“Bu Çığlığımı Mutlaka Okuyun” başlıklı yazımda geleceğimiz ve ümidimiz olan üstün zekalı gençlerin ülkeyi terk ettiklerini örnekleri ile anlatmıştım. Akademik Akıl sitesinde yayınlanan bu yazım en fazla okunan yazılar sıralamasında iki hafta süre ile birinci sıraya yerleşti. Öncelikle bu ilgiyi sorunun yakıcılığı konusunda toplumun hassasiyetinin bir göstergesi olarak görüyor ve sorunun farkında olur isek çözüleceğine dair bir umudu da besleyebiliriz diyerek seviniyorum. İlgiye teşekkür ediyorum.
Bu yazım üzerine şahsıma yapılan yorumların ağırlıklı kısmını neden gidiyorlar üzerine sorular ve yorumlar oluşturuyor. Hekimlik bazında ele alırsak; bu sorunu artan iş yüküne, düşen satın alma gücüne ve gördükleri şiddete bağlarsak sorunun büyüklüğünü ıskalamış oluruz. Daha iyi bir gelecek hayali de bu durumu açıklamaya yetmez. Yurt dışı daha iyi bir geleceğin değil; daha zorlu bir mücadelenin, bir yabancı olarak kendini kabul ettirmenin, itilip kakılmanın, vatan ve aile hasretinin adresidir. Buna rağmen neden gidiyorlar sorusunun cevabını kendimce vermeye çalışacağım. Önce Eylül 2020 tarihinde Denizli gazetesindeki köşemde yayınladığım yazımı bir okuyalım;
BİZ NASIL BİR TOPLUMUZ?
Biz ihtiyaçlar hiyerarşisinin birinci basamağından ikinci basamağına bir takım derslerden borçlu geçmiş, ikinci basamağa takılıp kalmış, ancak tüm sorunlarını üçüncü basamaktan çözmeye çalışan bir toplumuz. Açmaya çalışalım;
Birinci basamakta yeme, içme, cinsellik gibi fizyolojik ihtiyaçlar vardı. Bu başlıklardaki ihtiyaçlarımızı tam karşılayamadan bir üst basamağa geçince haliyle borçlu geçmiş oluyoruz. Yani bazı ihtiyaçlarımızı zamanla halledeceğimizi düşünüyoruz.
İkinci basamakta can, mal ve iş güvenliği ihtiyacı vardı. Türkiye’nin bugün itibari ciddi bir güvenlik sorunu var. Kendi içimizde var olan fay hatlarının sebep olduğu şiddet ortamı giderek uluslararası hale gelmiştir. Bu tür şiddetin vitrinde ve görünür olması diğer şiddet türlerini adeta geri plana itmektedir. Öyle ki terör sorununu çözdüğümüzde başka bir şiddet türünü devasa bir sorun olarak kucağımızda bulma ihtimalimiz son derece yüksektir. Erkeğin kadına, sapığın kızlara ve çocuklara yönelik şiddetinden bahsediyorum. Bu şiddet türü en güvenli şehirlere ve en sakin sokaklara kadar girebilme potansiyeli bakımından belki de terörden daha tehlikeli. Uyuşturucu kullanımının giderek yaygınlaşması ve yaşının düşmesi başlı başına bir güvenlik sorunu.
Gelelim üçüncü basamağa. Bu basamak kendini bir yere, bir kesime ait hissetme ile tarifleniyor. İşte bu basamakta sorun yok. Sorun yok dedi isem, ait olma konusunda sorun yok; yoksa tüm sorunlarımızın kaynağı bu basamakmış gibi gelir bana. Adeta biz hayata bu basamaktan başlıyoruz. Ailemiz bize ait olabileceğimiz bir yer çoktan belirlememişse bile, biz kısa yoldan bu işi hallediyoruz. Önce bir sosyal grubun içine dahil oluyoruz. Sonra bu grubun bizi iş güç sahibi yapmasını umuyoruz, bekliyoruz ve talep ediyoruz. Yani fizyolojik ihtiyaçlarımızı bu basamaktan çözmeye çalışıyoruz.
