Bilgi görülmemiş biçimde hızla artarken, ülkemiz bu hıza yetişmek ve bilgi toplumu haline gelmek zorundadır. Bilim toplum içindir. İnsanoğlunun bilimin nimetlerinden yararlanma ihtiyacı her gün çok hızlı bir şekilde artmaktadır. Bu nedenle sürekli öğrenme, bilgilenme ve eğitim süreci toplumun en temel özellikleri arasında yer almaktadır. Günümüzde üniversiteler, ulusal ve uluslararası alanda yaşanan rekabetin etkisi ile gücünü arttırmanın yollarını aramak ve en üst düzeyde rekabet avantajları sağlayarak seçkin eğitim ve araştırma stratejileri izlemek zorundadırlar. Üniversitelerin, bilim üretmek ve nitelikli eğitim vermek üzere iki ana temel görevi bulunmaktadır. Bilim güçtür ve kutsaldır. Üniversitelerin gelişmesinin temel nedenleri arasında yönetimin kalitesini, iyi eğitimli akademik kadrosunu ve uzmanlaşmış bilgi birikimini sayabiliriz.
Günümüzde, üniversitelerimizin bilim üretememenin önündeki engelleri;
-Üniversite yönetimlerinin bilimsel yetersizliği
-Akademisyen alımlarında liyakat/başarının dikkate alınmaması
-Akademisyenlerin özlük haklarındaki gerileme ve yetersizlik,
-Araştırma alt yapısının ve eleman sayısının yetersiz olması,
-Bilimsel çalışma ve yayınların, sadece akademik yükselme ile sınırlı tutulması, daha sonraki dönemlerde bir getirisinin ve öneminin olmaması,
-Bazı yönetim makamlarının bilim yerine, bazı akademisyenler arasında ihtiras ve kıskançlık doğurabilecek bir makam haline gelmesi,
-Üniversite özerkliğinin mevki ve makam ihtiraslarına feda edilmesi,
-Yönetimlerin, akademisyenlerin bilimsel başarılarını takdir ve ödüllendirmede gösterdikleri zaafiyetler; “ilim iltifata tabidir” ilkesinin yeterince uygulanamaması,
-Bilim toplumu haline gelemeyişimiz; toplum ve siyasi yönetimlerin bilime yeterince önem ve değer vermemesi şeklinde sıralanabilir.
Bu olumsuz gelişmeler, akademisyenlerin çoğunlukla kendilerini sadece derslerden ve hasta hizmetlerinden sorumlu saymalarına, bilimsel inceleme ve araştırmalardan uzak kalmalarına ve kuruma sahiplenme duygularının zayıflamasına yol açmıştır. Akademisyenlerin fakülte ve bölüm içi huzursuzlukları, dışarıdaki iş ve ilgileri nedeniyle görevlerini ikinci dereceden sayacak kadar kurum ile ilişkileri azalmıştır. Aynı fakülte ve bölüm içinde bile akademisyenler arasında mutlu, verimli düşünce ve bilimsel işbirliği yerine düşünce farklılığı / ideoloji, kıskançlık ve yönetimin adamı olmak gibi olumsuzlukların hüküm sürmesine neden olmuştur.
Üniversitelerin bilgi üretebilme ve rakipleri ile rekabet edebilmenin temel nedenleri arasında, nitelikli akademik kadroya ve uzmanlaşmış bilgi birikimine sahip olmalıdırlar. Akademik yaşam, sürekli hareket halinde bir yaşam tarzı olup, akademisyenler hiç büyümeyen öğrenciler, öğrenmeyi seven, sadece ders anlatan değil bilimsel çalışma ve araştırma düzeyini yüksek tutan kişilerdir. Aynı zamanda, kurumsal ailenin üyeleri ve sahipleridir. Akademisyen alımlarında “bizim gibi düşünüyor / bizden” yerine, bilimsel niteliği yüksek olanlar tercih edilmelidir. Ülke olarak halen bu yanlıştan kurtulduğumuzu söyleyemeyiz. Herkes bilim insanı olamaz. Doğan çocukların ancak %5-7’si bilim insanı olabilecek yetenektedir. Yüksek nitelikli akademik atamalar, bilimsel üretimin artmasını ve entelektüel bilim camiasının zenginleşmesini sağlar. Yetenekli ve hevesli bilim insanları yeni ilgi alanları ve fırsatlar üretmelerini sağlayacak imkanları sürekli isterler. Bu ortamı sağlamanın başında rektörün akademik liderliği, bilimsel başarısı ve yönetimin felsefesi önemli yer almaktadır. Günümüzde öğretim üyelerinde, kurumun bir parçası olma ve kurumlarına sahip çıkma duygusu zayıflatılmıştır. Toplumsal yarar yerine kârlılık, gerçeğin yerine işine gelirlilik ve bilimsel üretim yerine “ne gerek var” düşüncesinin yer aldığına maalesef şahit olmaktayız. Bu yüzden üniversitelerimiz, bilim ve toplumun gerçeklerine ve ihtiyaçlarına sırt çevirmektedir. Bu durum, akademisyenleri üniversite ve topluma karşı kaçınılmaz bir biçimde uzaklaştırmaktadır. Prestiji bozulan bir üniversitenin kamuoyunda yeniden güven oluşturabilmesi ve öğretim üyelerinin saygınlığını geri kazanması zordur. Bitmek bilmez ihtiraslar için geri getirilmesi mümkün olmayan temel değerleri kurban etmek, bilime ve kuruma yapılacak en büyük kötülüktür. 