İnsan olmak ödev sorumluluğu taşımaktır. Ödev sorumluluğu ödev bilincine dayanır. Hayvanların bilincinden söz edilemez, onların ödevleri yoktur. Hayvanlar, programlanmış olan iç güdülerinin yüklediği bir nevi görevleri vardır. İnsanın (=kişinin) görevlerinin yanı sıra ödevleri de vardır. Görev ile ödev kavramının farkına işaret etmek gerekir. Görev, bir dış otoritenin insanı “yapmakla yükümlü kıldığı” iştir. Ödev ise, kişinin kendisine içinden gelerek kendi bilinci ile benimsediği olaydır (T. Duralı, Felsefe Söyleşileri, Bölüm 57, TRT2). “Ödev”in fiil kökü ödemek fiilidir. Ödev, insanın ödemekle borçlu olduğunu duyumsadığı, düşündüğü ödenecek olandır. Görev görülecek iş, ödev ödenecek borçtur. İş görmek, borç ödemek ifadelerinde olduğu gibi. Kişinin verilen işi benimseyip borcu olarak görmesi halinde görev ödeve dönüşür. O halde, aynı şey, dıştan geldiğinde görev, içten geldiğinde ödev olmaktadır. Birey, kendisine ödev yüklediğinde, kişi(lik)/şahs(iyet) haline gelir. Ödev sorumluluğu duymak yüceliktir. Birey, beşerdir, insanın biyolojik yanıdır. Birey, ödev bilinci ile insan olur.
Akademik alan, özellikle, ödev bilincinin ve sorumluluğunun yaşandığı düzeydir. Bilgi düzeyi yükseldikçe insanın sorumluluğu artar ve belli bir sınırı geçince görev değil, ödev bilincine ulaşır. Akademisyen ödev insanıdır, bir dış otoriteden görev beklemez, kendi insiyatifi ile hareket eder, kendi kendini yönetir. Akademik özgürlük (academic freedom) ve üniversite özerkliği (university autonomy) akademisyenin ödev bilinci dolayısıyla sahip olduğu bir imtiyazdır. Akademik özgürlük ve üniversite özerkliği akademik camianın önündeki engelleri kaldırdığından ödev bilinci akademik aklı en üst düzeyde devreye sokar. Akademisyen hakikat arayışı için ödev bilinci taşır. Akademisyen, yöneticiden görev için talimat beklemez, insiyatifi ile kendine ödev yükler. Kendisinin yöneticisi olur. Böylece her bir akademik akıl kendisini kışkırtarak yücelir. Ödev adanmışlık ister. Ancak ödev bilinci taşımayan akademisyen için özgürlük ve özerklik sorumsuzluğa götürür.
Müslüman dahi bir ödev insanıdır. Varoluşunun insana yüklediği bir borçtur ödev. O’nun ödevi âlemdeki konumu ile anlam kazanır. Müslüman (ilim adamı), âlemin bir Yaratıcısı olduğunu, hiçbir eşyanın ( şeylerin varlığın) boşuna yaratılmadığını, her şeyin bir hikmet üzere yaratıldığını, varlığın yaratılmasının, yaşatılmasının ve yönetilmesinin daima Yaratıcının iradesine dayandığını kabul eder. Bu ifadede kullanılan, âlem, ilim, varlık ve hikmet kavramlarının anlamlarına kısaca değinmek gerekir. Âlem, evreni ve öte âlemi(ahireti) kapsar. Evren, fiziki alemdir, yer yüzünü (arzı), galaksileri (yıldız kümelerini) ve gezegenleri kapsar. Âlem, evren ve fiziki olmayan alemi birlikte kapsar. Hakkında söz ettiğimiz her şey varlıktır. Algılanabilir olsun veya olmasın, düşünülebilir olsun veya olmasın tümü varlıktır. Algılanabilir ve gösterilebilir olan varolandır. Varolan, hiçlik, düzenlilik, tesadüf, yok, kaos hepsi varlık kavramında mündemiçtir (içerilmektedir). Yok da yaratılmıştır, var da yaratılmıştır. Düzen de yaratılmıştır, tesadüf de yaratılmıştır. Yaratıcı; yalnız düzenliliği değil, tesadüfü, iyiliği, kötülüğü yaratma irade ve iktidarından elbette mahrum değildir. Her şey yaratılmıştır ve yaratıklar âlemine dahildir. Yaratık olan “yok”un, Yaratıcıyı yok etmesi veya var etmesi mantıken mümkün değildir. İnsan inanır. İman akıl üstüdür. Manevi olan, insan üstüdür. İnsan aklı, Yaratıcının iradesine sınır belirleyemez, Yaratıcıya misyon biçemez Aksi halde Yaratıcıyı beşeri düzeye indirgemek olur. Allah’ın buyurdukları, Resulullah’ın duyurduklarına iman edilir, tartışılamaz. Akıl bildirilenleri anlamaya memurdur.
