Evet. Evet… Ne Îsa’ya ne de Mûsa’ya yaranabildik!
Rahmetli Babam 50 yıla yakın Müftülük yapmış, bir çok öğrenci yetiştirmiş, modern bir ilim adamı idi. Vakti zamanında, Leninciler ve Maocuların kavgalarında, hep arabulucu, yatıştırıcı ve sulh sağlayıcı olduğu için, adı "Komünist Müftü"ye çıkmıştı. Müftülüğü ziyarete gelen ve Partisinin durumu hakkında kendisinden malumat soran devrin İçişleri Bakanının, kendi koltuğuna oturmasına müsaade etmediği gibi, müftülük makamının siyasi bilgilerin alınacağı yer olmadığını, bunun için Parti Başkanlığını işaret etmesi üzerine sürgün(!) edilmiş, bunu duyan Maocular(!) ve Leninciler(!), zamanın Başbakanı Merhum Bülend Ecevit’e giderek, Babamın tayinini durdurmuş ve böylece, aralarında ittifakla anlaşabildikleri(!) husus, "Bölge Müftüsü" ünvanı ile "müftünün yerinde kalması(!)" olmuştu. Ölmeden bir kaç yıl evvel, İstanbul’da birçok generalin de bulunduğu bir topluluğa verdiği özel konferansta, Ülkemizin uluslararası boyuttaki strateji eksikliklerinden söz etmesi üzerine, "Derin Devlet’in Adam’ı" damgasını yemişti!
Bu "Ne Îsa’ya ne Mûsa’ya" hususu, genetik-miras misali babadan oğula geçmiş, benim de yakamı bırakmamıştı. Yetmişli yılların başları, sağ-sol kavgalarının doruğunda olduğu, Üniversitede Tıp tahsilim dönemi… Ve doğum yerim büyük problem teşkil ediyordu. Maçka’lıyım ya… Yani, o zaman ki tanımlama ile, "Küçük Moskova!". Çalışkan ve kendine güvenen bir talebe olmama rağmen, FKB de bir dersten bırakılıyorum(!), itiraz ediyorum, imtihan kağıdımın tekrar değerlendirilmesini istediğim ders hocam, "Sen Komünistsin, çünkü Maçka’lısın!" diyor. Hoca ile aynı görüşü paylaşan asistanı beni ve ailemi tanıyor, "Babamın Müftü ve benim de komünist olmadığımı, aksine milliyetçi çizgide olduğumu" söylüyor. Ancak Hoca, "Babası da Komünist(!), biliyorum" diyor. İnatçı ısrarlarım üzerine kağıdım tekrar okunuyor, sonuçta çok yüksek bir puanla geçmiş oluyorum!
Bulduğum her kitabı, çizgisi ne olursa olsun, okuduğum için, yetmişli yılların sonuna doğru, gözaltına alınıyor, çıkarıldığım mahkemede, "Marksist, Leninist Devlet kurmak!" isnadıyla, tecil edilen hapis cezası alıyorum. Bu ceza, uzun yıllar, sicilimde kalıyor. Cezayı(!) veren hakimin, kayınvalidesini yıllar sonra ameliyat ediyorum, kendisi ile dost oluyorum, ama konudan hiç bahs etmiyorum. Hâlâ, bana ceza(!) verdiğini bilmiyor!
Beyin Cerrahisi kariyerim esnasında, tahsil hayatım, ilmî müktesebâtım ve babamın müftü oluşundan dolayı, gerici(!) olabileceğim zehabı ile, akıl almaz sıkıntılara ve engellemelere mazur bırakılmam ise, bir filmin(!) konusu olabilecek düzeydedir.
Geliştirdiğim bir "Mikrovasküler Ameliyat Tekniği" sebebi ile, 1990 da TÜBİTAK Ödülü alıyorum, Amerikan Board sahibi bir hocamız, benim neden ve nasıl bu ödülü alabildiğimi sorguluyor ve CIA ya da MOSSAD ajanı(!), yahut Rabıta-i Âlem-i İslam ile ilişkili(!) olabileceğimi söyleyerek, bazı goygoycuların da teşviki ile, hakkımda tahkikat yapılması için müracaatta bulunuyor. Ben kendisine şiddetle itiraz edince de, çark ediyor, üniversitenin de beni ödüllendirmesini teklif ediyor(!).
Yıllar birbirini kovalıyor, Dünyanın bir çok ülkesinde ve özellikle ABD’de Beyin Cerrahisi alanında çok önemli pozisyonlara ve ödüllere layık görülüyorum. Bu sefer de "CIA ajanı" iftirası(!), tekrar intişarla arz-ı endam ediyor! Ama, artık alıştığım için, tınmıyorum.
Verdiğim bir ilmî beyanattan dolayı, bölücü olabileceğim iddiası ile, TBMM ve üyelerine hakaretten, hakkımda soruşturma açılıyor. Öyle bir savunma yazıyorum ki, hiç kimse üzerine alamıyor! Zamanın TBMM Başkan Vekili Sayın Yasin Hatipoğlu Beyefendi, bir vesile ile karşılaştığımızda, bana iltifatlar ediyor ve kendine has espirili ve nüktedan uslübuyla, mebusları suçluyor(!), aslında bu beyanatımdan dolayı, "Meclis’in bana ödül vermesinin gerektiğini(!)" söylüyor. Soruşturmada baş rolü oynayan Bakan, daha sonra benden özür diliyor.
Meslek hayatımın en verimli çağında, üniversite eğitim ve öğretim sistemimizle ilgili ehemmiyetli gördüğüm projelerimi hayata geçirmek amacı ile, çok önemli idari bir göreve ve makama talip oluyorum, bütün resmi ve formaliter aşamaları geçip, yetkili kurullarca birinci sıradan atanmam için teklif ediliyorum. Lakin, zannımca, belli bir grubun veya cemaatın mensubu olmadığım için, atanmıyorum! Zira "ne bulursan oku!" diyen Dedem ve "hep okunabilecek birşeyler yaz!" nasihatini veren babam, kimsenin boyunduruğu altına girmememi ve doğru bildiğim yoldan şaşmamamı, çocukluğumdan beri tembihleyip durmuşlardı.
Yaşanan hadiseler, "Olan her şeyde, bir hayır vardır" sözünün ne kadar da doğru olduğunu, bize bir kez daha gösteriyordu.
Yalnız, "Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser/ Mâni-i rızk olanın rızkını Allah keser" beytini de akıldan çıkarmamak gerek!
İşte böyle.. Şebâbet gitti de elden, ne Îsa’ya, ne de Mûsa’ya yaranabildik!
Vesselâm…
Rubâimizi mi? Hayır, hayır. Unuturmuyum hiç!
İşte rubâîmiz. (Yâr Değil. Yaa Hayy! Rubâîler. İsmail Hakkı AYDIN, Ötüken Yayınları, 2014, İstanbul.)
YÂR DEĞİL
(Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün)
Var mıdır hiç tâ gönülden Yâr için âh eyleyen.
Ben gibi feryâd’u fîgân, zârla ey vâh eyleyen.
Aşk yolunda her ne vârın varsa sarf etmek gerek.
Yâr değil, yâran değil ağyâre nigâh eyleyen.