Nasların, sübûtu katî, delâleti hükümlere katî olabileceği gibi zannî de olabilir.
Nasların, sübûtu ve delâleti katî olan hükümlerinin her türlü yoruma kapalı olduğu görüşü hâkimdir.
Öte yandan nasların, sübûtu katî, hükme delâleti zannî olanlar ile sübûtu zannî, hükme delâleti katî olanlar veyahut hem sübutu hem de delâleti zannî olanları da bulunmaktadır.
Zannî naslar, daha geniş bir alanı kapsamaktadır.
Bu tür naslar, müçtehidin içtihat alanı olup değişime ve yoruma açık olduğu görüşü hâkimdir.
Neticede nas ve içtihat alanı diye iki alan bulunmaktadır ki müçtehidin alanı, nasların zannî alanıdır. (nassı katî ve nassı zannî alan)
Nasların hiç kuşkusuz katî ve zannî alanlarının birbirinden ayrılması, katî alanların zamanlar üstü genel geçer, anayasal mahiyetli, evrensel insanlığın ilkeleri olup değişime ve yoruma kapalı olduğu, zannî alanların ise hukukçunun içtihat alanı olup bu alanlar, toplumların sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyal-siyaset gibi disiplinlerle iç içe bulunmaktadır.
İslâm hukukunun bütün çağlara hitabı ise bu zannî alandaki özel nasların delâletinin, genel vahiy olan aklın içtihat dinamizmiyle sağlanır.
Müçtehitler, problemlerin çözümünde, bu zannî naslardan hüküm istinbat ederken mantıksal istinbat metodu ve denetim yöntemi de benimsemişlerdir.
Sosyal hukuk alanındaki nasların, doğru anlaşılması, yorumlanması ve uygulanması hiç kuşkusuz ayrı bir metodoloji ve üslubu gerektirir.
Keza ekseri Müslümanlar, Kur’an’ın hükümlerinin katî ve zannî, genel ve özel olduğuna bakmaksızın vahyolunduğu dönemden kıyamete kadar geçerli ve evrensel olduğuna inanırlar.
Keza Müslümanlar, Kur’an intizamının gerçekleşmesinin temel rüknünün bu nasların anlaşılmasında yattığına da inanırlar.
Bütün problem, bu nasların doğru anlaşılması, doğru yorumlanması ve doğru uygulanmasıdır.
Öte yandan Müçtehitler ve bilginler, İslâm hukukuna yürürlük sağlamak için tarihten günümüze eserciler ve reyciler temelinde, ya kıyası genişletmişler, ya istihsan ve istislah yöntemini benimsemişler ya da, din ve şeriat ayrımı, nesh kuramı, şûrâ ve icmâ prensibi, illetin değişimi ilkesi, mekâsıd teorisi, tarihsellik ve evrensellik yöntemi, örf ve adet hukuku gibi farklı kavramlara yükledikleri benzer anlamlar ile aynı gayenin tahakkuku için yürürlük sağlamaya çalışmışlardır.
Bu durumda içtihat alanında ciddi bir kavram kargaşası yaşandığından, farklı kavramlarla ayni gayeye yönelseler de kavramlara yükledikleri anlam farklılığından kavram döğüşü yasanmış, sonuçta Müslüman bilginler arasında yazılı ve sözlü ittihat da çoğunlukla sağlanamamıştır.
Öte yandan çağlar boyunca hemen her toplumda din ve şeriat ayrımı yapılmış olup bugün bu konu da tartışılmaktadır.
Bu tartışma ister tarihselci veya evrenselci ister illet ve hikmet zemininde yapılsın sonuç değişmemektedir.
Keza bu tartışma, ister örf üzerine bina kılınan hükümlerin, örfün değişmesiyle hükmün değişeceği ilkesinden hareketle ele alınsın; ister maslahat prensibinden yola çıkılarak nasların manasına ve gayesine yönelinsin; sonuçta toplumsal problemlerin çözümünde farklı kavramlarla farklı metodoloji ve yöntemin varlığı ortadıdır.
Ancak bu ayrımdan daha çok genel ve özel düzenlemelerin, birey ve toplum hayatındaki yerlerinin tespitinin yapılarak hukukun zeminin belirlenmesinin daha anlamlı olduğu kanaatindeyiz.
Adından da anlaşılacağı gibi bu özel düzenlemeler, adeta kanun mesabesinde olup kişiler, zaman ve terakkilere açıktır.
Hemen her din için bu alanda benzer tartışmalar yaşandığı da görülmektedir.
İbadet, ahlak ve hukuki alanların birbirinden ayrılmadığı toplumlarda bu kargaşa ve tartışma halen devam etmektedir.
Bunun için öncelikle sosyal hukuk alanındaki gelişme ve değişmelerin fark edilmesi, zamanın ortaya çıkardığı problemlerin tespiti ve bu problemlere üretilecek çözümler için yeni yöntem ve çözüm usulü benimsenmesi, içtihat birliğinin pratiğe müdahalesi kaçınılmaz hale gelmiştir.
Yoksa dini değerlerin ve din algısının zamanla yozlaşacağı kuşkusuzdur.
Bunun için ister evrensel değerler, isterse içtihadi değerler olsun, birey ve toplumların ihtiyaçlarını karşıladığı ölçüde değer yargısının değeri daha da artacaktır.
Yoksa insanların kişiliklerinde dönemsel değerlerin mutlak doğru kabul edilmesinin vicdanlarda dine bakışı da değiştirebileceği bir gerçektir.
Bunun için içtihadi değer yargılarının toplumun ihtiyacını karşıladığı ölçüde bir değer ifade edeceği, aksi takdirde bir başka içtihadi değere ihtiyaç duyulacağı kuşkusuzdur.