1933-1952 yılları arasında, ülkemizde ders veren Prof. Dr. P. Schwartz ayrılırken sunduğu raporda Darülfünunun başarısızlık nedenleri olarak, “Pek çok Türk akademisyendeki yetersizlik ve güvensizlik duygusu sonucu olarak böbürlenmek ve çalışkan olanları çekememezlik gibi nedenler sonucu bilimsel çalışmaya değil, mevki ve makamlar gibi özel işlere önem verdikleri“ şeklinde açıklamıştır. Geçmişe tanıklık eden bu belge, ders çıkarmamız bakımından önemlidir.
Akademisyenler, bilim üreten insanlar olması gerektiğini topluma hissettirmek ve göstermek zorundadırlar. Bilim, maddi değerlerden özgür ve üstün olmalıdır. Akademisyenler, bilimsel düşünmeyi hayat tarzı haline getirmeli, toplumdaki konumlarına uygun yaşama standardını sağlamak için gereksiz yere çabalar sarf etmemelidirler. Akademisyenlerin özlük hakları günümüz şartlarına göre mutlaka yükseltilerek ve yeniden düzenlenmelidir. Yaşam standatların düşük olması, akademisyenleri kamuoyunun gözünde konumlarının ve güvenlerinin zedelenmesine yol açar. Aynı zamanda, toplumun bilime verdiği değer ölçüsünün önünde engel olmamalıdır. Buna örnek olarak 1980 öncesi, İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Haluk Alp Hoca, üniversitenin sorunlarını dile getirmek için randevu alarak gittiği başbakanlık makamında bekletilmeye tahammül edemediği için binayı terk etmek istemiş, özel kaleme “Sayın başbakan, kişi olarak beni bekletebilir ancak İstanbul Üniversitesinin rektörünü bekletmeye hakkı yoktur” diyerek makamı terk etmiştir. Ancak, Sayın Demirel Haluk Hocayı geriye güçlükle döndürmüştür. Tarih boyunca sorunumuz, bilimin siyasetin gerisinde ve gölgesinde kalmasıdır.
Üniversiteler, bilim üreten bir kurum olması gerektiğini topluma hissettirmek ve göstermek zorundadırlar. Burada, yönetimin bilimsel felsefesi, üniversiteyi başarıya götüren etmenlerin başında gelir. Üniversiteler her türlü siyasi görüşe, yaşam biçimine ve akademik uzmanlık alanına sahiplik yapmalıdır. Öğretim üyeleri, kendilerini sadece derslerden sorumlu saymamaları, bilimsel inceleme ve araştırmalardan uzak kalmamalıdırlar. Üniversite yönetimi, çalışanlarına karşı adil ve ayırım yapmayan, çeşitliliğe saygı duyan, hakkaniyete ve liyakate önem veren, yaptığı işi daha iyi yapabilmek için değişimi zorlayan, bilim, teknoloji ve sanat alanlarında üstün nitelikli, değişime ve gelişime açık, sorgulayıcı bireyler yetiştirmek, ürettiği bilgiyi, hizmet ve teknolojiyi toplumun yararına sunmayı kendisine amaç edinmeyi sözde değil özde uygulamak zorundadır.
Bu gerçekler ışığında; bilim ve teknolojide hak ettiğimiz yerde olmadığımızı üzülerek söylemek durumundayız. Halen ne bekliyoruz? Bin yıllık makus kaderimizi ne zaman yeneceğiz? Eğer, bilgi ve teknoloji üretmezsek dünya bilim liginde yok olmaya mahkumuz. Çünkü, bilim bir ülkenin geleceğidir. Bilginin, imanla eş değer ve hiç tükenmeyen bir hazine olduğu kavramından uzaklaştık. Hayatta en hakiki mürşidin ilim olduğunu sadece slogana sıkıştırdık. Hikmetten ve tabiattan uzaklaştık. Hakkı ve hikmeti batıla teslim ettik. Sürekli çalışmayı ve öğrenmeyi unuttuk. İnsan, sadece ölmekle ölmediğini ve öğrenmeyen kişinin ölüden farklı olmadığını hala kavrayamadık. Maalesef dengemizi kaybettik, dibe vurduk, çaresizliğe ve atalete uğradık. İçimizde olup da ellerimizi kollarımızı bağlayan ve bizi durduran nedir?
