Birkaç yıl önce e-posta kutuma bir mesaj gelmişti. Ekli dosyada, Can Dündar tarafından yazıldığı belirtilen Musalla Taşı başlıklı bir yazı vardı. Şöyle diyordu Dündar yazısında: “Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı. Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metot vardı içinde. Deniyordu ki; \"Arada bir, çok bunaldığınızda, hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün.” Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an. Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim.
Diyordu ki; “Bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı terk ettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız. Özellikle insanların sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın… O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün. Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın… Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi. Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini. Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin.” Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım. Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine. Birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini. Hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı… Ben o gün kurduğum o hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen yeniden doğdum. Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın. Lütfen arada bir, buradan aldıklarınızı tartın, düşünün ve hayatınızı gözden geçirin. Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah\’ tan başka bilen yok. İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi yapın, ertelemeyin. Bilerek–bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin. Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın. Verdiği-vermediği, aldığı-almadığı her şey için, tekrar tekrar şükredin Yüceler Yücesi Yaradan’a.” Yukarıdaki alıntı aslında biraz sonra yazacaklarımın başka biri tarafından söylenmiş şekli. Can Dündar kendi internet sitesinde bu yazının kendisine ait olmadığını söylüyor. Fakat ben yine de buraya alıntı yapmaktan geri durmadım zira bazen söylenen sözde “asıl”dan ziyade “fasıl”ın önemli olduğunu düşünüyorum. Neyse…
Büyükler, ‘düşünen insanlara’, arada bir hapishaneleri, hastaneleri ve mezarlıkları ziyaret etmesini tavsiye eder. Birincisi özgür olmanın, ikincisi sağlığın, üçüncüsü de hayatın değerini arada bir hatırlatmak için olsa gerek. Bu üç mekândan da alınacak dersler vardır, ‘düşünen insan’ için. Hapishane ve hastaneye ‘düşmemek’ kısmen elde olsa da, mezarlığın ‘son durak’ olması kaçınılmaz. Yani, kayınvalidemin deyişiyle, “O ki doğduk, öleceğiz!” Bu köşe de dâhil pek çok ortamda tartıştığım, ‘gerçek ölüm’ün ne olduğundan bağımsız olarak, yani beynimiz öldüğünde mi, kalbimiz durduğunda mı ölmüş olduğumuz gerçeğinden bağımsız olarak ölüm hepimizin en büyük gerçeği.
Tıp 2. Sınıflara sorduğum değişmez sorulardan bir tanesi “ölümün hayatın neresinde olduğu”dur. Ölümün hayatın sonunda olduğu kesin de; acaba hayatın içinde mi, dışında mı? Hatırlayanlar olabilir, daha önceki yazılarımda muhtelif vesileler ile [Hayat=Yaşam+Yaşamın İçinde Yaşananlar] diye yazmıştım. Bu formülasyona göre soru aslında şunu soruyordu; Ölüm “yaşanan” bir şey midir? Sorunun doğru cevabı olan “ölüm hayatın sonunda ve içindedir”, ölümün insanın hayatında “yaşadığı” en son şey olduğu düşüncesini ifade etmekteydi. Her ne kadar sınıfta konuyu buraya kadar işlesek de, ben bugün bir adım daha ileri gidip kendim de dâhil bütün okuyanlara bir soru sormak istiyorum. “Bir sağlık çalışanı olarak, her gün pek çok hasta, ölmek üzere olan veya ölen insan görmemize rağmen kendi ölümümüzü ne sıklıkla düşünüyoruz?” (1)
Her ne kadar isteyen o şekilde de anlayabilirse de, ben bunu herhangi bir “metafizik mülahaza” ile değil tamamen pragmatik kaygılarla soruyorum. Dündar’ın da yazısında sorduğu ve cevabını kısmen verdiği soru; “Kaçınılmaz sonumuz” geldiğinde bu haberi duyan, musalla taşımızın karşısında duran, tabutumuza omuz veren ve kabrimizi ziyaret eden, ailemiz, sevdiklerimiz, mesai arkadaşlarımız ve hastalarımız bizim hakkımızda ne düşünecek veya ne söyleyecek? Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Akalın, Harran Üniversitesinin 2007-2008 Öğretim Yılı Açılış Konferansı’nda Türkçenin dil varlığından bahsederken Türkçede bir adamın öldüğünü ifade etmek için kullanılan farklı kelimeleri saymıştı. Benim hatırlayabildiklerimden bazıları şunlardı: ‘Öldü’, ‘vefat etti’, ‘Hakkın rahmetine kavuştu’, ‘merhum oldu’, ‘ahrete intikal etti’, ‘geberdi’, ‘cartayı çekti’, ‘zıbardı’, ‘nalları dikti’, ‘imamın kayığına bindi’…
Her halde halkımız, bu saydığım ve sayamadığım farklı kelimeleri, hayatını farklı etik standartlar içinde geçirmiş insanlar için üretmiş olsa gerek. Bakalım bizleri bunlardan hangisi ile anacaklar. Yaşarken de öldükten sonra da en güzel isimlerle anılmak dileğiyle…
Son Not: Hayatı, hastalık süreci ve dünkü vefatı ile bana bu yazıyı yazma ilhamını veren merhum kayınpederime Allah’tan rahmet diliyorum…