İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaşı kazanan tarafın üç lideri, Roosevelt, Stalin ve Churchil, Yalta’da toplanarak dünyanın paylaşımını yapmışlardır. Anlaşmada ülkemizin, hangi tarafa düştüğünü yazmaya, bilmem gerek var mı. Olayların gelişimi: Rusların, 7 haziran 1945 te Türkiye’ye verdikleri nota ile, bizden Kars ve Ardahan’ı istemeleri, boğazlarda üs istekleri ve boğazların birlikte kontrolünü istemeleri gibi talihsiz gelişmeler olmuştur. Ülkemiz savaş sonrasında, ekonomik olarak da sıkıntıya düştükçe, Amerikan Marshall yardımına karşılık olarak, Kore Savaşı’na asker göndermemiz ve sonuçta kuruluşa alınışımız. NATO’ ya, Kore’de binlerce şehit ve gazi verdikten sonra girmiştik. İyi mi ettik, yoksa kötü mü oldu? Hiç ilgimiz olmayan bu savaşa, girmeden de üye olabilir miydik? Bunları tarihçilere ve siyaset bilimcilerine sormak lazım.
Olaylar, devletler ve yöneticileri, bir karar almaya zorladığında, doğru ya da yanlış kararlar verilebilir. Gelin beyin jimnastiği yapalım. Acaba, NATO’ ya girmeseydik de, sonradan kurulan Varşova paktına mı girseydik? Kars, Ardahan ve boğazların kontrolünü Ruslara mı verseydik? O koşullarda, soğuk savaş döneminde, hiçbir pakta girmeyip tarafsız kalabilir miydik? Aranızda, ‘keşke, ekonomik ve askeri bakımdan, çok güçlü olsaydık da, hiçbir gruba girmeseydik’ diye hayıflananlar bile olabilir.
Atatürk’e bir gazeteci ‘Milletler Cemiyeti’ne girecek misiniz’ diye soruyor, Atatürk’ün cevabı: ‘düşünmüyoruz, ancak bir teklif gelirse, konuyu mecliste tartışabiliriz’. Zamanın Milletler Cemiyeti, bunun üzerine katılması için tarihinde ilk kez, bir ülkeye, Türkiye’ye teklif gönderiyor. Konu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tartışıldıktan ve onaylandıktan sonra Milletler Cemiyeti’ne giriyoruz. Büyük bir asker ve komutan oluşunun yanında, büyük devlet adamı olmak işte böyle bir şey.
Rusların, Kurtuluş Savaşımızdaki yardımlarını ve onlardan aldığımız silahlar sayesinde savaşı kazandığımızı da asla inkar edemeyiz. Buna rağmen, Atatürk ve arkadaşları, komünizm yerine, batı demokrasisini tercih etmişlerdir. 1939 da, Moskova’yı ziyarete giden dışişleri bakanımıza, Stalin’in, ‘Umarım İstanbul’un anahtarını da getirmişsinizdir’ şeklindeki nezaket dışı sözlerinin karşılığında, bakın Şükrü Saraçoğlu ne söylemiş. -‘Özür dilerim ekselansları, anahtarları Mustafa Kemal yanına aldı’. Bu yanıt tarihimize gururla yazılmıştır.
İkinci Dünya ve Kore savaşları sonrasında, Almanya, Japonya ve Kore, hem kendi azim ve çalışkanlıkları, hem de Amerikan yardımları sayesinde ekonomilerini geliştirerek bugünkü gelişmiş durumlarına ulaşmışlardır. On bir ülkenin katılımıyla 1949 da kurulan NATO’ya, daha sonra ilk katılanlar 1952 de Türkiye ve Yunanistan olmuştur. İşin doğrusu, o tarihten sonra da, ülkemize dışarıdan direkt bir tehdit gelmemiş, gelememiştir. Bir ara güney sınırımızda kıpırdanmalar baş gösterince Patriot füzeleri, sınır illerimize konuşlandırılmış, tehditler ortadan kalkınca da, ülkelerine geri götürülmüşlerdir.
