Courage is doing what you\’re afraid to do. There can be no courage unless you\’re scared.
[Cesaret, yapmaktan korktuğun şeyi yapmaktır. Sen korkmadıkça cesaret de olmaz.]
Eddie Rickenbacker (1890-1973; Amerikan Savaş Pilotu)
Son zamanlarda giderek daha popüler olan ve muhtemelen kolay kolay da gündemden düşmeyecek bir konu var: Organ Nakilleri. Kronik organ yetmezliklerinde tek kalıcı çözüm olan organ nakilleri, bilindiği üzere bir başkasının organını ihtiyacı olan kişiye bağışlaması gibi, sosyal, medikal ve psikolojik açıdan son derece zor bir karara bağımlı bir uygulama.
Yaklaşık 40 yıl önce Harvard Tıp Fakültesinde “icat edilen” ve bütün dünyada kabul gören ‘beyin ölümü’ kavramı ile birlikte terk edilen –veya ihmal edilen- yapay organ ve hayvandan organ nakli çalışmaları ile gözler beyin ölümü gerçekleşmiş insanların organlarına dikilmiş oldu. Fakat en gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere, insanlar bir türlü beyin ölümünün gerçek ölüm olduğuna inandırılamadı. İnananların da organlarını bağışlamaları sağlanamadı. Ve maalesef bağışlayanların 1/3’ünün organları da, yasal olarak böyle bir hakkı olmadığı halde, yakınlarının karşı çıkması yüzünden alınamadı.
Organ Nakli işi ile uğraşan kişiler için önemli bir sorun olan bu konuda bazı radikal kararlar alınmasının zamanı geldi de geçiyor diye düşünüyorum. Ben bu hafta sizlerle, ünlü İngiliz Biyoetik Uzmanı Prof. John Harris’in ilk kez 1994’te akademik ortamlarda dile getirdiği [1], daha sonra da 1999’de bütün İngiliz kamuoyuna sunduğu [2] bir öneriyi paylaşmak istiyorum. Benim de büyük ölçüde katıldığım, fakat birkaç noktada yeni ilaveler ile bir adım öteye götürdüğüm bu öneriyi en kestirme olarak, “Kamu yararı gözetilerek ölü bedenlere – daha doğrusu ölenlerin organlarına – devlet tarafından el konulması” diye tarif etmek mümkün.
Harris şöyle demekte; “Nasıl ki belli durumlarda devlet bazı ölülere defin izni vermek için otopsi şartı koşmaktadır, aynı şekilde devlet bazı –veya uygun her- ölünün de organlarını nakil amacıyla kullanma ve bu amaçla yakınlarının iznini aramaksızın organ alma hakkına sahip olmalıdır.” İlk bakışta kabul edilemez gibi görünen bu önerinin arkasındaki mantık zorunlu otopsi ile aynıdır. Nasıl ki devlet ‘kamu yararı’nı düşünerek ölüm sebebini ortaya çıkarmak için belli durumlarda zorunlu otopsiyi şart koşmaktadır, aynı şekilde on binlerce insanın hayatının kurtarılmasının söz konusu olduğu bu durumda da ölen insanların organlarını ‘kamu malı’ yaparak kamunun kullanımına sunmalıdır, denmektedir.
Buna değişik şekilde itirazlar gelebilir. Örneğin ölen kişinin vasiyetinden bahsedilebilir. Acaba kanunen veya ahlaken ölen kişilerin her türlü vasiyeti yerine getirilmeli midir? Örneğin, bir kimse öldüğünde Ankara’daki Kuğulu Park’a defnedilmeyi vasiyet etse, ‘geride kalan’lardan bunu yapmasını bekleme hakkım var mıdır? Aslında ‘geride kalan’lar ölen kişi’nin anısına hürmetin bir göstergesi olarak sadece o’nun ‘makul’ vasiyetlerini yerine getirmekle mükelleftir. Bir kimsenin, öldükten sonra kendisine hiçbir yararı olmayacak fakat pek çok kişinin hayatını kurtarabilecek olan organlarını vermeyi reddetmesinin ‘makul’lüğünden bahsetmek mümkün değildir.
Ölen insanların organlarının ‘kamu malı’ yapılmasına diğer bir itiraz da ölü yakınlarının onayının alınmaması noktasından gelebilir. Buna verilecek cevap; aslında ölü yakınlarının böyle bir hakkının zaten olamayacağıdır. İnsanlar hiçbir zaman ‘sahip olunacak’ bir mal olarak değerlendirilemez. “Bu benim çocuğum” derken, o çocuğa bir mal gibi sahip olduğumuzu değil, onun velisi olduğumuzu, onu koruyup-kollamak, bakım-görümünü sağlamakla yükümlü kişi olduğumuzu ifade etmiş oluruz. Aynı şekilde, bir kimse öldüğü zaman geride kalan yakınları mevtaya sahip çıkar ve onun insan onuruna yakışır şekilde defin işlemlerini yerine getirir. Bu asla onlara, cesedin sahibi olma ve onun üstünde her türlü tasarrufu yapma hakkını vermez. Kimsesi olmayan çocuklarda olduğu gibi, kimsesi olmayan ölülerin ‘hamisi’ de devlettir. Nasıl devlet belli durumlarda, örneğin çocuğunu okula göndermek istemeyen, veya ihtiyaç duyduğu tedaviyi almasını reddeden ebeveynin yetkilerini elinden alıp kendi otoritesini kullanıyor ve bir de onlara ceza veriyorsa, aynı şekilde organ bağışı gibi soylu ve insan hayatını kurtarıcı bir eylemin gerçekleşmesini engelleyen yakınların bu talebini reddetmekle kalmayıp aynı zamanda onlara bir ceza da vermelidir.
Organ bağışlama ve öldükten sonra organların kullanılması konusunda toplumda var olan en önemli kaygılardan birisi de inandıkları dinin konuya yaklaşımıdır. Bilindiği üzere T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı organ nakli ile ilgili destekleyici ve teşvik edici yönde görüş bildirmiştir. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı bizim yukarıda dile getirdiğimiz, ölmüş insanın daha önceden verilmiş onayı olmadığı durumda kişinin organının alınmasını uygun görmediği gibi yakınlarına da söz hakkı vermektedir. Oysa daha önce yapmış olduğumuz bir çalışmada [3] da gösterdiğimiz gibi İslamiyet’te ölmüş insanın daha önceden verilmiş onayı olmadığı halde organının alınmasının ve ölü yakınlarının istek ve taleplerinin göz ardı edilmesinin yeterli hukuki ve dini dayanağı bulunmaktadır. Sonuç olarak; devlet nasıl ki toplumun yararını düşünerek bazı radikal kararlar alabiliyorsa (savaş gibi, karantina gibi, otopsi gibi hatta idam gibi), bu konuda da radikal kararlar almak zorundadır. Aksi takdirde devlet (Burada yalnızca T.C. Devleti değil, bunu yapmayan bütün devletler kastediliyor.) organ bulunamadığı için ölen bütün vatandaşlarının ölümünden manen –ahlaken- sorumludur. Benden söylemesi…
[1] Erin CE, Harris J. ‘A monopsonistic market.’ In: Robinson I, ed. The social consequences of life and death under high technology medicine. Manchester: Manchester University Press, 1994:134-157.
[2] Harris, J. ‘We should recycle the dead to help the living’. The Independent, 19 February 1999.
[3] Aksoy, S. ‘A Critical Approach to the Current Understanding of Islamic Scholars on Using Cadaver Organs without Prior Permission’ Bioethics, 15:5/6 (2001):461-472.