İslam Hukukunda Nasların Hükme Dalaleti ve İcma’nın Durumu
İslâm usul hukukunda nasların hükme delâleti konusu önemli bir konudur. Nassın katî ve zannî alanı bulunmaktadır. Desene nassın yakın ve zan alanı yani içtihad ve nas alanı bulunmaktadır. Mevridi nasta içtihada mesağ yoktur. Katî nass olduğu yerde veya içtihadın maddi norm yapıldığı yerde, içtihad yapılamaz, yasaya uymak zorunludur. Ancak bu nass konumuna yükseltilen içtihad, toplumun ihtiyacını karşılamıyorsa, yeni içtihatlara gerek vardır. İçtihadın nass konumuna yükseltilmesi, bu içtihadın değişemeyeceği anlamına gelmemelidir. Sosyal hukuk alanındaki içtihatların naslastırıldığı bir toplumda, terakki sağlanamaz. İçtihat, İslâm’ın hareket prensibi olup kaynağı ise nastır. Tarihten günümüze nas alanı ile içtihad alanı ayrımı problemi daima ola gelmiştir. Diğer bir ifadeyle bilginler arasında, dinîn sabite alanı ile içtihada açık alanı problemi yaşanmıştır. Yani nassın katî alanı ile nassın zannî alanını ayrımı problemimiz olmuştur. Nassın zannî alanı İslam hukukuna yürürlük sağlamıştır. Bütün ihtilaf nassın katî alanı ile zannî alanın birbirinden ayrılmasında yatmaktadır. Bu ayrıma göre özellikle sosyal hukuk alanındaki gelişme ve değişmelerin tecrübeyle fark edilmesi, zamanın ortaya çıkardığı problemlerin tespiti ve bu problemlere üretilecek çözümler için yeni yöntem ve çözüm usulü benimsenmesi, dinlerin pratiğe müdahalesi için kaçınılmaz hâle gelmiştir. Yoksa dinî değerlerin ve din algısının zamanla yozlaşacağı kuşkusuzdur. Farkında olmadan deizim ve nihilizme yolculuk yapılır. Tarihteki içtihatların teşekkül döneminde, sosyo-kültürel ve sosyo-politik şartların etkili olduğu da bilinmektedir. Keza zamanla sünnetin her türlüsü, Sahabenin içtihatları katî nas seviyesine yükseltilmiş ve bu noktada bazı problemlerin doğması da kaçınılmaz bir hal almıştır. Vahiy kapsamında yani Kur’ân ve sahih sünnet çerçevesinde sübut ve delaleti katî olmayan her nassın içtihâdî alanda olması nas değil; içtihâdî bir hükümdür. Yani nass-ı içtihadidir. Ne yazık ki klasik dönemin bireysel ve ortak aklının içtihatları nas gibi kaynak ve değer seviyesine yükseltilmiştir. Bunun için ister evrensel değerler, isterse içtihâdî değerler olsun, birey ve toplumların ihtiyaçlarını karşıladığı ölçüde değer yargısının değeri daha da artacaktır. Öte yandan değişebilen bir değer yargısı toplumun problemlerini çözdüğü ölçüde “değer” olarak benimsenir. İnsanların kişiliklerinde dönemsel değerlerin mutlak doğru kabul edilmesinin vicdanî olarak dine bakışı da değiştirebileceği bir gerçektir. Bugün câri olan piyasa İslâm’ı sosyolojik gerçeklikten kopmuş görünmektedir. Bunun için içtihâdî değer yargılarının toplumun ihtiyacını karşıladığı ölçüde bir anlam ve değer ifade edeceği ortadadır; aksi takdirde bir başka içtihâdî değere ihtiyaç duyulacağı kuşkusuzdur.