Aynı şekilde güvenlik sorunumuzu da bu basamaktan çözmeye çalışıyoruz. Çocuklarımızı güvendiğimiz okullara, yurtlara, kurumlara emanet ediyoruz. Uyuşturucu kullanmasınlar, peygamber ahlakı ile yetişsinler, okusunlar, iş bulsunlar, kendilerini ve hatta bizi kurtarsınlar. Ama dedim ya biz ilk iki basamağın hakkını vermeden basamak atladığımız için hayat istediğimiz gibi yürümüyor. Güvenlik kaygısı ile en iyi bildiğimiz yere teslim ettiğimiz çocuğumuz tam da bizim korktuğumuz konudan istismara uğruyor. Peygamber ahlakı ile donansın istediğimiz yavrumuz ahlaki çöküntünün ortasına düşüyor.
Kişisel çıkarlarımız ile ait olduğumuz grubun çıkarlarını özdeşleştiriyoruz. Bu durum grubun zaaflarını görmezden gelme ile sonuçlanırken, diğer grupları kendimize ve grubumuza karşı tehlikeli buluyoruz. Tedbirler alıyoruz, savunma refleksleri geliştiriyoruz. Güvenlik ararken güvenlik sorunu yarattığımızın farkında bile değiliz.
Fırat’ın kıyısından bir kurt bir kuzuyu kapsa sorumlusunun kendisi olduğunu söyleyen Hz Ömer’in adalet anlayışını rehber edinmiş bir milletiz. Herhalde Hz Ömer’in o kurdu bulur cezalandırırım dediğini düşünmüyoruz. Kurdun kuzuyu kapamayacağı bir sosyal düzendir arzu edilen.
KENDİLERİNİ GERÇEKLEŞTİRMEYE GİDİYORLAR.
Şimdi yukarıda tarif ettiğimiz toplumun içine doğmuş, dahi derecesinde zeki bir birey düşünelim. Daha çocukken ailesi kendine bir sosyal grubun içine koyduğunu veya sonradan kendisinin seçtiğini veya devşirildiğini düşünelim. Sosyal grupların içindeki bireyler, sosyal grubun ufku kadarını görebilirler, daha fazlasını değil. Sosyal gruplarda öncelik hiyerarşiye, feodal ilişkilere ve sosyal grubun hedeflerine göre belirlenir. Bu grupların yönünü ideoloji belirler, bilime dayalı bir yol, yürüyüş ve iddia çıkmaz. Ne demek istediğimi örnekleyelim;
Samanyolu lisesinden fizik, kimya, biyoloji ve matematik olimpiyatlarında dünya çapında altın madalyalar alınmasının üzerinden 30 yıl geçti. Bu çocukların hatırı sayılır bir kısmı 40 yaşın üstünde, yani en verimli çağındalar. Peki, siz bu çocuklarda birlikte anılan bir tane buluş, iddia, inovasyon, patent duydunuz mu? Bu ülkede dost düşman ayrımı yapılan F16 yazılımı yapıldı, İHA’lar yapıldı, roket, füze, uydu, radar, hava kalkanı çalışmalarında ürünler ortaya çıkmaya başladı. Var mı bu olimpiyat şampiyonlarından bu projelerle birlikte anılan?
Yoksa bu çocuklar asker, polis, hakim, savcı yapılarak devletin ele geçirilmesi için mi kullanıldı. Bu çocuklar ulvi bir idealin yolunda yürüdüklerini sandılar, devşirildiklerinin veya devşirilenlere hizmet ettiklerinin farkına bile varamadılar. Asıl önemlisi bu çocuklar bilimsel çalışmaların dışında tutularak toplumun umut bağlayabileceği bir kesim dumura uğratılmış olmalı. Ben fetö projesine biraz da böyle bakarım.
Diyelim ki dehamız herhangi bir sosyal gruba ait değil, bir birey, toplumun başarı değerlendirmesi bakımından önünüze koyduğu her türlü sınavı üstün başarı ile vermiş ve vermeye hazır. Ama dedik ya birey yalnızdır ve bunun bir faturası vardır. Mesela kendini görmek istediği akademik camianın istihdam kriterlerinde başarının belirleyici olmadığını, sadece bir faktör olduğunu ve hatta bazen aleyhe çalışan bir faktör olduğunu yaşayarak görür. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşine göre beğenilme ve takdir edilme safhasını yaşayamayan bu birey ne düşünür ne yapar dersiniz.
Dikkatinizi çekerim, burada herhangi birinden bahsetmiyoruz. Dahi derecesinde zeki birisinden bahsediyoruz. Yani seçenekleri olan birinden bahsediyoruz. İşte bu dâhiler seçeneklerinden birini kullanıyorlar ve yabancı bir ülkenin yolunu tutuyorlar.