Sonuç olarak; Âlem varlık anlamında kullanıyoruz. Varlık, Yaratıcının mülküdür. İnsanın vücudu dahi O’nun mülküdür. Bir Müslüman (kadın veya erkek) vücudum benimdir istediğim gibi kullanırım diyemez. Vücudum benimdir, istediğim gibi kullanırım diyerek intihar ederse, kendisinin katili olur.
İnsana varlık ile ilişkileri Yaratıcı tarafından buyurulmuş, Resulullah tarafından Kitap ve sünnet yoluyla duyurulmuş, bildirilmiştir. Yaratılmışların (varlığın/varolanların) hikmetleri vardır. Bu hikmetlerin kimini açıklayabiliriz kimini de bilemeyebiliriz. “Hikmetinden sual olunmaz” sözü bu anlamı içerir, boş bir söz değildir.
İlim ve bilim kavramlarına ve ayırdına burada kısaca değinmek gerekir. Bilgi, bilen öznenin (insanın) dış dünya (nesne) hakkında verdiği yargının dile getirdiği önerme (cümle) dir. Bilen öznenin hakkında yargıda bulunmak için baktığı her şey, felsefede nesne olarak adlandırılır. İnsan, yargıda bulunan, hüküm veren varlıktır.
İlmî bilgide ilim adamı, âleme (varlığa), Yaratıcının mevcudiyeti tasavvuru içinden bakar. İlim adamı, insan ile Yaratıcı, âlem ile Yaratıcı arasındaki ilişkiyi de göz önünde tutarak varlık hakkında yargıda bulunur. Yaratıcının mevcudiyeti tasavvuru altında varlık hakkındaki yargının dile getirilmesi ilmi bilgidir. Varolan tekil varlıktır. Duyularımızla tekil varlıkları algılayabiliriz. Varolanlardan akıl yoluyla soyutlayarak “varlık” kavramı türetilir. Duyuların verdiği tekil varlıklar, akıl yoluyla soyutlanıp ortak yönleri alınarak genelleştirmek suretiyle kavramlar yapılır. Kavramlar zihinde varolandır.
İlim kavramı için ikinci nokta şudur: Mevcut bilgi olsun veya ilk defa ortaya konulan bilgi olsun hepsi ilim kavramı kapsamındadır. Üçüncü bir husus, ilmî bilgide doğruluk, ilim adamının söylemi ile eyleminin örtüşmesi koşuluna bağlıdır. Teori ile uygulama bir başka ifade ile eylem ile söylem örtüşmezse söylem olarak doğru olan da doğru kabul edilmez. “Hocanın söylediğini yap, gittiği yoldan gitme” sözü ilmi bilgi açısından geçerli bir ifade değildir.
Modern bilim ile ilmi bilgi arasındaki doğruluk farkına işaret etmek gerekir. Modern bilgi/bilim felsefesinde, sözün ve uygulamanın doğruluğu birbirinden ayrılmıştır. Söz doğru ve uygulama söze uygun değilse, söz doğru kabul edilir.
Modern bilim tanımına gelince, bilen özne(insan) dış dünya hakkında deney ve gözlem yoluyla vardığı yargıyı dile getirdiği bilgi, bilimsel bilgidir. Her bilim belirli bir varlık alanını konu edinir. Örneğin, Biyoloji canlı varlığı konu edinir. Bilimin ontolojik zemini ilme göre çok dardır. Modern bilim kendini fizik âlem ile sınırlandırmıştır. Modern bilim adamı, evrenin Yaratıcısını hesaba katarak bilim yapmaz. Burada bilim adamı inançsızdır demek istemiyoruz. Bilim yaparken Yaratıcı ile dış dünya ve kendisi arasındaki bağı göz önüne almaz. Modern bilimin işaret edilmesi gereken bir başka niteliği, yeni bir bilgi ortaya konulması, insanlığın bilgi dağarcığına, az veya çok bir ekleme yapılmasıdır. Bir bilgi ortaya konulduktan sonra yapılan hiçbir şey artık bilim değildir, bilgiyi yaymaktır veya öğretmektir.
Bilimsel bilgi ile ilmi bilginin örtüştüğü ortak alanlar ve örtüşmediği alanlar vardır. Şöyle sembolize edebiliriz: İç içe iki daire çizilsin, dıştaki geniş daire ilmî bilgi alanını, içteki daire bilimsel bilgi alanını temsil edebilir. Çünkü, ilmî bilginin âlem/varlık alanı ile bilimin baktığı varlık bölgesi örtüşmez. Kısacası iki tarz bilginin ontolojik zemini farklıdır. İlmî bilginin baktığı ontolojik alan çok daha geniştir. Bilim ile ilim aynı şeydir demek, bunların felsefesinin, ontolojik zemininin, farkında olmamaktır. En belirgin fark, bilimin Yaratıcı ile bağını koparmış olmasıdır.