İslâm hukuk bilginlerinin bazıları, nasları kendilerinin daha doğru anladıklarını ve dinin hakiki tarafını kendi yorumlarının teşkil ettiğini âdeta Allah’ın adına iddia etmişlerdir. Bu bağlamda İcma’nın meşruiyet kaynağını da naslarla temellendirmeye çalışmışlardır. Bu şekildeki ön yargılarını dini naslara söyleterek dini hukuki hükümlerin meşruiyet kaynağını oluşturmaya çalışmışlardır. Böylece hem kendilerini hem de müçtehitlerin icma ettikleri konuları garanti altına almışlardır. Daha sonra bazı bilginler ise bu bireysel ve toplu içtihatları nas konumunda algılamışlardır. İslâm’ın vahiy gibi asli kaynaklarına kendi değer yargılarımızı da katmış olabiliriz. Bu durum İslâm dünyasının bulunduğu fikri seviyeyi göstermesi açısından önemlidir. Bu nedenle icma algısında ütopik ve idealist bir teoriden öteye gidilememiştir. İcma kavramına realite ve fiili uygulamalardan uzak bir anlam yükleme onu teoride kalmaya mahkûm etmiştir. İslâm dininin tevhit ruhunda var olan birlik / icma ilkesinin, dini hukuki hükümlerin icrasında aranması gerekmez. Değişmez doğrular üzerindeki ittifak bir ilkedir. Bu ilkelerin korunması bir itikadı ve dini sorumluluktur. Bu değerler Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar sıratı müstakim yolu üzerindeki ana sabiteler olarak kabul edilir. Kur’an’ın ifadesiyle bu tür sabitelere beyyine, muhkem ve müfesser naslar denilmektedir. Bunlar kıyamete kadar Hanif dininin temel ve değişmez esaslarıdır. Nasların içtihat alanında yapılan anlama faaliyetleri terminolojik olarak hangi kavramla ifade edilirse edilsin ( icma, kıyas, istihsân ve istislâh gibi) bunlara gerçek bilgi değeri atfedilmemelidir. Bilginlerin iyi niyetle ve hakkaniyete dayalı zann-ı galip üzere gerçek bilgi statüsünde hukuki alanda hüküm inşa etmeleri ancak bu alandaki bireysel ve toplu içtihatların ihtiyaçları karşıladığı ölçüde bir değer ifade eder. İcma ve kıyas gibi içtihatlar, bir tür yasal düzenleme olduklarında ümmeti bağlamaktadır. Aksi takdirde İslâm’ın en önemli dinamizm kaynağı olan içtihat alanı dondurulmuş, tevkifi alana sokulmuş olur ki bu durum İslâm kültürünün temel değerleriyle ve yürürlüğü ile çelişir. İcmayı aslî deliller arasında kabul eden bilginlere göre icma mutlaka şer’î bir delile dayanmalıdır. Bu durumda ise icmanın müstakil bir kaynak olamayacağı açıktır. Diğer bir ifade ile icmanın dayanağı Kitap veya mütevatir sünnet gibi kesin bir şer’î delil ise icma müstakil bir delil olmayıp hükmü tekit ve tahkim edici bir hüccet kabul edilir. Bu tür icma sübut ve delâleti katî (namaz, oruç ve zekât gibi) şer’î değerlerin korunması gayesine yöneliktir. Öte yandan icmanın dayanağı haberî vahid ve kıyas gibi zannî bir delil ise icmanın müstakil bir hüccet olup olmadığı tartışmalıdır. İcmanın genel kabul görmüş bireysel içtihattan daha kuvvetli olduğu kuşkusuzdur. Bu durumda icma, sosyal siyaset alanında bireysel düşünce hâkimiyetine karşı geliştirilen bir yöntemdir. Hiç kuşkusuz icma bireysel içtihattan bağlayıcılık ve güvenirlik açısından daha kuvvetlidir. Sonuçta bu tür İcma’nın içtihadın tahkim edilmiş bir çeşidi olarak görülmesi daha isabetli gibi gözükmektedir. Peygamberimizin vefatından sonra teorik olarak Şia’da ehl-i beytin masum imam fikri hâkimken; ehl-î sünnetin de ümmetin yanılmazlığı fikrinde yoğunlaştığı görülür. Bu da bir yönüyle Peygamber (sav)’in vefatından sonra toplumsal otoritenin sağlanması gayesine yönelikken; bir yönüyle de bundan sonra Peygamber ve nebi gelmeyeceğinden, Peygamberin ümmetine şahit olduğu gibi ümmetinin de gelecek nesillere şahit olmasının gereğidir. Bu da masumiyet karinesinin ümmetin yanılmazlığı ilkesinde tezahürünün bir sonucu olsa gerektir. Hâlbuki ümmetten her bir kişinin içtihadında hata etme olasılığı olduğu gibi bütün müçtehitlerin veya ümmetin de hata etme olasılığı her daim mümkündür. Bu bağlamda kendisi zan üzerine kurulmuş olan yapının varlığının tartışılması da doğaldır. Bunun içindir ki bir kısım bilginler İcma’nın ve icma edilen konuların da olmadığını iddia ederlerken; bir kısım bilgin ise bunun aksi görüş içerisindedirler. Yıkıcı olan, birinin diğer görüş sahibini neredeyse din dışılığa iterek fikirlerden çok kişilerin tan altında bırakıldığı sübjektif değerlendirmelere imkân verilmesidir. Bu ihtilafın kaynağı vahyi deliller ile ictihadî delillerin hiyerarşisi noktasında yatmaktadır. Tarihin belli dönemlerinde müçtehitler, döneminin koşullarına uygun değer yargıları üretmişlerdir. Bunda da çok başarılı hizmetler vermişlerdir. Bu değer yargılarının günümüz dünyasına ışık tutacağı, projeksiyon