Yüksek öğretimde değişiklik yapılması ile ilgili tartışmalar Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK)’ün kurulmasından bu yana sürmekte. Düşüncenin özgür olması, üniversitenin evrenselliği ve akademisyenin sorgulayıcılığı şüphe yok ki gerekli. Düşünmenin öğrenilen bir süreç olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Düşünen bireyler, demokratik bir yüksek öğretim yapılanmasında bilimsel üretimi de artıracaktır.
Bazı sesleri duyar gibi oluyorum! Daima kendine yontan insanların onlara dokunulma ihtimali varlığında yükselen feryatlar bunlar. Üniversitelerin yeniden yapılanması kaçınılmaz ve gerekli. Artık üniversitede öğretim üyesi kalitesini belirleyen ölçütün, bilimsellik ve üretim olması şart. Son günlerin en sık konuşulan konularından biri norm kadro uygulamaları. Gerçi başını kuma sokan ve kulaklarını tıkayanlar da yok değil. Onlar zaten başka bir alemin sanal varlıkları. Sistem değişirken bireysel hakların korunması gerekliliğine inancım tam. Ama kamu yararı denilen kavramı da gözardı etmemek gerekli. Bir anabilim dalında ihtiyaç fazlası öğretim üyesi varsa, birileri atıl hale gelmişse, hatta çalışması gereken kuruma birkaç ayda bir uğruyorsa bunu konuşmayalım mı? Bazı kurumlarda öğretim üyelerinin sayısı abartılı düzeylere ulaşmış da mesaiye sırayla geliyorlarsa sessiz mi kalalım? Aslında “kol kırılır yen içinde kalır” derler, sus derler de, vicdanı susturalım mı? Özellikle tıp fakültelerinde hiyerarşik yapılanma çok katı. Hiyerarşi, eğer işlerin belli bir sırada yapılmasını ve danışmanlık mekanizmasını ifade ediyorsa, eh, düzen açısından belki kabul edilebilir. Yok, diğerleri üzerinde baskı kurmak ve onları sömürmek anlamına geliyorsa, bu durum nasıl çözülecek? Ne demek istediğimi daha açık hale getireceğim! Bizim sınav ve yükseltilme ölçütlerimiz asla nesnel değildir. Herkesin kendince doğruları vardır . Buna asla karşı değilim; ama bu doğruların evrensel olduğunu varsayan kafalara karşıyım. Özellikle doçentlik sınavlarının durumu malum! Erich Fromm, “yetkecilik” tanımını sanırım bizim akademik profilimiz için yapmış. Yetkecilik, nam-ı diğer otoriteryanizm, “bir koltuğa oturana kadar eğilip bükülen, koltuğa oturunca da eğip büken zat” olarak tanımlanabilir en kısa yoldan.
Bugün aslında yazmak istediğim, mevcut profesörlerin nasıl denetleneceği konusu. İstersem önümüzdeki yıllarda ders anlatmadan, tek bir araştırma yapmadan ve hekim olduğum için söylüyorum tek bir hasta bakmadan kurumun tüm nimetlerinden yararlanır ve hiç kendimi yormadan emekli olurum. Örnekleri var, hem de hiç az değil. Anlı şanlı hocalar sanırlar kendilerini, ne öğrenci tanır ne asistan onları. Hoca dediğin ulaşılmaz olmalı! Norm kadroları oluşturacaksınız da ne olacak? Hantal yapıyı nasıl düzelteceksiniz? Diyelim ki denetlemeye başladınız, ölçü ne olacak? Dersi anlattım der, zaten her ay bunu bildiriyor ve imza atıyor. Öğrenci yolda görse tanımaz ama. Öte yandan araştırmalara özellikle en büyük hocaların adı yazılır, buradan da yakalamanız zor. Hasta bakmaya gelince, benden söylemesi bakmamaları daha hayırlı olabilir. Atasözü ne diyor? “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de!” Niye böyle diyor? Köprüyü geç, bir daha çalışmak zorunda değilsin! Köprüyü geçecek olanlar, hiç çare yok ki makalelerine hocalarının adını yazacaklar, gerekirse derslerini anlatacaklar ve onların adına hasta bakıp, katkı payını almalarını da sağlayacaklar. Önleyebilecek misiniz bunları?
Tüm aşamaları kaydetmiş profesörlerin de kendini güncellemesi gerekliliğini bilmesi gerekiyor. Belki de ünvanların kalıcı olmaması düşünülebilir. Belli sürelerde akademik performans değerlendirmeleri yapılabilir. Yeni atamalar sırasında yeni profesör adaylarının durumlarıyla birlikte eskilerin durumları da değerlendirilebilir. Düşüncelerimi içtenlikle paylaşmaya çalıştım, olgunlaştırılması gereken çok başlık var. Öğretim üyelerinin hem adil hem de çalışma barışının sağlandığı bir ortamda çalışma hakları var. Başarı ve özveri nasıl ki ödül bekliyorsa, aksi durumda da gereken yapılmalıdır. Demokratik, aydın ve bilimin egemen olduğu yeni yasal düzenlemelerin yapılması umudumla, saygılar sunarım.