Yukarda, hiçbir varlığın boşuna yaratılmadığı ifade edildi. İnsan da bir hikmet üzere yaratılmıştır. İnsan ödev varlığıdır. En onurlu varlık olarak yaratılan insanın ödevleri vardır. İnsanı tanımlayan en önemli niteliği ahlâk varlığı olmasıdır. İnsan, akletmesi ve iradesi sayesinde ödevini ve ahlâk varlığı oluşunu gerçekleştirir. Hayvanların ödev duygusundan ve ahlâkından söz edilemez. Onlar içgüdüleri sayesinde yaşarlar.
İnsanın biyolojik tarafına beşer adı verilir. Kültür kazanımı ile beşer insan olur (Teoman Duralı, Felsefe Söyleşileri, TRT2). Kültür kazanımının başlangıcında terbiye eğitimi vardır. Terbiye eğitimi, öncelikle, anne baba ile ailede ve çocuğun çevresinde başlar. Bu eğitimim temelinde, edep vardır. Edebin çekirdeği “utanma” dır. Utanma duygusu terbiye ile edebe dönüşür. Resulullah “utanmıyorsan dilediğini yap” buyurmuştur. Utanma, edep, terbiye kişide davranış haline dönüşürse ahlâk olur. Ahlâkın teorik tarafına felsefe dilinde “etik” adı verilir. Etik, ahlâkın haritasıdır. Terbiyenin çocukta belirli bir dönemi vardır. O dönem geçirildiği takdirde terbiye zaafının giderilmesi çok zordur. Bilgi eksikliği telafi edilebilir ancak terbiye eksikliğinin telafisi çok zordur. Henüz kurumamış canlı derinin terbiye edilerek kullanılan deri haline getirilmesi halinde, deri kimyasal bir dönüşüme uğrar. İnsanın terbiye edilmesi ile deri terbiyesi arasında bir analoji kurulabilir. Belirli bir zaman geçtikten sonra deri terbiye edilemediği gibi çocuk da (henüz beşer olan) belirli bir döneminde terbiye edilmezse, terbiyesi imkânsız hale gelebilir. Bu hususta halk arasında yaygın bir anlatı vardır. Anlatıya göre: Vali olan bir oğul, babasını valiliğe makamına çağırır. Babasına bak vali oldum deyince, babası, “vali olmuşsun ama adam olamamışsın” der.
Özellikle ailelerin, çocuklarının terbiye dönemine özen göstermeleri ödevleridir. Başta anne, baba olmak üzere aile üyelerinin zaman zaman, başını önüne eğip çocuğun terbiyesi için ne yapması gerektiğini gözden geçirmelidirler. Çocuğu kendi haline ne istiyorsa kendisi karar versin, yapsın demek henüz hayat tecrübesi olmayan çocuğu medyanın eline terk etmektir. Bu insani bir durum değildir. Doğurup terk eden canlılara benzemektir.
Ahlaki davranış, çocuğa örtük bilgi olarak görerek geçer. Eğer, ailede, söz ile davranış birbirine uymazsa sözlerin ve davranışın çocuk için hiçbir önemi kalmaz. Çocuğun ruh safiyeti zedelenir. Bir kere dahi çocuk ebeveyninin çelişkisine tanık olmamalıdır. Bu aileye karşı güveni sarsar. Gramer dersi almadığı halde çocuk, bir yaşından sonra, basit de olsa, gramatik olarak konuşmaya başladığı gibi ailesinin davranışlarını da gizlice tevarüs eder. Bu örtük bilgidir. Örtük bilgi söz ve yazı ile aktarılamaz, davranışları gözleyerek tekrar ederek kazanılır. Çocuk ile aile fertleri arasında, ilişkilerin sıradanlaşması, nezâketin yitirilmesi, itibar kaybına, yozlaşmaya ve zamanla çürümeye yol açabilir.
Kültür öncelikle, bireyin diğer insanlarla, çevresi ile toplumla ilişkilerinin bilgisi ile başlar. Bu bilgiler hayati bilgilerdir. Hayat bilgisidir. İnsanın biyolojik yanı beşerdir, beşer kültür kazanarak insan olur. Hegel’in diyalektiğine benzeterek burada biz de şöyle bir diyalektik yapabiliriz: Kültür tez, beşer antitez ve insan sentezdir. O halde;
İnsan = Kültür + Beşer
denklemi yazılabilir.
