“İnsanlık muafiyet değil mükellefiyet demektir” der Aliya İzzetbegoviç. İçinde yaşadığımız toplumda ve konjonktürde girift çağrışımları ve göndermeleri olan bir cümle kuşkusuz. Özellikle mükellefiyete atıfta bulunmamızın hiç şüphesiz içinde yaşadığımız hayatın ve dünyanın geldiği nokta ile doğrudan ilişkisi var. İnsani ilişkilerden tutun da, tabiatla irtibat ve dünyayı sağlıklı inşa bağlamında insanlığın ciddi bir krizle karşı karşıya olduğu aşikar.
Kuşkusuz Aliya İzzetbegoviç, Kur’an-ı Kerim’in ve İslamın ruhundan damıtılmış bir önermeyi bizimle paylaşmaktadır. Nitekim insan, iki önemli niteliği ile hem diğer varlıklardan ayrılıyor hem de bir kültür ve dünya üretebiliyor. Bunlar irade (seçim ve özgürlük) ile iradenin getirdiği sorumluluk yani mükellefiyet. Tarih boyunca ve çağdaş dönemde insan ve dünya ile ilgili en yoğun tartışmalar özgürlük üzerine gerçekleşmektedir. Nitekim özellikle post/modern çağda tüketim, sanallık, yapay zeka gibi temalar üzerinden insan özgürlüğü yeniden sorunsallaşmıştır. Bugün genetiğine müdahale edilerek adeta yeniden yaratılmaya çalışılan insanın, o oranda iradesi ve sorumlulukları da yeniden tartışma konusu olmaktadır.
Fakat günümüzde tümel bir sorun daha var ki, bunu en iyi dile getirenlerden birisi Erich Fromm’dur. O, “Özgürlükten Kaçış” isimli kitabında insanların özgürlükten kaçarak sorumluluk almaktan uzaklaştığı tezini işlemektedir. Bunun sebeplerinden birisi de, insanların özgürlük (irade) ile güvenlik arasındaki ikilemde güvenliği tercih etmeleridir. Bir başka deyişle, iradesini kuşanarak ve yapıp ettiklerinin sorumluluklarını üstlenerek dünyayı inşa etmeye girişmek, hayatını yönetmek ve kendi elinde olduğu kadarıyla kaderini sahiplenmenin getireceği zorlukları göze almaması; bunun yerine iradesi ve sorumluluğunu başkasına devrederek hem vekaletine sığındığı kimsenin insafına kalması, hem de artık bir şey yapabilme yetisini kaybetmesidir.
İçinde yaşadığımız küresel sistem tam da böyle bir ikilemin, korku ve kaygıların arasındaki mesafede yaşamaya devam etmektedir. Farklı filmlerde izlemişsinizdir. Amerika’da kölelik kaldırıldıktan sonra, bir köleye artık serbest olduğu söyleniyor. Köle içinde bulunduğu şartlarda yaşamaya o kadar alışmış ki, dış dünyaya çıkıp bir müddet dolaştıktan sonra efendisine gelir ve “ben yine sana hizmet edeyim, sen de benim karnımı doyur” der. İşsizlik, silah, hastalıklar, ilaç vb. üzerinden global düzeydeki adaletsizlikler, insanları dünya ile ilgili derin bir kaygı ve korkuya sürüklemektedir. Öyle ki, büyük kitleler artık irade ve sorumluluktan vazgeçerek sadece ekmeklerinin peşine düşmektedirler. Bunun en önemli kanıtı dünyadaki gelir dengesi ve milyarlarca insanın çok küçük rakamlarla yaşamak zorunda kalmalarıdır. Küresel sistem Firavun’un “fakirleştir, köleleştir ve daha kolay yönet” (Bkz. 28/Kasas, 4) taktiğini uygulamaya devam ediyor.
Bugün insanlığın yaşadığı dramlara baktığımızda, temel sebebin insanın bizzat mükellefiyetleri doğrultusunda hareket etmemesi olduğunu görürüz. Mesela, dünyada akıl almaz ölçekte silahlanma yarışı devam etmektedir. Çatışma riski ve korkusu ile silahlanma giderek yoğunlaşıyor. Birbirini besleyen bu süreçte silahlanma arttıkça çatışma riski artıyor, çatışma riski arttıkça silahlanma artıyor. Mızraklar Mızraklar, Tüfekler Tüfekler isimli kitabında “silah sanayi niçin grev yapmaz” diye soruyordu Jose Saramago. Hiç de rasyonel olmayan ve insanın hırsı ve doymaz iştihasından beslenen bu tavrın mükellefiyetle uyuşan bir tarafı var mı? Büyüme ve tüketim adına tabiat ve çevrenin tahrip olmasına kulak tıkayan bir zihniyetin yarattığı şehirler insanın hangi sorumluluk duygusuyla izah edilebilir? Gıdalardaki bozulma, giderek artan global işsizlik ve fakirlik nasıl izah edilecektir?
Dünyadaki bu dengesizliği ve krizi yaratan şey ise insanların mükellefiyetleri kuşanmadığı gibi sürekli muafiyetler talep etmesidir. Bunun birinci boyutu, öncelikle dünya ölçeğinde insanı sömürgeleştirme faaliyetleri ile var olan küresel sermaye sahipleri ve güçlerdir. Onlar güçleri oranında kendilerine muafiyetler yaratarak dünyayı sorumsuzca tüketmektedirler. İkincisi ise, yine dünya ölçeğinde çok sayıda insanların özgürlükleriyle birlikte zihni, bedeni yetilerini kaybederek kitleselleşmesidir. Kur’an-ı Kerim’in “müstazaf” olarak isimlendirdiği bu kitle de, özgürlük ve sorumluluğu üstlenmeyerek bir başka açıdan muafiyet hali yaşamaktadır.
Bir problemi çözmek için gelinen yerden geriye doğru sağlama yapmak üzere en başa dönmek gerekir. Bu, aynı zamanda o probleme dair en sade ve basit olandan başlamak demeye gelmektedir. Burada en başa dönmenin ilk adımı; özgürlük ve sorumluluğu yeniden hatırlamaktır. İkincisi de, mükellefiyetlerimizi kuşanarak sorumlu bir varlık sıfatıyla dünya ile irtibatımızı bu mentalite üzerine inşa etmektir.