Türkiye Cumhuriyeti 100. yaş gününü kutlamaya hazırlanıyor. Ne kadar kutlansa azdır diyeceğimiz bu tarihsel dönemeçte bazı gerekli saptamalar yapmanın yeri ve zamanı gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin vatan toprakları 100 yıl boyunca korunmuş, hatta 1939 yılında Hatay’ın katılımı ve birleşik devlet sayabileceğimiz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla genişlemeler olmuştur. Ege’deki 18 adamızın durumu bu yazının tamamı okunduğunda anlaşılacaktır. Peki, 1923’ten önceki yüzyıl nasıldı?
19. yüzyıl Osmanlı tarihini kahırlanmadan okumak olanaksızdır. Şöyle bir baktığımızda, daha 1829 tarihinde Rus ordularının Edirne’yi alıp İstanbul’a yaklaştıklarını görüyoruz. Hemen ardından başkaldıran Mısır Hidivliği’nin Osmanlı ordularını yenerek Kütahya’ya kadar gelmesi ve başkentin korunması için Rusya’dan yardım alınması bir başka acı olaylar dizisidir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) da Rus ordularının İstanbul’un Yeşilköy beldesine kadar gelmesi ile sonuçlandı. Balkan Savaşı’nda da aynı bozgun örüntüsü yinelendi. Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul tamamen işgal edildi. Çok uzun bir zaman dilimi boyunca, değil geniş ve engin topraklarını korumak, kendi başkentini korumaktan aciz durumda olan bir devletin bu sona ilerlediği gören gözler için hiç şaşırtıcı değildi.
1823-1923 arasında yitirilen engin topraklar ile, 1923-2023 arasında gözlemlenen durum arasındaki fark, hadi bilimsel dille söyleyelim, tesadüf olamaz (p>0.001). Demek ki ilk zaman diliminde bir türlü doğru kararlar ve önlemler alınamadı, ve demek ki 1923 ile başlayarak çok doğru işler yapıldı. 1923 sonrası artık ne İstanbul, ne de başka bir beldemiz için ufukta beliren bir işgalci ordu kabusu söz konusu olamazdı. Bu seçtiğimiz temel ölçüt bağlamında laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti eşsiz bir başarı anıtıdır.
Daha da ileri gideceğim; Türkiye Cumhuriyeti Avrupa’da da benzersizdir. Türkiye Cumhuriyeti ile aşağı yukarı aynı zamanda kurulan SSCB çoktan yıkıldı; topraklarının çoğunu kaybetti. Yugoslavya dağıldı. Avrupa’daki bütün sömürgeci ülkeler anti-emperyalist direnişler nedeniyle sömürgelerini kaybederek küçüldüler. Avrupa ülkelerinin hemen hepsi İkinci Dünya Savaşı’nda hala etkileri devam eden ağır travmalar yaşarken Türkiye Cumhuriyeti bunun dışında kaldı ve hem topraklarını, hem de insanlarını korudu.
İkinci Dünya Savaşı derken, bu savaşa Sevr Anlaşması şartları uygulandığında girseydik acaba ne olurdu, hiç düşündünüz mü? Türkiye’nin bu savaşa girmesinin hiçbir zemini kalmamıştı, çünkü Türk milleti Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve kurmay heyeti önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nı utkuya ulaştırarak bu savaşı çok önceden vermişti.
Monarşilerin Nörosınırlılığı
Tanım olarak monarşi (tekerklik); siyasal iktidarı veraset yoluyla elde eden kral veya hükümdarın, iktidarını hiç kimseyle paylaşmadığı, tüm güçleri kendisinde topladığı, kimseye hesap vermek durumunda olmadığı ve kimseye karşı sorumlu bulunmadığı devlet yönetim şeklidir. Yani iktidar hanedan da denilen bir ailenin tekelindedir. Çoğu kez bu aileye kanıtı olmayan ve olması da mümkün olmayan bir kutsallık da yakıştırılır. İnsanlığın yücelişi ile monarşiler dönemi terk edilse de, bazı ülkelerde sembolik monarşiler ve meşruti yönetimler gibi çekidüzen verilmiş uygulamalar görülebilmektedir. Mutlaki yönetimler katılımcılığı dışlamaları, akla ve insan haklarına aykırı bir dayatmacılık içermeleri nedeniyle çağdaş dünyada taraftar bulmakta zorlanmaktadırlar.
Monarşilerin tükenmesinde önemli bir diğer neden de, yönetecek beyinlere kaynak olacak gen havuzunun kısıtlanmış olmasıdır. Araştırmacıların, akraba evliliği ve yeni sağlıklı genlerin aileye girişinin kısıtlanması nedeniyle ünlü Avrupa hanedanlarının çıkık çene, hemofili ve porfiri gibi tıbbi sorunlarla boğuşmak zorunda kaldıklarına ilişkin görüşleri vardır (1, 2).
Hiçbir patolojik durum, ya da hastalık gözlenmese bile yüksek bilişsel performans gerektiren ülke yönetme becerilerinin aynı aile içinden çıkan bireylerde her kuşakta devam ettirilip çağın gereksinimlerine yanıt verilmesi olası görünmemektedir. Nörosınırlılık 19. Yüzyılda yaşanan sorunlara bir türlü çözüm üretemeyişimizin tek nedeni olmasa bile, olası nedenlerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Cumhuriyetin Nörokapsayıcılığı
Çağdaş toplumlarda eşitlik, kapsayıcılık, ait olma ve çeşitliliğe saygı temelinde toplumun tüm bireylerinin toplum yaşamına katkıda bulunması temel bir ilke olarak öne çıkmaktadır. Toplum, ancak onu oluşturan bireylerin genetik, nörogenetik ve fenotipik birikimini tam kullanabilirse yaşam düzeyini yükseltebilir. Başlangıcında nörogelişimsel farklılıkları olan bireylerin taşıdıkları zenginliklerin vurgulanması için kullanılan Nöroçeşitlilik kavramı aslında toplumun genelinde yaşatılan zenginliğin altını çizmektedir. İşte ayrıcalıklı yönetici “monark” ve/veya “oligark” dayatmasını reddeden Cumhuriyet olgusu bu nedenle çağdaş değerleri temsil etmektedir.
1923-2023 arasında yukarda vurguladığımız farkı yaratan, milletin saltanat dışındaki engin zihinsel kaynağının Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde harekete geçmesi, yani nörosınırlılık yerine nörokapsayıcılığın egemen olmasıdır. Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyet bu yolda sebat edecek Türk milleti tarafından yaşatılacaktır. Kutlu olsun!
KAYNAKLAR
1. https://www.dailymail.co.uk/femail/article-9401315/How-royal-inbreeding-led-Europes-darkest-days.html
2. https://hekint.org/2020/02/05/hereditary-blood-disorders-in-blue-blood-aristocrats/