Kültürün odağında, etik (ahlak teorisi) vardır. Etik uygulamaya dönüştüğünde ahlak olur. Ahlâk felsefenin temel konularından biri olan aksiyolojinin bir dalıdır. Felsefede ahlâk akla dayanır. Din de ise imana dayanır. İnancın irade üzerindeki otoritesi akıldan daha güçlüdür. Ahlâkın merkezinde de ödev bilinci yatar. Ahlâk özgür irade ile yapılan davranıştır. Ödev kişinin özgür iradesine ve bilincine dayanır. Ödev bilinci ile kişi kendisini, dış dünyaya, topluma karşı sorumlu kılar. Eğer birey sadece kendi maddi ihtiyaçlarını karşılamakla sınırlı bir hayat anlayışına sahipse, ödev bilinci taşımıyorsa, beşer düzeyine inmiş demektir. Bir toplumun gücü ödevlerinin bilincinde olan ve sorumluluğunu taşıyan kişilerden (şahsiyetlerden) oluşmasına dayanır.
Günümüzde, kendi ihtiyaçlarımı karşılıyorum, kimseye muhtaç değilim diyen, kendi ile sınırlı bir yaşama anlayışının hükümran olmaya başladığı, bireyler arasında bağların zayıfladığı veya koptuğu gözlenmektedir. Bu durum kaçınılmaz olarak, yalnızlaşmaya, yozlaşmaya ve zamanla çürümeye yol açar. Oysa bir toplumda insanlar birbiri sayesinde yaşarlar. Toplumun bireyleri görünmez başlarla birbirlerine bağlıdırlar. Satıcı alıcıya, alıcı satıcıya, doktor hastasına, hasta doktora muhtaçtır. Hoca öğrenciye, öğrenci hocasına muhtaçtır. İnsanlar birbirine daima muhtaçtır. Birbirine karşı ödevleri, sorumlulukları vardır. İnsan, toplum içinde yaşayan kültür varlığıdır. İnsan ancak kültür sayesinde yaşar. Kültür hayatın kılavuzudur. Kültür, hava gibidir, varlığında öneminin pek de bilincinde olmasak bile onsuz yaşayamayız. İnsan bilimsiz yaşayabilir, ancak kültürsüz yaşayamaz. Kültürün önemli bir değeri olan ödev bilincinin yitimi, sorumsuzluğa ve kişilerin yalnızlaşmasına yol açmaktadır. İnsan, toplum dışında ve kültürsüz yaşayamaz.
Karar verme bilincine sahip olmak özgür olmaktır. Hapiste bilinç sahibi olan kişi özgürdür ancak serbest değildir. Uyuşturucu bağımlısı bir kişi serbest olsa da özgür değildir. Özgürlük ve serbestlik hürriyettir. O halde şöyle bir diyalektik söz konusu olabilir. Özgürlük tez, serbestlik antitez ve hürriyet sentezdir:
Hürriyet = Özgürlük +Serbestlik.
Hürriyetin (özgürlük ve serbestliğin) ödev bilincini güçlendirmesi ve sorumluluğu artırması beklenir. En önemli ödevimiz, sürekli sorunlarımızı konuşarak kendimizi ve zamanı tüketmek değil, çözümler üzerinde düşünmek, ödev bilincini yaşatmak ve güçlendirmek olmalıdır. Sürekli karanlıktan söz etmek yerine, bir ışık yakmak gerekir. Varoluşumuzun anlamına varmak gerekir: Nereden geldik, nasıl yaşamalıyız, nereye gideceğiz, sorunlarımızı nasıl çözeceğiz üzerinde durmak gerekir. Sorunlar (problemler) ve duyu verileri bizim için haber kaynaklarıdır, malzemedirler. Kimi duyu verilerini kullanarak örneğin sanat yaparız, sorunları çözerek hayatımızı sürdürürüz. K. Popper, “amipten Einstein’e kadar hayat sorun çözme sürecidir” der.
Külli irade bağlamında her varlığın evrende bir görevi vardır. Ödev, insanın iç dünyasına, kendisine, dayanır, ancak dış âleme yöneliktir. İnsan olmak, başkaları için olmaktır. Ödev bilinci, borçlu olduğunu bilmektir. Varoluşunu tefekkür etmek, teşekkür etmektir. Teşekkür etmek ödev bilincine varmaktır. Milletimize olan borcumuz (ödevimiz) ödenemezdir. İnsan olmak, yalnız ben değil, sendir, o’dur ve onlar için olmaktır. İnsan olmak, ödev bilincini taşımak ve ödev sorumluluğunu yaşamaktır.
1 yorum
Hocam hoşgeldin