Ortopedi ve Travmatoloji uzmanlığıma sonradan eklenen El Cerrahisi yan dal uzmanlığıma dayanarak, El Cerrahisi 2010 Ulusal Kongresi’nde benden bu konuda açılış konuşması istenmişti. Bu konuşmayı hazırlarken çok zorlandığımı hatırlıyorum. Ancak söylediklerim beğenilmiş ki, aynı konuda 2012’deki El Sempozyumu’nda yeniden konuşmam istendi. Ben de ilk konuşmama bazı eklemeler yaparak düşüncelerimin devamını sunmuştum. Şimdi burada, bu düşüncelerimin bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Türkiye’de konu El Cerrahisi ise, 1977’de derneğimizi kuran Prof. Dr. Rıdvan Ege ile söze başlamak gerekir. Prof. Ege ile farklı zamanlarda olsa bile, bizler ayrı ayrı paylaşacağımız anılar yaşamışızdır. Hocamızın saygınlığı hepimizi içine alacak kadar büyük ve geniş bir gönüle sahip olmasındandır.
Ben Rıdvan hocamı hemen hemen yarım asır önce, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki El Cerrahisi eğitimini tamamlayıp yurda döndüğü zamanlarda tanıdım. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Klinik Öncesi Ders Konferansları dizisinde “Elin anatomisi ve fonksiyonları”nı anlattığı kürsü dersini dinleyen şanslı öğrencilerden biriydim. O devrede, Dr. Netter’in çizdiği renkli resimlerle bizim için yenilik olan slayt makinesinin eşliğinde akıcı ve etkileyici sunumu ile bizleri büyülemişti.
Anılar içinde yaşanırken fark edilmiyor. Geriye dönüp baktığımda Doç. Dr. Rıdvan Ege 40-41 yaşlarında, kızıl bukleli saçlı, çok zinde, enerjik hareketli ve esprileriyle dikkatleri üzerine çeken ve farklılık yaratan bir hoca idi.
Hocanın teklifiyle haftada bir gün Keçiören Atatürk Sanatoryumu’ndaki konsültasyonuna giderken daha Ortopedi stajına bile başlamamıştım. Cebeci’deki Ortopedi Kliniğinin önünde, koyu yeşil 1957 model Plymouth otomobiline koyduğumuz röntgen film dosyalarıyla yola çıkardık.
Uzun süren gidiş dönüş yolunda ufkumuzu genişletecek sözlerini can kulağı ile dinlediğimizi hatırlıyorum. Hocamız ışık olmuştu, bizi aydınlatıyordu. İşte bu gidiş gelişler neden el cerrahı oldum sorusunun şifresini ve çözüm anahtarını içinde gizliyordu. Bu dönüm noktası dönülmez bir yolun başlangıcıydı ve uzun yıllar sürecek bir kader yolculuğu başlıyordu. İleriye koşmaya başladığımız o günlerde, gençliğimiz, heyecanlarımız ve umutlarımız vardı. Şimdi yaş aldıkça dünya tersine döndü. Geçmişte kalan yaşadığımız gerçeklerin ancak hayalleri bizimle birlikte artık. Gençlikle ihtiyarlık arasında gelgitlerin yaşandığı bir ömür; işte hayat. Rıdvan Hocayı 8 Haziran 2017’de kaybettik. Saygıyla ve rahmetle anıyorum.
Ne güzeldi gençliğin verdiği umutlu yıllar… Ne güzel şimdi yaş alarak siz gençlerin arasında bulunmanın yarattığı mutluluk…
Şair demişti ki ressama, “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” Paris’te 1961’de buluştuklarında Nazım Hikmet eşi Vera’ya yazdığı “Saman Sarısı” şiirinde Abidin Dino’ya da çağrıda bulunuyor, Dino da ona şiirle cevap veriyordu. Elbette mutluluğun resmini yapmadı ressam; o da biliyordu ki tek karede somutlaştırılamazdı mutluluk. Her iki usta da memleket hasreti çekiyordu, keşke şimdi güzel yurtlarında olsalardı, birlikte gezselerdi vatanın her köşesini. İşte, o zaman yapabilirlerdi mutluluğun resmini!
