Muhterem karilerim çok iyi bilirler ki yaklaşık on yıldan beri Medimagazin gazetemizdeki “Nörofilozofi” köşemde düzenli olarak felsefe, edebiyat, sanat, teoloji, bilim, kültür, tarih, eğitim politikaları ve özellikle de mesleki problemlerimizle ilgili konularda periyodik makalelerim yayımlanmaktadır. Yazılarımın hemen hepsini, kendime ait, güfte olabilecek formda bir rubai veya dörtlük ile sonlandırırım. Bazı okurlarım, bu rubailerimi çok basit ve anlamsız bulur ve bu düşüncelerini, çeşitli yollarla bana iletirler. Bu hususu izah etmek gayesiyle RUBAİ konusunda kısa bir bilgi vermek arzusundayım.
Bir anlamda manzum söz yakut, zümrüt ve incilerinin saklandığı ve muhafaza edildiği birer MÜCEVHER KUTUSU olarak telakki ettiğim rubai, “hikmet ve tefekkür şiiri” olarak bilinmektedir. Kalbin hissettiği yoğun duyguları, zihnin daldığı derin düşünceleri, aklın çözemediği sırları, varlık ve yokluğu, aşkı, hayat ve ölüm temalarını, kendine has iki aruz formu (Ahrem ve Ahreb) ve kaideleri çerçevesinde, detaylandırıldığında ciltlerce kitabı oluşturacak hissiyatı ve bilgiyi süzüp, rafine ve kristalize ederek, belli bir hayat felsefesinin ışığı ve merceği altında, perdenin her iki tarafını da farklı şekilde yorumlayabilecek ve düşündürebilecek mükemmellikte, ustalıkla dört mısraya sığdırabilme sanatıdır.
Milletlerin bekasında ve devletlerin payidar olmasında çok mühim rolü olan faktörlerden biri de sanatın içerisinde, olmazsa olmazı, musikidir. Hele bizim Türk musikimizde rubai, bestekârlarımızın güfte anlamında beslendiği tek kaynaktır.
Klasik Doğu Edebiyatı içerisinde en muhteşem rubailer İran Edebiyatı’nda, günümüzde de Dünya Edebiyatı klasikleri arasında yer alan Ömer Hayyam ile zirveye ulaşmış ve şöhret bulmuştur. Rudekî’yi de mutlaka zikretmek gerekmektedir. Arap Edebiyatı’nda ise Şeyh Ömer İbn’ül Fârid en önde gelenidir. Türk Edebiyatımızda en meşhur rubai şairi, Azmizâde Hâletî’dir. Ancak Fuzûlî, Nef’î, Nev’î, Nedîm ve Şeyh Gâlip gibi Dîvan şairlerimizin de rubai yazdıklarını görmekteyiz. Son dönemlerde iseArif Nihad Asya ve Yılmaz Karakoyunlu’yu zikretmek gerekmektedir.
1300 yıldan beri geleneksel olarak zamanımıza kadar, kuşaktan kuşağa meşk usulü ile aktarılan, yaşatılan ve klasikleşen Türk Musikimizde, son dönemlerde bestelenen eserlerin, eskiden olduğu gibi klasikleşememesi, kalıcı olamaması, temel itibarıyla güfte olabilecek rubai formunda yazılmış şiirlerin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
Musiki ile olan çok yakın münasebetim sebebi ile bestekârlarımız, sazendelerimiz ve hanendelerimizin hep bu hususta şikâyetçi olduklarını bildiğimden, ben de bunun eksikliğini hissettiğimden, bir nefes olabilmek amacıyla yıllardan beri rubai yazma gayreti içerisindeyim. İçerisinden, yüzden fazla rubaimin veya dörtlüğümün, çok değerli bestekârlarımız tarafından bestelenmiş şiirlerimin-güftelerimin yer aldığı altı şiir kitabı (Sûz-i Dilârâ, Aşk, Vuslat, Nefes, Hicran ve Yâ Hayy!) neşrettim. Bini aşkın şiirimde genellikle heceyi kullansam da en son çıkan “Yâ Hayy!” (Ötüken Yayınları) adlı eserim, ekseriyetle aruz formundadır ve bestekârlarımızca itibar görmektedir.
Bu makalemizi bitirirken, son yazdığım bir rubaimi paylaşmak istiyorum.
Hepinize iyi seneler…
GİR KOYNUMA ÜRYÂN!
Esrarlı emel nağmesi inler gibi âhtan,
Al kalbimi sen bestele, sultâniyegâhtan,
Coştur beni mecnun gibi, Yâr şarkımı söyle!
Gir koynuma üryân, ne olur korkma günahtan!
Vezni; Mef’ûlü, Mefâîlu, Mefâîlu, Feûlün