Genelde bilim, özelde ise tıp, kendi içlerindeki gelişmeyle öyle şeyleri "mümkün" kılıyor ki, bu "mümkünler" pek çok kadim kavramı yeniden sorgulamamıza yol açıyor. Bugün size söz edeceğim olay yeni değil; yaklaşık 10 yıl önce İngiltere’de yaşandı.
Evli bir İngiliz çiftten erkek olan bir trafik kazası geçirir ve komaya girer. Adam komadayken bir gün karısı doktorların yanına gelir ve onlardan bir istekte bulunur. "Kocam ve ben bir çocuğumuz olsun istiyorduk, ama başına bu kaza geldi. Sizden ricam bana eşimin spermlerini vermeniz. Yardımcı üreme tekniklerini (tüp bebek) kullanarak eşimin çocuğunu doğurmak istiyorum." Doktorlar teklif karşısında biraz şaşırırlar, ama kocanın şuuru kapalı olduğundan ve yasal olarak onun adına karar verme yetkisi karısında olduğundan kadının isteğini yerine getirirler.
Bir süre sonra adam ölür. Kadın bir IVF (tüp bebek) kliniğine başvurur ve eşinin spermlerini kullanarak hamile kalmak istediğini söyler. IVF kliniği ölmüş bir insanın spermini kullanamayacaklarını, bunun yasada yeri olmadığını söyler. Bunun üzerine kadın mahkemeye başvurur, fakat mahkeme IVF kliniğini haklı bulur. Bu aşamada olay medyaya yansır ve hararetli bir tartışma başlar. Bu tartışmalar sırasında bir yorumcunun akıl vermesi üzerine kadın spermleri alıp Belçika’ya gitmeye karar verir, çünkü orada bu anlamda bir yasaklama yoktur. Bu sefer de kadının karşısına Gümrükler Kanunu çıkar, zira Kanun’a göre yurt dışına canlı doku çıkartılması yasaktır ve "gümrükten sperm geçirme" diye bir kavram bulunmamaktadır. Kadın çaresiz olarak son kapı olarak gördüğü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne başvurmaya karar verir. Bunun üzerine, AİHM’den bizim gibi sıkça ceza almaya alışık olmayan İngiliz Hükümeti bir arayışa girer. AİHM’nin kadının lehine karar vereceğinden emindir. (O sırada Başbakan olan Tony Blair’in eşi AİHM hâkimlerindendir. Fakat mahkemeyi "ayarlamayı" düşünememektedirler.) Kadının avukatları ile konuşulup İngiliz Yüksek Mahkemesine başvurmaları söylenir. Mahkeme bir şekilde yorum yapar ve kadına "spermlerini" alıp Belçika’ya gitme imkânı tanınır. Kadın Belçika’ya gider ve 10 ay sonra kucağında bebeği ile gazetecilere poz verir.
Ne kadar ilginç değil mi? Ölü bir adam çocuk sahibi olabiliyor. Çocuk ilkokula gidince öğretmen sorar, "Kaç yaşındasın?" "10 yaşındayım." "Baban ne iş yapar?" "Babam ben doğmadan 4 yıl önce ölmüş!!!" İşte bilim böyle bir şey. İnsan sormadan edemiyor; bilim yapabileceği her şeyi yapabilmeli mi? Yoksa bilimi başka birtakım değerler sınırlayabilmeli mi? Ölülerin başka insanları hamile bırakamayacakları "gerçeği" bir tarafa, bir çocuğun babasız dünyaya gelmesi ve yaşamasının güçlüğü gerçeği, bilimi bu "sıra dışı" uygulamaları yapmaktan alıkoymalı değil mi?
Anlattığım olay münferit bir vaka değil. Sadece bir ilk olması açısından özel. Yoksa, basına yansıdığı üzere, Irak Savaşı’na giden "coniler" savaşta ölürse veya sakat kalırsa eşleri veya sevgilileri kendilerinin çocuklarını doğurabilsin diye bir belgeyle birlikte spermlerini donduruculara bırakmışlardı. Bunların ne kadarı kullanıldı bilemiyorum, ama zihniyetin ortaya konulması ve bilimin bu konudaki sınır tanımazlığı açısından bu örneği anlamlı buluyorum.
İlk kopyalanmış (klonlanmış) koyunu dünyaya getirmeyi başaran ekibin başındaki İskoçyalı Bilim Adamı Ian Wilmut’a "Tanrı rolü mü oynamak istiyorsunuz? Bu yaptığınız inançlarınıza aykırı değil mi?" diye sorulduğunda cevaben; "Biz bilim adamları laboratuvara girerken beyaz önlüklerimizi giyer, onun yerine askıya bütün dini inançlarımızı asarız." demişti. Çok tipik bir Hıristiyan bilim adamı cevabı. Ama o beyaz önlüklülerin insanlığı getirdiği nokta da ortada.
İnsanlık ancak beyaz önlüğünü giyse bile etik ilkeleri, toplumsal değer yargılarını ve dini inançları üzerinden çıkartmadan icrayı ilim yapacak ilim adamları işe vaziyet ettiği zaman güzel günlere ulaşacaktır.