görevi yapacağı kuşkusuzdur. Her kazanılmış tecrübe birikimi tekâmülün sağlanmasına katkı sağlayacaktır. Ancak zaman ve koşulların yeni imkânlar ve fırsatlar doğuracağı kuşkusuzdur. Sosyal hayatta meydana gelen bu değişmeleri hukukçuların yeniden ele alması, her şart ve zeminde ortaya çıkan problemlere müdahale etmesi de kaçınılmaz görünmektedir. Her bir olay, de facto dünün aynısı olması düşünülemez. Sosyal olgular kendi şartlarının ürünüdür. Bunun için sosyal olaylar ve sosyal olgular, sosyal hukuk normlarının sürekliliğini tetiklemektedir. Bir sosyal hukuk normu ilkesel bazda varlığını devam ettirse de çoğu kez mahiyet farkı bulunmaktadır. Şekilsel bir takım benzerlikler bulunsa da mahiyet olarak farklılık bulunması kaçınılmazdır. Onun için sosyal hayat boşluk kabul etmez ilkesi bir deyim haline gelmiştir. Tecrübeler bizlere bunu göstermektedir. İcma kavramının literal anlamda tartışılması mahiyeti ve işlerliği konusunda ciddi endişeler doğurmuştur. Zaman zaman kutsal metin aracı konumuna da yükseltilmiştir. İyi niyetle yapılan icma anlayışının zamanla statik bir yapı kazanmış olduğu anlaşılmaktadır. Görüldüğü üzere icma esasta, toplumsal iradenin yansıması şeklinde başlayıp zamanla toplumlar üzerinde bir baskı ve otorite kurumu haline gelmiştir. Bu otorite ve hâkimiyet, Peygamberin vefatından sonra Sahabe uygulamaları ve bazılarına göre Medinelilerin örfü kabul edilirken; Sahabe sonrası toplumsal otorite ise kurucu müçtehit imamlarla sağlanmıştır. Daha sonra ise bu otorite müçtehit âlimlerin, toplumsal iradenin temsilcisi olmasıyla günümüze kadar devam ettirilmiştir. İcmanın aslî bir delil mi yoksa bir yöntem mi olduğu konusu ilk dönemlerden beri tartışıla gelmiştir. Klasik bilginlerin ekserisi icmayı, aslî kaynaklar arasında ve üçüncü delil sayarlarken; bir kısım bilginler ise icmayı nasların hitabının anlaşılmasında ortak bir içtihat birliği (içtihadı birleştirme kararı) bir yöntem ve metot olarak görmektedirler. Bir kısım bilginleri ise icmanın kesin delile dayanması gerektiğini, bu anlamda icmanın nasları korumaya yönelik olduğunu, kıyas ve maslahat gibi zanni delile dayanan ittifakın ise hatadan uzak olamayacağı görüşünü benimsemektedirler. İcmânın senedinin katî ve zannî diğer bir ifadeyle mütevatir ve ahad oluşuna göre icmaya hüküm değerini atfetmişlerdir. İcma yapmak için bir yetki sorumluluğu olması gerekmektedir. Ulu’l emir tarafından yetki verilmiş olanların bir mesele hakkındaki ortak kararına icma denilmesi ilk dönem Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanında gerçekleştiği görülür. Bu tür icma bir yetki sorumluluğu olup icma yapma yetkisi bulunan kişilerin belirlenmesi gerekmektedir. Bu durumda icma yapma yetkisini sadece müçtehitlere ait görenler ile tüm ümmete ait görenler bulunmaktadır. Klasik dönem Sahabenin icma ile modern hukuktaki İçtihadı Birleştirme Kararında ise bütün bilgin Sahabe veya hukuk ilim adamları değil sadece yetkili olanlar bulunmakta olduğu daha isabetli gözükmektedir. Sahabenin icmasının oluşmasında yetkililer yani müçtehitlerin icmasına bağlayıcılık özelliği veren temel unsur icmada bulunan müçtehitlerin yetkili olmasıdır. Doğrudan naslarda bir hüküm bulunmayan icma hakkında dolaylı bir kaynaklık teşkil ettiği şeklindeki yaklaşımlar zamanla hem yargısal hem de ilmi içtihatların önüne set çekecek nitelikte geniş bir bağlayıcılığın verilmesi İslâm hukukunun gelişmesine ve ilerlemesine değil duraklamasına sebep olduğu iddia edilmektedir. İlmi içtihatların önüne set çekecek nitelikte bir bağlayıcılığın verildiği icma konusu günümüzde ilim adamlarınca ele alınıp üzerinde daha çok düşünce üretilmesi gerektiği kuşkusuzdur. Hukukta ihtilaf, ya bilim adamları ile ilgili fikir ve düşünce farklılığından kaynaklanır ya da uygulamadaki ihtilaftan kaynaklanır ki bu da yetkilileri ilgilendirir. Birincisi hakikati ortaya çıkarmak için bir içtihat gayretiyken; diğeri ise uygulamaya yönelik bir ihtilaf olup toplumda ayrımcılığa sebep olan güven duygusu ve adalet duygusunu sarsan bir ihtilaftır. İlmi adamları ilmi içtihatlarındaki ihtilafı ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Sonuçta bilginler, icma’yı İslâm dininin ve tevhit birliğinin korunmasına katkı sağlayan ümmetin geleceğinin teminat altına alındığı verimli asli bir kaynak görürlerken; bir grup bilgin ise icma’yı nasların kıyas ve maslahat gibi içtihat alanında aynı konudaki bireysel içtihatlarının toplamından ibaret görmektedirler. Sonuçta nass ve nassın içtihat alanında ciddi bir metodoloji sorunumuz olduğu açıktır.
SAYGILARIMLA.