Nazım, Abidin’e yaşlılığın resmini yapabilir misin deseydi, ne yapardı acaba hiç düşündünüz mü? Bence yaşlı dünyada yaşayan ilk canlılardan olan dinozorların resmini çizerdi Abidin Dino. Soyadının Dino’suna “zor”u ekleyerek gençlerce yaşlılara verilen nesli tükenmiş etiketini alaycı bir şekilde işlerdi ve o dev canavarların korkunç gövdesel görünümlerinin yanında, bazı etobur türlerin de el ve kolların gittikçe komik bir şekilde ufalmasını gözler ve değerlendirirdi.
Dinozor türleri tarih öncesi yıllarda ilk kez 200 milyon yıl önce görünüp, 65 milyon yıl önce de yok olmuşlardı. Spielberg’in 1993’deki Jurassic Park filminin kurgusunda, bir adada koruma altına alınan dinozor embriyonlarının saklandığı parkta casusluk yapan bir bilgisayar programcısının dinozorlara ait alarm sistemini iptal ederken Raptor türü dinozorun saldırısıyla canından oluyordu. Aynı anda 12 metrelik Thyranosaurus veya diğer adıyla T-rex ekip içindeki avukatı da yok ediyordu. Dinozorların en büyüğü olan 18 m boya ulaşan Spinosaurus’un upuzun bir boynu, timsaha benzer kafa yapısı ve uzun dişleri varken, gelişmiş kafanın aksine atrofiye uğrayan kollarda iki parmağa kadar azalan parmaklarının mantıklı bir açıklamasını bilim adamları yapamadılar. Paleontologlara göre, bu parmaklar insanı güldürecek kadar küçük kollar üzerinde duruyor, yaratığın yürümesine yardımcı olmuyor, elleri de ağzına yetişmiyordu. Olsa olsa kollar, yemekten sonra ancak göbeğini kaşımaya yetiyordu. Küçülmüş elin fonksiyonlarını, kocaman kafa yerine getiriyordu. 1990’da bulunan Tiranozor türü bir fosil iskeletine bir bilim kadınına atfen “Sue” adı verilmişti. Fosilleri inceleyen bilim adamları, bu ön ayakların veya ellerin ne işe yaradığı hakkında yeterli bir bilgi sahibi olamamışlardı. İçinde bulunduğumuz yüzyılın başında bir bilim adamından ilginç bir fikir ortaya çıktı, küçülerek atrofiye uğrayan elin işlevsel olarak cinselliğe yarayan bir uyarıcı organ olabileceği bildirildi. Yani, küçülse bile el, dinozorlarda bazı işlevleri yapabiliyormuş.
Dinozorlara göre daha yakın tarihlerde, insanın iki ayak üstündeki Australopithecus maymunu diye bilinen ilk şekli 3,2 milyon yıl önce Etiyopya’da bulunan ve “Lucy” adı verilen bir kadın fosiliydi. “Lucy” ile ayağa kalkan atalarımız, homo sapiens oluncaya kadar elleri atrofi olmamış, aksine daha da gelişmiş ve el antropolojik olarak en çok farklılık gösteren baş parmağı da kazanmıştı. Bu konu ile ilgili ilginç bir bilgi de baş parmaklı fosile kazalar sırasında kazı ekibinin Beatles topluluğuna ait sürekli dinledikleri “Lucy in the Sky with Diamonds” şarkısından esinlenerek “Lucy” adının verilmesidir. Bir bakıma, fosil Lucy’nin isim babalarının Beatles olduğunu söyleyebilir miyiz?
