İslâm fıkıh usulündeki “te’vil metodolojisi”, fakîhlere nasları anlama ve/veya yorumlama konusunda büyük bir açılım ve kolaylık sağlamıştır. Öyle ki, “te’vil metodolojisi”, mezhep ekollerine de bir kısım görüş ve yaklaşımlarını temellendirme ve gerekçelendirme konusunda da çok önemli imkânlar sunmuştur. Bu yöntem, ilk dönemle sınırlı kalmamış, bugün dahi pek çok nassın yeniden yorumlanmasına imkân vermiştir. Te’vil, nasları doğru “anlama ve yorumlama” da, İslâm hukukuna dinamizm/yürürlük kazandıran en önemli metotlardan biridir. Zira nasların, hem zâhirî hem de bâtınî manalarının olduğu gerçeğinden hareketle hüküm bildiren “zâhirî manaları” yanında, “hikmet içeren bâtınî” yönlerinin de bulunduğu genellikle kabul edilir. Bugün MK 1. maddesinde eski yasa, “kanun lafzıyla ve ruhuyla amirdir”, yeni yasa, “kanun özüyle ve sözüyle değindiği bütün konularda uygulanır” demektedir. Dün olduğu gibi bugün de lafız ve mana ilişkisi, İslam bilginleri arasında ihtilafa neden olmuştur. Klasik dönem uygulamalarından bir iki örnekle konumuzu aydınlatalım: (TEFSİR VE TE’VİL)
Hz. Ömer’in, nasları yorumlarken, lafız ve mana ilişiklisine yönelik önemli pratik uygulamaları hemen herkes tarafından bilinmektedir. Bilindiği gibi kavram olarak ganimet; düşmandan elde edilen maddî değerleri ifade eden fıkhî terimdir. Bu mallar genellikle savaşarak elde edilen mallara “ganimet”, savaşsız elde edilen mallara ise “fey” denilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de, ganimetlerin Allah ve Resulüne ait olduğu bildirilir. Ganimetten anlaşılan, mülkiyeti Allah’a, kullanım ve dağıtım şekillerindeki tasarruf hakkı da Rasulullah’a ait olduğudur. Yani savaştan elde edilen ganimetten, kişisel olarak hiçbir savaşçının hak iddia edemeyeceği, bunun bir kamu malı olduğu anlaşılır. Keza ganimetten İslâm devlet yönetimi tarafından kamunun yararına kullanıp dağıtılması gerektiği de anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber, Hayber’in fethinde yaptığı pratik uygulama ganimetin beşte dördü savaşan fatihlere, beşte biri ise kamuya ayırmıştı. Enfal süresi 41. ayette de bu durum nasla düzenlenmiştir. Bu ayette ise; ganimetin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğu ifade edilmiştir. Beşte dördü ise savaşan fatihlere verilmiştir. Bu durumla ilgili hem Kur’an (yasal) düzenlemesi, hem de Peygamberin pratik uygulaması bulunmaktadır. (GANİMET VE FEY)
HZ. ÖMER: Hz. Ömer zamanında, savaş yoluyla elde edilen toprakların, savaşanlara dağıtılmayıp harâc vergisi karşılığı yerli halkın elinde bırakılması kararının oluşumu esnasında çıkan tartışmalarda, kararın lehinde ve aleyhinde olanlar olmuştur. Hz. Ömer, sonradan gelen müminlere bir şey kalmayacağı kalelerin ne ile korunacağı gibi gerekçeler ileri sürerek aldığı şûrâ kararı ondan sonraki devirlerde de uygulanmış ve bundan böyle savaşla elde edilen topraklar savaşa katılanlar arasında taksim edilmeyip harâc vergisi karşılığı, yerli halkın elinde bırakılmıştır. Müslümanların maslahatını bu şekilde görmüş ve buna gerekçe olarak ise Haşır süresinin 7-10 ayetlerini delil göstermiştir. Hem Peygamberin Hayber’deki pratik uygulaması, hem de ayetin açık lafzi ifadesi aksine bir uygulamanın yapılması Sahabeyi endişelendirmiştir. Burada Hz. Ömer, nassın zahir manasını aşmıştır. Özel bir ayetin de işaretiyle probleme hikmet çerçevesinde bütünsel yaklaşmıştır. Keza ayetin lafzi yorumundan çok maksadına yönelmiştir. Çünkü Hayber’in fethinden elde edilen ganimetler, çok geniş arazileri oluşturmuyordu. Hz. Ömer’in bu uygulaması pek çok Sahabe tarafından ciddi bir dirençle karşılandı. Çünkü bu uygulamayı Sahabe, Hz. Peygamber’in pratik uygulamasına ve ayetin lafzi manasına aykırı göründüğünden karşı çıktıkları herkesçe bilinmektedir. (LAFIZ VE MANA İLİŞKİSİ)
