Bir şeyi gerçekleştirmeyi arzu etmek, başarmak için yetmiyor. O şeyin olabilirliğine ve ihtiyaç olduğuna da inanmak gerekiyor. Denilebilir ki: “Hizmet ihtiyaca göre yapılır.” Ancak bir şeyin ihtiyaç olduğunu yakalayabilmek için, toplumun tarihi sürecini somut olarak yaşayarak geçirmek gerekiyor. İhtiyaçlar, bireysel ve toplumsal çapta somut arayışların kazandırdığı gerçek hedeflerdir. Ne var ki, bireyi ve toplumu evrensel ve bağımsız bir düşünce ile ele alıp analiz etmeyen sistemler, ihtiyaçların da evrenselliğini yakalayamazlar. Bu yüzden, “Evrensel İhtiyaçlar” denilebilecek: düşünce, akıl, bilim, sanat, dostluk, sevgi, emek, iletişim, yardım, birlik, üretim, istişare vs. gibi kavramların önemi, bütün zamanlarda öncelikle algılanmalıdır.
Yukarıdaki başlığın altında, böyle bir giriş yazmak gerekirmiydi diye sorulabilir. Aslında her konunun “Giriş” kısmında, böyle bir anlayışın ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Üniversite deyince akla gelen ilk iki kavram çok kullanılır: “Akıl ve Bilim”.
Akıl her bireyde yaradılıştan vardır. Bilim, aklın işletilmesiyle ortaya çıkabilen bir üründür.
Bu tespitlere göre “Akıl olmazsa bilim olmaz” denilemez. Akıl işletilmezse veya akıl çalıştırılmazsa ya da düşünen akıl yoksa bilim olmaz, denilebilir.
Biz bu ikinci tespite katılıyoruz. Yani, üniversite denince öncelikle akla gelmesi gereken üç kavram olmalı: “Düşünce, Akıl, Bilim”.
Düşünme, çevre koşullarının (inançlar, değerler, duyumlar, bireysel ve toplumsal kültürel birikimler, eşya ve olaylar, evrensel etkinlikler vs.) durmadan değişen ve gelişen yasalarını, akla hammadde olarak taşıma fonksiyonudur. Bilim, ancak bu hammaddeyi tasarlayarak işleyecek olan aklın üretimiyle ortaya çıkabilecektir.
Başka bir deyişle, çevre koşullarının gerçekleştirdiği düşüncenin tetiklediği aklın tasarımları, insanın yaşam sürecinin her aşamasında bilim olarak yansıyacaktır. Ve bilim, her çağda, aklın tasarladığı araçları, evrensel fonksiyonunu gerçekleştirmek için kullanacak, bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda yeniden yapılanmanın sürecini yaşatacaktır.
Bu görüşler, bilim üretmek misyonu taşıyan her üniversite kurumu için geçerli sayılabilir. Çizgi sapması olduğunda, Cumhuriyet dönemimizde yeniden yapılanmalar gündeme gelmiş ve gerçekleştirilmiştir.
Yıl 1932, Atatürk: “Şahsi mütalaa ve araştırmaya sevk eden tarzda tedris yok…” (Ansiklopedik malumat) mesajını vermeye başladığında, yeniden yapılanma süreci başlamıştı.
Üniversite, Osmanlı İmparatorluğu’ndan “Darülfünun” kimliği ile devralınmış bir kurumdur.
İstanbul Darülfünunu, 1924 tarihli ve 493 sayılı kanuna göre, katma bütçeli özerk bir kurum olarak işliyordu. Cumhuriyet yönetimi, inkılâplar yaparken darülfünundan beklediği desteği göremediği için, yeni bir düzenlemenin gerekli olduğu kanısındaydı.
Zamanın Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in 31 Temmuz 1933’te basına yaptığı açıklama değişimin ve yenilenmenin ihtiyaç olduğunu gösteriyordu. Dr. Reşit Galip şöyle diyordu: “İstanbul Darülfünunu Türkiye Münevverliğinin salaha, inkişafa ve terakkiye eremedi. Memlekette siyasi, içtimai, iktisadi sahada esaslı hareketler oldu. Darülfünun bunlardan habersiz göründü. Hukukta radikal değişiklikler oldu. Darülfünun yalnız yeni kanunları tedrisat programına almakla yetindi. Harf inkılâbı oldu, öz dil hareketi başladı. Darülfünun hiç tınmadı. İstanbul Darülfünunu artık durmuştu, kendisine kapanmıştı.” (Cumhuriyetin 75 yılı YKY).
1932’de “Nasıl bir Darülfünun” sorusu, günümüzde “Nasıl bir Üniversite” sorusuyla tekerrür ediyor.