Öte yandan değişebilen bir değer yargısı toplumun problemlerini çözdüğü ölçüsünde değer yargısı olarak kalır.
Yoksa mahzun bir şekilde aramızdan ayrılır, fakat şekil olarak bulunur.
Lafız ve mana ilişkisi her dönemde pek çok tartışmaları beraberinde getirmiştir.
Kimi bu problemlerin çözümünde neshi, kimi de tarihselliği çözüm metodu olarak görürken; kimi evrenselliği kimi de makasıd yöntemlerini ilke olarak benimsemiştir.
Bu şekilde İslâm fıkhına yürürlük / dinamizm sağlamak istenmiş ve İslâm dininin vizyon ve misyonu ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Aslında her birinin bakış açısına göre anlam verdikleri çözüm metotları ile aynı noktaya farklı bakış açısından yaklaşmışlardır.
Zaten İslâm’ın değer yargıları, birey ve toplumların ihtiyaçlarını karşıladıkları ölçüde korunurlar.
Yoksa bu değer yargıları şekilsel olarak kalsalar da birey ve toplumların ihtiyaçlarını karşılayamadıkları zaman aramızdan çekilip gideceklerdir.
İster nasların illete bağlı olan hükümleri olsun, isterse de örfe bağlı hükümleri olsun her birinin sosyal olayların değişmesine paralel olarak kültürel değişmesi konusunda klasik dönem uygulamaları da bizlere ışık tutacaktır.
Anladığımız kadarıyla içtihadın mutlak doğru kabul edilmesi, sosyal barışın en önemli bir problemi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yapılan içtihatların nas gibi telakki edilmesi bir tür şirke de kapı aralamaktadır.
Nas pasif, akıl ise aktif bir araçtır.
Nas insanın doğru ve yanlış davranışlarını içinde barındıran soyut araçlardır.
Bütün çağlarda nasların lafızlarından istinbat edilen hükümlerin mutlak doğru kabul edilmesi en önemli çıkmazımızı oluşturduğu sanılmaktadır.
Bir de buna sosyal hukuk alanında kurucu imamların dönemsel içtihatlarının katılması ile problemler daha da karmaşık durum arz etmektedir.
Bu durum İslâm’ın değerlerine olan saygının zaman için de yozlaşmasına neden olunmuştur.
Hiç kuşkusuz bu ortak aklın ve genel kabullerin toplumsal değerlerin korunarak geliştirilmesi daha isabetli bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hemen her bilgin yürürlük metotları olarak, tarihsellik ve evrensellik, örf üzerine bina kılınan hüküm örfün değişmesiyle değişir, lafız ve mana (mekasid) ilişkisi, din ve şeriat ayrımı, nasların nesih anlayışı, hükmün üzerine bina edildiği illet değişince hüküm de değişir, ehlisünnet/sura ve icma gibi yururluk metotlarıyla aynı gayenin tahakkuku için farklı kavramlar ve yöntemlerle birbirlerini ötekileştirme yolunu seçmişlerdir.
Kavramlara yükledikleri anlamlar ve benimsedikleri metodolojiye göre kendi görüşlerini temellendirmeye çalışmışlar, farklı içtihatlarla farklı yorumlar yapmışlardır.
Bu durumda bilginler, kendi görüşünün dışındaki yorumlara sağır kalmış, her biri karanlıkta kavram dövüşüne başlamış kimin kime ne söylediği tespit edilememiş, ciddi bir ayrışma ve tartışmaya zemin hazırlamışlardır.
Her birinin özde aynı şeyleri söyledikleri, fakat farklı kavramlarla ifade ettikleri, bugün bu kavramlar dövüşü gerçeğin ortaya çıkmasını çoğu kez de engellemiştir.
Bilginlerin bir kısmı İslâm hukukunun yürürlüğünü tarihsel yöntemde görürlerken; bir kısmı örf üzerine bina kılınan hükümlerin örfün değişmesiyle nassın hükmünün değişeceği ilkesini ileri sürmüşlerdir.
Keza bir kısmı nasların mekasıdını ileri sürerek problemi çözmeye çalışmışken; bir kısmı din ve şeriat ayrımı yaparak dinin değişmez ilkelerinin olduğunu şeriatın ise değişebilir özelliğine dikkat çekmişlerdir.
Öte yandan bir kısmı da illetin değişmesiyle hükümlerin değişme ilkesine sığınırken; bir kısmı da özel ve genel ayırımını esas kabul etmişlerdir.
Hiç kuşkusuz bu gayretlerin her biri, problemleri çözmek için İslâm hukukuna yürürlük sağlamak maksadıyla bir gayretin ve algının samimi niyetleridir.
Düşünce dünyasında farklı içtihatların olması kadar doğal bir durum yoktur.
Ancak tüm bu yürürlük içtihatları, bireyleri dışlamak için bir araç olmamalı, aksine zannî nasların anlaşılmasında olabildiğince özgür imkân sunmalıdır.
Bilindiği gibi nasların yorumlarının toplumsal kabul görmesi ve yürürlüğe konulması için ehlisünnet / sûra ile icma anlayışı tam bu noktada önemli bir ilkedir.
Bu içtihatlardan hangisi ortak akılla, sûra ile icma yöntemiyle yürürlük maddesi yaparsa bu ümmet için bağlayıcı olmaktadır.
Bunun için diyanetimiz, bu düşünce üretiminden elde edilen görüşleri analiz ederek toplumun kültürüne en uygun olanına şûra ile icma prensibine göre ortak akılla kararı vermeli, verdiği karar nas (yasa) gibi bağlayıcı olmalıdır.
Ehlisünnet felsefesinin pratik göstergesi tefrikayı değil, hukukta birliği, tevhidi esas alan ümmetin orta yolu ve örnekliği demektir. Saygılarımla.