Küçükken ara bir sokağın yokuşundan aşağıya inip arabaların vızır vızır geçtiği otoyolda okula yürürdüm. İlkokuluma ulaşmak için yirmi dakikalık bir yürüyüş gerekliydi. Kalabalık bir yürüyüş olurdu. Ablam, abim ve o saatte aynı yönde okula giden tüm çocuklar yola doluşurdu. Otoyolda kaldırım yoktu diyebilirim. O kadar dar bir yükseklik yapılmıştı ki iki tarafa da bir kişi ancak sığardı. Arabaların yoğunluğundan iki yönlü otoyolda dar bir alanda yürümek zorunda kaldığım çok olurdu. Uçurum kenarında yapılmış olan bu otoyoldan bakınca Karadeniz hırçın dalgaları ile salınırdı.
İlkokul üçteydim o sene. Öğretmenim değişmişti, iki yıldır beni okutan, anlayışlı, bakışı ile müsamahasını belli eden çok sevdiğim erkek öğretmenim ayrılmış, yerine sert bakışlı, otoriter görünen, hiç sevgi imaresi hissettirmeyen bir kadın öğretmenim olmuştu. Çok üzüldüğüm bir seneydi. Eski öğretmenimi özlüyordum.
Sınıfım kalabalık bir sınıftı. Yaramazlık yapan öğrenciler olduğu kadar çalışkan, söz dinleyen öğrenciler de çoktu. Ben kendimi hep söz dinleyen öğrencilerden biri sandım, ama tabi o yaşlarda kendimi ne kadar iyi değerlendirebilirdim ki!
Çalışkan bir öğrenciydim, derslerim hep iyiydi. Çok da çalışmazdım aslında. Arkadaşlarımdan çok sevdiğim iki kızkardeş vardı. Aynı sınıftaydılar, ama ikiz değillerdi. Nedendir hatırlamıyorum yeni gelen öğretmenimizin onları çok sevdiği kazınmış beynime.
Bir gün dikte çalışması yapıyoruz. Öğretmen söylüyor, biz yazıyoruz. Öğretmen söylerken sıraların arasında dolaşıyor. Elinde boş bir su şişesi. Üçlü dizilmiş sıraların arasında iki boşluk var yürünebilecek. Devamlı tur atarken yanımdan geçtiği sırada nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde elindeki su şişesi yere düştü. Ne kadar anımsamak istesem de anılar silik. Hafızamda kalan öğretmenin beni su şişesini düşürmekle suçladığı ve ceza olarak da şişeyi su doldurmam için uzaktaki bir su çeşmesine gönderdiği. Okula en az on dakika yürüme mesafesinde olan bir su çeşmesine kendi boş şu şişesine su doldurmam için beni tek başıma gönderdi. Henüz yedi yaşındaydım. Tabi ki hiç sesimi çıkarmadan su şişesini alıp çeşmeye gittim. Çeşme her gün okula yürüdüğüm yol üstündeydi, ama çeşmeye ulaşmak için yoldaki bir patikadan aşağıya doğru inmemiz gerekiyordu. Ara sıra okula gidip gelirken o çeşmeden su içerdik. Suyu kaynak suyuydu. Buz gibi su akardı.
Çeşmeye giderken hiç korkmuyordum, o zamanlar sokaklarda tek başına bir çocuk gezebilirdi. Yolda çok da acele etmeden çeşmeye ara yoldan indim, şişeye suyu doldurdum ve okula döndüm.
Ne mi oldu sonra? Bilmem ki. Hatırlamıyorum. Silinmiş hafızam. Ama öğretmenin bana tavrı silinmemiş. O günden sonra çoğu kadın öğretmenime karşı da ön yargılı oldum sanırım.
Şimdi düşününce o zamanların bakış açısını yadırgıyorum. Kendi ihtiyacını gidermek için ki bilerek yaptığını düşünüyorum, öğretmenimin elindeki su şişesini düşür(t)üp bir öğrenciyi (beni) okul dışındaki uzak bir çeşmeden su almaya gönderebiliyor olması korkunç geliyor. Daha ne hikayeler var, vardır tabi ki. Ben de de var. Ama anlatmayı seçtiğimi hikaye bu. Çünkü bu hikayede o yıllarda okul dışına tek başına çıkabilen bir çocuk var, şimdi çocuklarımız okul duvarları arasında hapsolmak zorunda. Öğrenciyi kendi istekleri için yanlış görmeden, suçluluk hissetmeden ve de ezerek kullanan bir öğretmen var. Şimdi öğrenciler ve veliler suçluluk hissetmeden, yanlış görmeden öğretmeni ezebiliyor.
Burada bir duralım, düşünelim. Doğru ne, neden hep eleştirecek durumların içine düşüyoruz?
Büyüdük, okuduk, öğrencilik sıralarını eskittik ve öğretmen olduk. Ne mi oldu? Neler oldu, neler değişti? İyi mi oldu değişim? Günümüzde de doğru noktada değiliz. Gençlere sormak lazım, okulu yeni bitirip üniversite yıllarına geçenlere sormalı. Neler farklı olmalıydı? Nasıl daha iyi olabilirdi?
1 yorum
Sayın hocam,
Geçmişi unutup geleceğe odaklanmak gerekir. Günlük yaşantımızda adaletli, saygılı ve iyi niyetli olursak gençlere güzel örnek oluruz. Kaleminize sağlık…