Gelelim yazının başındaki sorumuza neden gidiyorlar. Bu sorunun cevabı çok basit aslında;
Kendilerini gerçekleştirmeye gidiyorlar, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin son safhası olan kendini gerçekleştirme safhasının kendisine kapalı olduğunu görecek kadar zeki olan birini bu ülkede tutamazsınız.
4 yorum
Çok üstün zekalılar asker, polis, hakim yapılmadı. Boğaziçi, Bilkent, Elektrik Elektronik, Bilgisayar gibi mühendisliklere girdiler. Çoğu yurt dışındadır şimdi. Muhtemelen fetönün kurduğu kapatılan üniversitelere geri döneceklerdi. Şimdi gelelim diğer duruma. Fetöcü olmayıp bu olimpiyatlarda derece yapan Ankara, İzmir fen vs mezunu çocuklar ne oldu? Maalesef % 90 ı ABD de. Onları burada istihdam edecek yüksek teknoloji ürünleri üreten fabrika yok, daha da kötüsü ülkemizde liyakat yok. Benim Koç Üniversitesi mühendislikte okuyan çok zeki, çok dil bil bilen oğlum da % 99 bu ülkeyi terk edecek. ABD, Japonya, Hollanda gitmeyi düşündüğü ülkeler. Ben ona icazet verdim, git oranın vatandaşı ol, cenazeme yetiş yeterli dedim. Ülkemiz maalesef son dönemde eğitimlinin tu kaka olduğu bir ülke oldu. Fabrika ayarlarına geri dönüş yaparsak bu gençler ülkemizde kalır, yoksa gidişat kötü.
Yurt dışına gitmeleri düşünüldüğü kadar korkunç bir şey olmayabilir eğer ülkesine olan aidiyatı koruyorsa. Ülkeye hizmet için, illaki ülkede yaşıyor olmak gerekmez. Örneğin akademisyen olmuşsa, lisansüstü öğrenci alabilir, yetiştirir, ülkeye geri gönderir. Teknolojik bir alanda çalışıyorsa, ülkeyle doğrudan işbirliğine girebilir, projeler geliştirebilir. Elbette ki, ideal olan, ülkemizde yüksek teknoloji ve ileri bilime dayalı bir politika geliştirip, gereğini kararlılıkla yapmaktır. Böylece, bu öğrencileri ülkemizde tutabiliriz. Ne yazık ki, bu politik anlayışa sahip kadroları göremiyoruz. Bu kadrolar sadece siyasi arenada değil, akademik yönetim arenasın da yok malesef. Durum böyle olunca, çocuklar kaçar elbet. Kötünün iyisi olarak şu an yapılabilecek en iyi şey, bu çocuklarla ülke olarak sürekli temas içinde olabilmenin, hatta gerektiğinde yurt dışındayken yardımcı olabilmenin, hatta geri dönmesini cazip hale getirici iş olanaklarını şimdiden yaratmanın yollarını aramaktır.
Bülent TOPUZ Hoca’ya teşekkürler.
Yine akıcı ve anlaşılır yazmış.
Konuya da doğru, bilimsel bir açıdan yaklaşmış, durumu güzel yorumlamış.
Sorunun kaynağı ve çözüm yolunu göstermesi de olumlu.
Umarım bu ülkeyi yönetenler bunları okuyup anlama gayretinde olurlar.
Bülent hocam, son yıllarda alevlenen kronik bir soruna değinmesiyle güncel bir yazı sunmuş. “Kendini gerçekleştirme arzusu” önemli bir uyaran; başka etkenlerin de olduğunu düşünüyorum. Kronik bir sorun olması, yeni çıkmadığını gösteriyor, ancak, son yıllardaki büyük artışın da sebebi var şüphesiz. Üstün kapasiteli, başarılı olan ve desteklenirse büyük başarılara ulaşacak insanlarımızı heba eden , yıldıran bir ortam var ülkemizde. Değerler, son yıllarda itibar kaybetti. Belki gaflet eseri ve belki de bilinçli uygulamalar bütün meslek gruplarında itibar aşınmasına sebep oldu. Ekonomik olarak da, harcanan çabanın, gösterilen fedakarlığın karşılığını kaybetmesi de önemli bir etken. Üzerinde durulursa, daha eklemeler yapılabilecek çok faktörlü bir mesele bu.