NATO modern dünyada, güvenlik şemsiyesi oluşturan bir askeri kuruluş olup, gücünü üye olan ülkelerden alır. Bu yüzden üye ülkelerin, bu güvenlik şemsiyesinden yararlanmaları çok doğaldır. Kurulduğundan beri NATO üyelerine yönelik ciddi bir saldırı olmamıştır. Saldırıya uğrayan ülkelerden, Macaristan, Çekoslovakya, Vietnam, Afganistan, Irak ve Ukrayna, hiçbirinin böyle bir NATO şemsiyesi yoktu.
‘Bitaraf olan bertaraf olur’ diye çok eski bir söz vardır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, dünyadaki gelişmelerden haberi olmayan Osmanlı Devleti, bu gerçeği çok geç anladığından, ittifak için başvurduğu Fransa ve İngiltere’den olumlu yanıt alamamış, çaresiz kalınca da Almanlarla ittifak yapmıştır. Ne acıdır ki, İstanbul hükümetinin, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı topraklarını bölmek için, önceden demografik incelemeler yaptırdığından haberi bile olmamıştır! Ne istihbarat ama! Savaşın sonunda Almanya yenilince, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı devletleri de yenik sayılarak, galip devletlerce Osmanlı toprakları, Sykes-Picot anlaşmasına göre, masa üstünde parçalanmıştır. Maalesef, tarih derslerimizde bize bunları anlatmadılar.
Birlikten kuvvet doğar anlayışıyla, Avrupa Birliği kurulduktan sonra, ülkemize davet geldiği halde, zamanın Ecevit hükümeti, olaya olumlu bakmamıştı! Yunanistan teklife, balıklama atladı ve birliğe girdi, biz dışında kaldık. Şimdi ise, girmemiz, artık bir hayal oldu. ‘En azından gümrük birliğine girdik’ diye avunanları, duyar gibi oluyorum. O işin mimarı ve altı ayda Avrupa Birliğine gireceğiz diye böbürlenen, zamanın başbakanı Tansu Çiller’in kulakları çınlasın. Yıllar geçti, ne kazandık, neleri kaybettik, herkesin düşünmesi lazım.
Modern dünyada ayakta kalabilmek için, öncelikle ülke vatandaşlarının çok çalışarak ekonomilerini, üretim, istihdam, katma değer ve ihracatlarını arttıracak şekilde düzenlemeleri gerekiyor. Birlik içinde olmak ve birlikte hareket etmek, güzel olmakla beraber, ittifaklara güçlü bir devlet olarak katılmak, çok daha güzel olmalı.
Çok yeni olarak, savaşlar ile ilgili görüşlerimi, 27 Haziran’da yine sitemizde yayınlanan, ‘Savaşları kimler çıkarır, kimler bitmesini ister, kimler istemez’ başlıklı yazımda açıklamıştım. Savaşlar yerine, sevginin hakim olduğu bir dünya özlemiyle, saygılarımla.
3 yorum
Hala bıze anlatılmayan çok şey var benim bu memleket için hiç umudum yok belki yanlış ama amaalesef böyle
❤️
Sayın Dr Güner;
Bugüne değin bana da gönderme lutfunda bulunduğunuz yazılarınızın çoğunu okudum; gerekli gördüğümde naçizane yorumlarda da bulundum. Teşekkür ediyorum. Bu yazılarınız içinde neredeyse tümüne katılmadığım tek yazı bu oldu ne yazık ki. Özellikle NATO ile AB’ye ilişkin yaklaşımınıza, dolayısıyla da bu emperyalist oluşumlarla ililişkilerine ilişkin değerlendirmelerinize hiç katılmıyorum. Yine de Montaigne’nin “söylediklerinize hiç katılmıyorum ama söyleme özgürlüğünüzü her koşulda savunuyorum” yaklaşımından hareketle düşüncelerinize saygı duyuyorum.
Saygılarımla 🌻