Dünyamızda bulunan ilk devasa yaratıkları tarihin derinliklerinde bırakalım şimdi. Günümüzde yaşayan kara hayvanlarının en iri yaratıkları fillere bakalım. Filin burnunun değişime uğrayarak uzaması ve yakalayıcı bir hortum biçimini almasına dikkat çekmek istiyorum. Filin hortumu tek bir uzantı şeklinde olmasına karşın, tahmin edilenden çok daha fazla işleve sahiptir. Yaklaşık elli bin kas grubundan oluşmuş ve aralarındaki uyumla, hortumun yapısında iskelet benzeri hiçbir yapı bulunmadan, bir fil hortumunu sorunsuz, dilediği şekilde her yöne rahatça hareket ettirebilmektedir. Sözü edilen kas grupları, bir yerden hortum ile sökülen tonlarca ağırlıkta bir ağacın gövdesini taşıyıp itecek kadar güçlü, hortumun ucundaki burun delikleri ise insan parmaklarının incecik hareketlerini mükemmel bir şekilde yapacak kadar naziktir. Yerden bozuk parayı, iğneyi veya benzeri küçük cisimleri tutabilecek kadar da hassastır.
Bilgisayar ve elektronik teknolojisi büyük ilerlemeler göstermesine karşın; bir filin hortumu kadar güçlü, hem de ince işleri yapabilen makineler, robotlar henüz üretilememiştir. Bu konuda Teksas Rice Üniversitesi’nde bilim adamları, filin hortumunu düşünerek robot bir kol yapmışlardır. Bu en gelişmiş robotun kolları 16 bağlantıyla kurulmuş bir sistem olmasına karşın ancak 32 çeşit hareket yapılabiliyor.
Gönül penceresini hep açık tutmuş hekimlerimizden Prof. Dr. Türkan Saylan, Ayşe Kulin’in kaleme aldığı “Türkân”da, “Öğrencilerime, hastalara hiç çekinmeden dokunmalarını tavsiye ediyordum. Çünkü, dokunulmadan tedavi olmaz! Hasta doktorun elini üzerinde, ilgisini yüreğinde hissetmelidir” diyordu. (Bugünlerdeki Covid-19 pandemisindeki dokunulmazlık başka bir konu başlığı.) Bu vesile ile kaybettiğimiz ve her zaman kalbimizde hissettiğimiz hocalarımız, arkadaşlarımız ve meslektaşlarımız, yurttaş ve tüm dünya insanlarına Allah’tan rahmet diliyorum.
Büyük zaferin kazanıldığı 30 Ağustos 1922’de bu aziz vatanı kurtarmayı başaran başında kalpak, askerlerini eliyle selamlayan, Dumlupınar’da “İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” komutunu ordularına eliyle işaret eden ve Türkiye Cumhuriyeti’nin var oluş yolunu açan Ata’mızın öpülesi ellerini gözümün önüne getiriyorum.
Yine 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren Türk birliklerinin mızıkanın çaldığı “İzmir Marşı” ile halkla kaynaşmış olarak sevincin taşkınlığıyla yaşlı, genç, çocuk, sürekli alkışlayan her eli ve komutanlarının ellerini öpmeye çalışan elleri hayal ediyorum. Özellikle, hekimlikte başarılı olmanın temel taşlarından olan gözlemin bana sağladığı bakış açısıyla elin tarihsel devirler içinde gelişen gizemi işte böyle unsurlarda saklı. “Neden el cerrahı oldun?”, sorusu soruluyor. Nerede, kim veya ne olursa olsun yaratıcılık ve beceri gösteren, hayranlık uyandıran ve eser yaratan eller hep dikkatimi çekmiştir. Yeryüzünde insanlığın birbirine her zaman yardım elini uzatması gerektiği düşüncesiyle, bir hekim olarak da bilinç altıma yerleşen o sihirli ellere kendi ellerimle hizmet etmek için el cerrahı olmuş olabilirim.