Daha önce bu köşede sizlerle paylaştığım “Nerede O Eski Hastalar!” isimli makalemde, eski hastalara özlemimizi serzenişli cümlelerle dile getirmiş, haklı olarak bu paralelde “Nerede O Eski Doktorlar!” başlıklı bir yazıyı kaleme almam hususunda bir gereklilik hâsıl olduğunu ifade etmiştim.
İşte bu nedenledir ki, verdiğimiz sözü yerine getirmek için biraz da eski hekimlere göndermelerde bulunmak, günümüz meslektaşlarımızı da objektif olarak eksisi ve artısıyla satırlarımıza taşımak istedik.
Evet… Evet! Nerede o eski hekimler, cerrahlar? Nerede o güleç yüzlü, sevecen, şefkatle hastasına yaklaşan, hastasını kendi anası, babası, kardeşi gibi gören, nabzını kendi nabzı, şikâyetlerini kendi şikâyetleri olarak hisseden ve ona göre tedavi ya da ameliyat kararı alan, plan ve program yapan anaç veya babacan doktorlar…
Nerede o ertesi gün yapacağı ameliyat ile ilgili olarak tüm gece boyunca boğuşan, hangi yöntemi, hangi girişimi uygulayacağı konusunda bilgi ve tecrübeleri ışığında karar vermek için çabalayan, uykuları kendisine haram eden, beyninde binbir muamma, endişe ve ihtimal, zemheri soğuğunun kasıp kavurduğu sabahın köründe, sokaklarda daha köpeklerin dolaştığı erken saatlerde uykusuz gözlerle hastanesinin yolunu tutan, kan ter içerisinde operasyonlarda ölüp ölüp dirilen, gece yarılarında eve dönüşünde aklını hastanın başucunda bırakan, gözleri umutla tavana çakılı, kulağı kliniğinden gelecek telefonda, dili taatinde, namazında, niyazında, yatağında, uykusunda, uyanıklığında hastası için duada, en azından, şifaya kavuşan hastası kadar sevinen ve kendisini dünyanın en bahtiyar insanı olarak hisseden, aksi takdirde üzülen, kahrolan o fedakâr cerrahlar…
Sen, o binbir zorlukla sıkı bir eğitim ve öğrenimini tamamlayan değil, ömrü boyunca sürdüren, bayramdır, seyrandır, tatildir, cumartesi-pazardır bilmeyen, her gün hastalarının kontrolünü, vizitini yapan, bazı sebeplerle servisinden, ameliyathanesinden uzak kaldığında hasretle yanıp tutuşan ve kan görmeyi özleyen(!), gerektiğinde bir ayda on beş gün nöbet tutan, iki üç gün evinin yolunu unutan, eşinin ve çocuklarının yüzünü günlerce göremeyen ve bundan da “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.” düşüncesi ile hiç şikayet etmeyen fedâkâr meslektaşlarımızın, ebleh, aşağılık, kindar, namussuz, insanlıktan nasibini almamış, hayvan müsveddelerinin taciz, taarruz, yaralama ve hatta öldürme hadiseleri karşısında gerekli caydırıcı önlemleri almazsan, hatta, teşvik edici yayın ve faaliyetlere bîgâne kalırsan, “performanstır, döner sermayedir…” gibi bazı usuller kullanmak suretiyle hoş olmayan bir mecraya sürüklenmelerine vesile olursan, emekliliklerinde onları nerde ise bir asgari ücrete mahkûm edersen, insan haklarının kabul etmeyeceği kurallar çerçevesinde diplomalarına el koyup mesleklerini icra etmesine mâni olursan, kürek mahkûmu muamelesi yaparsan, onların da herkes gibi bir insan olduklarını, bir ailesinin, bir eşinin, çoluk çocuğunun olduğunu unutursan, onları savunmasız bir şekilde gözü dönmüş canilerin önüne atarsan, “Herkese eşit ücret, en büyük adaletsizliktir.” ilkesini unutup, onları sıradan bir memur(!) olarak görürsen, hekim olmayan şarlatanların namussuzluklarına, sahtekârlıklarına ve yalan-dolan ile insanları sömürmelerine, bazı medya organlarının bazı saf hekimlerin reklam amacıyla salakça cüzdanlarına göz dikmelerine tepkisiz kalırsan, kontrolsüz bir şekilde her isteyene ulufe dağıtır gibi tıp fakültesi açma hakkı verirsen ve gerekli ilmi ve idari denetimi göz ardı edersen, olağan seviyeli öğrencilerin tıp eğitimi almasına müsaade ve teşvik edersen, öğrenciler bir yana, onların eğitim ve öğretiminden sorumlu olması gerekenlerin yetişmesi hususundaki ciddi kural ve kaideleri gevşeterek, makam, unvan, paye ve akademik titrlerin, uydur-kaydır yöntem ve cambazlıklarla dağıtılmasına göz yumar ve ses çıkartmazsan, biz daha çok beyaz atlarına binip çekip giden ve ufukta kaybolan, o bilge, babacan, anaç, güleç yüzlü, herkesin saygı duyduğu, şefkat ve merhamet timsali doktorların, cerrahların geri dönmesini bekleriz!..
Ve “Nerede O Eski Doktorlar!” diye de hayıflanır dururuz!
Gün yüzüne çıkmamış, Nefes ve Hicran’ın hatırlattığı bir rubâimizle, gönlümüzü ferahlatalım.
NİL MİSİN?
Mahcub, mahzun gönlümün hazzı, huzuru sesin.
Kavurdu bedenimi buram buram nefesin.
Mütevekkil, münzevi, mükedder hazanıma,
Alev alev Mısır’a, hayat veren Nil misin?