İMAM AZAM; Usul kaidelerine göre hass bir lafız, vaz’ olunduğu manaya katî bir şekilde delalet eder. Buradaki katîlikten maksat, hass lafzın asla başka manaya ihtimalinin bulunmadığı anlamına da gelmemektedir. Delile dayanan bir ihtimalin bulunmadığı anlamına gelmektedir. Hass bir lafzın kendi vaz’ olunduğu manadan başka bir manaya kast edilmiş de olabilir. Fakat bu ihtimali gösteren bir delil bulunmamasından dolayı hassın katîliği söz konusudur. Delil bulunduğunda ise hass lafız, te’vili kabul eder ve kendi manasından çıkarılıp muhtemel başka bir manaya da çekilebilir. Hass lafzın te’vili konusunu bir misalle örneklendirelim: Birinci Örnek: Allah (c.c), “zekât veriniz” buyurmaktadır. Bu genel norm niteliğindedir. Yani üst normdur. Bu norm anayasal mahiyetli olup zekâtın miktarı konusunda açıklanmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Bir tür yasa koyucu mahiyetinde olan Hz. Peygamber (sav), şöyle buyurmuştur. (في كل اربعين شاة شاة ) “Her kırk koyunda bir koyun zekât veriniz” (Tirmizî, Zekât, 4; Nesâî, Zekât, 5, 10; İbn Mâce, Zekât, 13; ) Bu hadis üst norm niteliğindeki anayasal mahiyetli olan Kur’ân’ın yasal mahiyetli düzenlenmesidir. Bu düzenleme yasa/nassın metninin yorumu konusunda lafzî ve ruhî yani zâhirî ve bâtınî manada yorumlanmıştır. Hanefiler böylesi hass lafızların bir delille te’vil edilebileceği görüşündedirler. Zira Hanefiler lafzî yoruma bağlı kalmayarak bir delille nassın makâsıdına yönelik hüküm istinbât etmelerini özellikle Şâfiî ve Cumhur ihtiyatla karşılamıştır. (BİR İŞTEN MAKSAT NEYSE HÜKÜM ONA GÖREDİR)
Hanefiler bu te’villerine gerekçe olarak da nassın maksadına yönelmişlerdir. Zira zekâtın farz kılınmasındaki gaye fakirin ihtiyacının giderilmesidir. Fakirin ihtiyacı ise koyunun aynı verilmek suretiyle giderilebileceği gibi kıymetinin verilmesiyle de giderilebilir. Allah (cc) zekâtı meşru kılmakla, yoksulların ihtiyaçlarına cevap vermeyi ve onlara bir fayda temin etmeyi amaçlamıştır. Bu amaç koyunun kendisini zekât olarak vermekle gerçekleşebileceği gibi koyunun kıymet ve değerini vermekle de gerçekleşebilir. Ebu Hanife koyunun bizzat verilmesinin vacip olmadığını, vacip olanın ise, hangi maldan olursa olsun bu koyunun kıymeti miktarının verilmesi olduğunu ifade etmiştir. Nastaki “bir koyun” ifadesinin hass bir lafız olmasına rağmen Hanefiler bu hass lafzı ki (yani bir yönüyle bu yasa metnini) “bir koyun” lafzını maksadına göre te’vil etmişlerdir. İmam Şâfiî ise bu hadisin lafzî yorumuna sadık kalmıştır. İmam Şâfiî, hadisin lafzı dışındaki yorumların, aklına göre şeriat koymakla da itham etmiştir. Dün olduğu gibi bugün de benzer ithamlar sürmektedir. Hz. Ömer ve Ebu Hanife’nın yapmış oldukları bu uygulamalar, şeriatı inkâr etmekle suçlanacak kadar ileri götürülmüş, pek çok söylemle karşı karşıya kalmıştır. Akıllarına göre din koymakla itham edilmişlerdir. Öte yandan bu durum, “zinâ eden kadın ile zinâ eden erkeğe yüz değnek vurun” ayetindeki yüz değnek kelimesi hass lafız olup bu lafzın maksadına uygun te’viline de teşmil edilebilir mi? Zira bu nasdaki cezanın gayesi da caydırıcılıktır. Nitekim Osmanlı Kanunnamelerinde zina gibi ceza davalarında şahitlerin sübutuyla ispatlanmış olmasına rağmen verilen cezanın (akçe, sürgün vb) durumu hass lafzın te’vilinde dikkat çekicidir. (AKİTLERDE İTİBAR MAKSAT VE MANALARA GÖREDİR, ELFAZ VE MEBANİYE DEĞİLDİR; LAFIZ VE MEKASID İLİŞKİSİ) Saygılarımla.