Bu makalemde, köşe yazarlığı rüçhan hakkımı da kullanarak, bin kez dünyaya gelsem, yine de tereddüt etmeden tercih edeceğim ve mensubiyetinden onur duyacağım kendi mesleğimden, branşımdan, nöroşirürjiden, sadece ve sadece onun ayrıcalıklı, tek bir hususiyetinden söz etmek arzusundayım.
Her ne kadar hekimliğin çağlar boyunca her zaman ayrıcalıklı ve çok şerefli bir meslek olduğu gerçeği tüm dünya tarafından kabul edilmiş olsa da ben biraz branş taassubunun mahkûmiyetinde kendimi avutmak(!) istiyorum.
Üzülerek ifade etmek gerekirse, günahı-sevabı müsebbiplerinin sırtında olmak üzere, son zamanlarda Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS)’nda üstün başarı gösteren hekim meslektaşlarımızın çok tercih ettiği bir branş olmasa da, nöroşirürji, diğer bir ifadeyle beyin, omurilik ve sinir cerrahisi imtiyazlı bir meslektir. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın bütün ülkelerinde ve özellikle de Amerika’da, birçoklarının çeşitli rasyonel ya da irrasyonel mülahazalarla kabul etmesi zor ve itirazları olsa da bu ayrıcalıklı mesleğin tabiatında gurur, öz güven, çılgınlık, kibir ve biraz da marjinal bir megalomanlık vardır.
Olmalıdır da… Zira beyin cerrahının başarısı biraz da buna bağlıdır.
Nitekim sinir ve omurilik isimli fizyo-anatomik uzantılarını da kendi egemenliği ve kontrolü altında tutan beyin, tabiatın en büyük mucizevi sırrı, bin üçyüz elli gram civarındaki yağlı bir organ hâlinde, kendi içinde sırlanmış ve gizlenmiş olarak beyin cerrahlarının önünde durmakta ve ona, parçalarına, dallarına ve eklerine dokunmak ve gerekli müdahaleleri yapmak hak ve salahiyeti, sadece onlara, nöroşirürjiyenlere münhasır kılınmıştır. Ayrıca, ruhun baş döndüren, enigmatik, cazibeli, sıra dışı ve nadide kumaşı da, beynin sinir iplikçikleri, ağları ve kişiliği/şahsiyeti oluşturan konnektomları ile ulvi ve mahirane örülmüş bir vaziyettedir.
Diğer taraftan, Uzay’ın esrarengiz derinliklerinde yıldızların cezbedici hareketlerini hayretle izleyen astronomlar ve gökbilimciler, onlara fiziki ortamda asla dokunamazlar ve o hazzı alamazlar.
Atom ve parçacık fizikçileri, atom parçalayıcılarının izlerinde manevi bir boyutta, muhayyileleri oranında çok şey görebileceklerine rağmen, bizatihi parçacıkların kendilerini göremezler. Protonlara uzanabilmeleri ve kuarklara dokunabilmeleri ve temas edebilmeleri hâlen mümkün gözükmemektedir.
Hayatımızın sırrı ve mucizevi şifreleri olan ikili sarmal DNA’nın, esrarengiz hikâyelerini yazıp ballandıra ballandıra anlatan moleküler biyologlar ve havalarından geçilmeyen genetikçiler, “gen”i gözle görülemeyen soyutlamalarından öteye gidemezler. Laboratuvarlarındaki alet ve fotoğraf makinelerine yansıtabildikleri birtakım gölgeleri izleyerek yorumlayıp, kendilerini tatmin etmek durumunda olan bu bilim insanları, hayalleri ile mütenasip olarak kendilerini avutmak zorundadırlar.
Oysaki beyin cerrahları, trilyonu aşkın sinir hücreleri ile okyanuslarda bulunan toplam su moleküllerinden daha fazla elektriksel sinyal modellerini depolayan, beş milyon yıllık evriminin esrarlı ürünü ve Allah’ın insana en büyük lütfu ve armağanı, kemik bir kasa içinde muhafaza edilmiş mücevherlerin en cevheri olan beynin, bozulan fonksiyon ve işleyişini birkaç saat ve hatta dakikalar içerisinde düzeltme cesaretini gösterebilmektedirler. Daha ne olsun!
Nöroşirürjinin ayrıcalığı ve kibirli bir meslek oluşunun delillerini ifade etmek için hazırlanacak liste böylece uzayıp gider… Ben burada, branşım dışındaki muhterem meslektaşlarımın hoşgörüsüne ve affına sığınarak, editöryal kaideleri de dikkate alarak, kısa kesmek istiyorum.
Biliyorum, gözleriniz şimdi de rubâîmizi arıyor. Hayır, unutmadım. İşte…
(İsmail Hakkı AYDIN, Ya Hayy!, Ötüken Yayınları, 2014, İstanbul)
NE VUSLATTAN UMÛDUM VAR!
(Dört Mefaîlun)
Niyazımısın, kıyamımsın, rükuumsun ve secdemsin,
Duâlar hep seni söyler, nefesler zikr eder ismin,
Ne sensiz kaldığım ânım, ne vuslattan umûdum var!
Beni ancak Sen anlarsın, bırak âlem tuhaf bilsin.