Ulus olarak, yaşamaya devam etmek için çok çalışmak, sahip olduğumuz değerleri korumak, bilim, teknoloji ve sanat alanlarında insanlığın ortaya koyduğu ortak çalışmalara katkıda bulunmak zorundayız. Bunu yapabilmenin tek yolu ise birbirimizle uğraşmak yerine, ortak amaç doğrultusunda planlı ve programlı şekilde çok ama çok çalışmalıyız. Unutmayalım ki her şey bizimle başlar ve biter. Hayatta istediğimiz sonuçları almanın ve durumumuzu yönlendirmenin ilk anahtarı, beynimize olumlu mesajlar göndermektir. Potansiyelimizin ne kadarına ulaşabileceğimizi belirleyen inancımızdır. Bir şeyleri başarabileceğimize ne kadar inanırsak, başarıya da o kadar çok yaklaşmış oluruz. Zihnimizi ve vücudumuzu en güçlü ve yararlı bir şekilde harekete geçirmek ve kullanmak zorundayız. Hayatımızda hiçbir şey, kararlılığın yerini tutamaz. Temel başarı kuralları ışığında, yapabileceğimizi düşünür ve güvenirsek daha iyisini yaparız. Başarı, özgüvenimizi artırır ve başarılı sonuçlar ortaya çıkar. Ne kadar başarılı olursak, o kadar güçlü ve özgür oluruz ve başka başarılara ulaşmamız kolaylaşır. Başarı başarıyı çeker, zor ve önemli olan ilk başarıdır. Şunu da unutmamalıyız ki, aşılan engel ne kadar büyük olursa ulaşılan başarı da o kadar görkemli olur. Engel aşmadan, bir yerlere gelenlerin ya da bir şeylere sahip olanların başarı öyküsü yazılamaz. Çünkü ortada bir başarı öyküsü yoktur. “Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.” demiş Mustafa Kemal Atatürk. Bunu yapacak inanç ve bilgi birikimimizin olduğuna inanıyorum. Mesleğimizi severek, isteyerek ve kendimizi üniversitenin bir çalışanı değil, sahipleri ve hissedarları olarak düşünmeliyiz. Hisselerin değeri, yönetimin ve ürünün kalitesi ile ölçülür. Bu değeri oldukça yüksek tutmak için hep birlikte çalışmak zorundayız.
4 yorum
Üniversitelerin bilimsel yetersizliği üç kelime ile özetlenebilir: Liyakat, Liyakat, Liyakat.
Her satırına imzamı atarım. Tşk. Lee Osman Hocam
Harika bir değerlendirme. Üniversitelerimiz Ülkemizin ARG leri gibi çalışır ise gerçek bilim, ilim veyeniliklerin üretim merkexi olur. Üniversitelerimizde bu şekilde çalışabilecek çok sayıda öğretim üyesi olduğunu düşünüyorum. Ellerine sağlık gerçek bilim insanı.
Yazı için elinize sağlık, görüşleriniz değerli olup konu gayet açık ve net olarak ortaya konulmuş. Yazınızdaki “1980 öncesi, İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Haluk Alp Hoca, üniversitenin sorunlarını dile getirmek için randevu alarak gittiği başbakanlık makamında bekletilmeye tahammül edemediği için binayı terk etmek istemiş, özel kaleme “Sayın başbakan, kişi olarak beni bekletebilir ancak İstanbul Üniversitesinin rektörünü bekletmeye hakkı yoktur” diyerek makamı terk etmiştir. Ancak, Sayın Demirel Haluk Hocayı geriye güçlükle döndürmüştür.” örneği ilginç ve düşün-dürtücü geldi. 12 Eylül 1980 darbesi ve sonrasında kurulan YÖK ile üniversiteler birer devlet dairesi olmuş ve bu durum zaman içinde yerleşmiş, oturmuş ve kanıksanmıştır. Dağ gibi birikmiş sorunlar varken ve gün geçtikçe artarken, üniversitelerden bilim üretmesini veya başka şeyler beklemek gerçekçi olmaktan uzak olup, iyi dilek ve temennilerden öte geçmez.