olmasının bir hak olmaktan öte insanın doğası olduğundan hareket etmektedir. Bilimsel araştırmalara ve çalışmalara dayanan bu kavrayış Birleşmiş Milletler çerçevesinde ulaşılan hukuksal durum da bu düşünceyi çerçeve olarak almaktadır. Engelsiz ve dünya çapında sınırsız seyahat hakkı bu nedenle bir insan hakkı olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla genel kabul gören bu bilimsel görüş temel alındığında politikada mesele insanın hareket özgürlüğünün en iyi bir şekilde nasıl mümkün kılınacağı meselesidir, engellenmesi değil.
Felsefi bakış açısından konuya dair yakalanmış en gelişmiş düşünce Hegel tarafından ifade edilip temellendirilmiştir. Modern çağ kendi kavrayışında Thomas Morus, Rotterdamlı Erasmus ve Giordano Bruno gibi Rönesans teologlarının, bilimcilerinin ve filozoflarının düşüncelerinde ifadesini bulduğu gibi ‘insanlık çağıdır’ ve insan, yeniçağ ile tarihinde ilk defa ‘tam insan’ olma olanağına kavuşmuştur. Zira yeni ve modern çağ ile birlikte her bir insan tüm insanlıkla yani tüm kültürlerle, uygarlıklarla hem ekonomik bakımdan hem de teknik bakımdan ilişkilenme olanağına kavuşmuştur. Bugün bu gelişmeler en üst safhasına ulaşmış durumdadır. Öyle ki zaman ve mekân algımız son 60-70 yılda tamamıyla değişmiştir.
Modern felsefenin kuruluş aşamasında kurucu metinlerde Réne Descartes bizi ırkçılığa karşı uyararak işe girişir. Kendi açımızdan başkalarının bize komik, garip, alçak, gülünç, anlaşılmaz gibi gelen yaşam tarzlarının onlar açısından bakıldığında pekâlâ normal olarak görülebileceğini ve onlar açısından kendimize normal görünen kendi yaşam tarzımıza baktığımızda pekâlâ garip, alçak, gülünç, anlaşılmaz gibi görülebileceğini vurgular Descartes. Böylece kültürel çokluk ve farklılıklar karşısında hoşgörü modern olmanın bir ön koşulu olarak tanımlanmıştır.
Modern felsefenin diğer kurucusu Thomas Hobbes, Galileo Galilei’nin temellendirdiği eylemsizlik yasasından hareketle sürekli hareketi varlığın var olma tarzı olarak belirler. Hobbes, bundan hareketle insanın özgürlüğüne dair sonuçlar çıkarmıştır ve bunu hareket serbestisi olarak tanımlamıştır. Hobbes’un bu yaklaşımı bugün literatürde insan olmanın koşulu olarak “freedom of movement” (hareket özgürlüğü) diye kavramlaştırılmıştır.
Bu dış hareket serbestisini talep eden yaklaşım John Locke tarafından insanın iç ve dış özgürlüğünü bir bütün olarak kapsayacak şekilde ‘eylemde özgürlük’ olarak kavramlaştırılmıştır. İnsanın insan olarak özgürleşmesi, insanın düşüncesiyle, aklıyla, inancıyla, vicdanıyla eylemde özgür olması anlamına gelmektedir. Modern felsefenin insanın özgürlüğüne dair geliştirmiş olduğu bakış açısı budur.
Göç ve göçmenlik tartışmalarında soruna kalıcı çözüm üretilmek isteniyorsa modern düşüncenin temelinde olan bu iki ilkeyi çıkış noktası olarak almak gerekir. Hiçbir kültür diğerinden daha aşağı değildir, hiçbir kültür diğerinden daha üstün değildir. Her kültür diğerinden sadece farklıdır. Farklı oluşları onların aralarında özsel bir birlik olduğunu ve bunun da insanlık kültürü olduğunu göstermektedir. Her insanın hareket serbestisi hakkından dolayı dünyanın her tarafına gitme, yerleşme, çalışma ve yaşama hakkı vardır. Birleşmiş Milletler çerçevesinde uğruna yüzyıllarca verilen mücadele sonucu haklar bakımından ulaşılan durum budur ve bu tüm insanlık için bir kazanımdır. Bu kazanımı geriletme çabası tarihi geriye çevirme çabasına denk gelmektedir.
İşte, Hegel, Rönesans’tan beri biriken bu akıl emeğini, sentezci bir bakış ile ortaya koymuş olduğu felsefe sistemi çerçevesinde işlemiştir. Buna göre modern çağda ‘insan bireyi’ olmanın koşulu her şeyden önce insanın kendisini tüm evrenle bütünleştiren bakışa sahip olmaktır ki Yunus Emre de şiirlerinde 8 yüzyıl önce Anadolu’da benzer bir talepte bulunur. Bu ise ancak insanlığın doğaya, evrene, topluma, tarihe, kültüre, düşünceye dair üretmiş olduğu tüm bilimsel bilgiyi edinip içselleştirmek ile mümkün olabilir. Evrenle bütünleştirici bakış tüm dünyayı deneyimlemeyi yani dünyanın her tarafına özgürce seyahat edip görmeyi ve yaşamayı şart koşmaktadır. İnsan ancak bu şekilde dünyanın herhangi bir yerinde yaşarken tüm dünyayı yurdu olarak kavrayabilir -ki ‘dünyanın bir yerinde yaşamak’ sürekli değişen bir şeydir. Hegel’e göre insanın dünyanın her tarafına gitme özgürlüğü onun tüm insanlığın tarihiyle birlikte kültürünü deneyimlemesinin ve içselleştirmesinin bir koşuludur. İnsan ancak tüm dünyayı deneyimlemekle kendi türünü de tarihi, kültürü, inancı, yaşam tarzı, düşünme biçimi ile bir bütün olarak deneyimleyebilir ve böylelikle tüm insanlığı içselleştirebilir. Hegel’e göre insanın gerçek anlamda bir insan bireyi olmasının koşulu budur.
Bu evrensel insan bireyinin gelişmesinin koşulu toplumların kendilerini tüm toplumlara açık toplumlar olarak kurmasıdır. Modern ulusların oluşum ve kuruluş sürecinde genellikle diğer ulusları dışlayarak, deyim yerindeyse “pürleşerek”/”arılaşarak” uluslaşma yolunun doğru olduğu sanılmıştır. Fakat tarih bize bunun tersini kanıtlamıştır. Diğer halkları kendisine en çok katan uluslar tarihte en güçlü ve kalıcı halklar olmaktadır, çünkü böylece tek boyutlu ulus olmaktan kurtulup tüm insanlığı temsil etme gücüne sahip olma yeteneğine kavuşulmaktadır. Bu Hegelci bakış kendisini tüm halklara ve uluslara tarihsel olarak dayatmaktadır. Kendisini başka halklara, kültürlere, inanlara, yaşam tarzlarına, inanç biçimlerine örgütlü ve sistematik bir şekilde açabilen halklar ve uluslar aynı zamanda insanlığın bundan sonraki tarihine de kalıcı damga vuracak halklar olacaktır.