Tıp mensupları her gün her dakika insanları iyileştirme çabası içindedirler ve ellerinde olsa hiçbir zaman onların ölmesini istemezler. Yazının başlığı olan ölüm ve tıp kelimeleri ise birbirine zıt kavramlardır. Düşününce şöyle bir şey aklımıza geliyor. Ölümsüzlük diye bir şey olabilir mi? Doğaldır ki olamaz. O halde ölüm kelimesi geçtiğinde herkeste belki de bir ürperme, korkma ve hatta bilinmeyene karşı bir merak oluşur. İnsanlar yaşamın sonu olan ölümü düşünmek bile istemezler. Gerçekten de yaşamsal işlevlerin son bulması olan ölüme insanlar her zaman kaygıyla bakmışlardır. Ölümden sonraki yaşam fikri bu kaygıyı elbette arttırıyordu. Ölümden sonraki yaşam gerçekten var mıydı ve eğer varsa nasıldı? Ölümden sonraki yaşam fikrine günah fikri, cezalandırma fikri de tıp tarihi boyunca eklenmiştir. Öbür dünya buna göre adaletin gerçekleştiği bir ölümsüzlük katı olacaktı. Buna göre tüm eski uygarlıklarda ahiret fikriyle birlikte ölümsüzlük kavramı da insanların zihinlerinde yer etmiştir.
Ölümsüzlük fikri insanın ya da ruhun ölümden sonra da varlığını sürdüreceği inancına dayanır. Bu inanç dinlerin tarihi kadar eskidir. Ölümden korkmamak gerektiği düşüncesi önce eski Yunan’da ortaya çıkmıştır. Eski Yunan düşünürü Platon (M.Ö. 427-347), ruhun ölümsüzlüğünü felsefenin temeline koymuştu.
Atomculuk bir öbür dünya fikrini olanaksızlaştırıyordu. Var olma bileşimle açıklandığına göre, ölüm de dağılmadan başka bir şey değildi. Eski Yunan bilgini Epicurus’a (M.Ö. 341-270) göre ise yaşam bir bileşim, ölüm bir ayrışımdır. Epicurus ölümden sonraki yaşamı olanaksız görerek insanı ölüm korkusundan kurtarmağa çalışmıştır. Epicurus şöyle der: "Her türlü kötülüğün en korkuncu olarak görünen ölüm bir kuruntudan ibaret başka bir şey değildir, çünkü yaşam sürdükçe o yoktur, o gelince de ruh artık yoktur. Bu yüzden ölüm ne yaşayanları, ne de ölüleri etkiler. Yaşayanlar onun vuruşlarını duymazlar, artık var olmayan ölülere de onun zararı dokunmaz." Stoa Düşünürleri ise yaşam kadar ölümü de önemsemişlerdir. Yaşam karşısında tam anlamıyla soğukkanlı olan Stoa Düşünürü ölüm karşısında soğukkanlıdır. Bu düşünceye göre yaşam kadar ölüm de doğaldır. Ağaçlar gibi insanlar da ölecektir. İnsana düşen, güzel bir ölümle, insana yaraşır bir ölümle ölmektir. Epictetus (M.S. 55-135) da şunları söylemiştir: "Biliyorum, doğan her şey ölmek zorunda, bu bir doğa yasası. Öyleyse ben de ölmeliyim. Ben ölümsüzlük değilim. Ben bir insanım, bütünün bir parçasıyım."
Aynı görüşü Romalı düşünür Lucius Annaeus Seneca da (M.Ö. 4-M.S. 65) savunmuştur ve ona göre: Ölümden sonra hiçbir şey yoktur ve ölüm hiçbir şey değildir. Önemli olan ölümü düşünmemek ya da önemsememektir. Yine Romalı Düşünür ve İmparator Marcus Aurelius (121-!80) ise şöyle der: "Ölüm doğanın bir isteminden başka bir şey değildir, doğanın isteminden korkan da çocuktur."
Fransız Düşünür Michel de Montaigne (1533-1592) Stoa’cıların intihar düşüncesine karşı çıkar. Felsefeyi ölümden korkmamayı öğreten bir bilgi alanı olarak gören düşünüre göre yaşamın baş düşmanı ölüm değil, acılardır. Ayrıca, insanın kendini ölüme hazırlaması gerekir. Montaigne bu konuda: "Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir. Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyle ise 100 sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, 100 sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik. Demektedir… Bütün bu sözler ölümden korkmamayı sağlamaktadır. Montaigne’e göre ancak ölümden korkmamayı becerebilen kişi ilerleyebilir. Montaigne: "En istemli ölüm en iyi ölümdür." "Ölümü önemseyerek yaşamı güçleştiriyoruz, yaşamı önemseyerek ölümü." "Ölüm yaşamın amacı değil sonudur." Yine Düşünür Benedict de Spinoza’ya (1632-1677) göre: "Özgür insan ölümden başka bir şeyi düşünür, bilgelik ölümü değil, yaşamı düşünmektir."
Tek tanrılı dinler olan Hıristiyanlık ve İslamiyet de ruhun ölümsüzlüğünü benimsemiştir.
Görüldüğü gibi düşünürler ölümü çeşitli kavramlarla yorumlamışlardır. Ama bu tarafta da tıp insanları ölüme götürecek her durumdan kurtarmak için çaba sarf etmektedir. Sanki ölümün tıpta yeri yoktur. Çünkü bir insanın hayatını kaybetmesi, tıpta adeta bir başarısızlık olarak görülür. Tıp ve ölüm kelimeleri ne kadar birbirlerinin zıddıdır ve adeta tıbbın başarıyla uygulandığı yerde ölüm yoktur. Ne dersiniz? Sonsuza dek yaşanabilir mi? Bu sorunun cevabı ise bugün bilim-kurgu romanlarının veya filmlerinin konusu olarak görülmektedir.