Yüce Rabbimiz, kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, “Her can, ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût Suresi, 57)[1] şeklinde buyurmuş ve hayatın nihayetinde herkesin karşılaşacağı acı gerçeği bizlere hatırlatmıştır. Peygamberler Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) başta olmak üzere, ondan önceki peygamberler, sahabeler, tâbiînler, müşrikler, gayrimüslimler, hükümdarlar, padişahlar, başkanlar, vekiller, evliyalar, şeyhler, âlimler, bilim insanları, şairler, filozoflar, sanatkârlar, tüccarlar, garip gurebalar, köleler; kısacası tüm insanlar ve tüm canlılar, bir gün ölümün soğuk ve kaçınılmaz gerçeğiyle yüzleşmiş, bu fani dünyadan ayrılıp ebedi ayrılığa gitmişlerdir. Kimisi tahtında, kimisi bir köşede, kimisi huzur içinde, kimisi ise çaresiz ve yorgun bir şekilde, her birinin yolu nihayetinde o büyük gerçeğe çıkmıştır. Eninde sonunda hepimiz, Rabbimiz’in huzuruna çıkacağız (Nokta.)
Peki, biz öldükten sonra ne mi olacak? Hiçbir şey olmayacak; o kadar da kıymet biçmeyelim kendimize..! Ruhumuzu teslim ettikten sonra, hızla yıkanır, bir an önce gömülmemiz için hazırlıklar yapılır. O mal mülk var ya, o çok değer verdiğimiz eşyalar, ailemiz, sevdiklerimiz, dostlarımız… Hepsi geride kalır. Biz toprak altına inerken, kimse “Ah, ne olacak şimdi?” diye yıkılmayacak maalesef!
Cenaze namazımıza gelince; ailemiz, akrabalarımız ve en yakın dostlarımız dışında pek kimse bu ibadeti yerine getirmek istemez. Dışarıda bekleyenler de aslında bizim için değil, bir an önce eve dönüp rahatlarına kavuşmayı düşünürler. Ne yazık ki, çoğu kişi bu törene yalnızca dünya ayıbı ve toplumsal zorunluluklar nedeniyle katılır! Hele toprak atıldıktan sonra herkesin aklında tek bir şey kalır: “Ne zaman biter bu iş?” Yaz ayındaysa eve döner dönmez klimanın karşısına geçerler, kış ayındaysa sobanın/peteğin başına geçip sıcak çaylarını yudumlarlar.
Yokluğumuz mu? İki gün konuşulur, sonra unutulur. Eskiden bir taziye kültürü vardı, şimdi o da kalmadı. İnsanlar taziyeye gelmek için değil, biraz muhabbet etmek için uğrarlar. Hatta bazıları ölümden ve ahiretten hiç bahsetmez. Âlimler bile vaaz vermekten çekinir oldular, çünkü bu konular biz âdemoğlunun nefsine ağır geliyor. Herkes dünya tatlısına kapılmış, kimse ölümden ders almak istemiyor.
Toprağa girdikten sonra bedenimiz çözülmeye başlar. O kadar değer verdiğimiz o vücudumuz, 36-48 saat içinde çürümeye başlar. Birkaç gün içinde de toprakla karışır, gideriz. Bir zaman sonra geriye kemiklerimiz kalır, onlar da zamanla yok olur.
Peki ya geride kalanlar? Uzak çevremiz bizi çoktan unutur. Ailemiz bile zamanla yokluğumuza alışır, hayatlarına kaldıkları yerden devam ederler. İyi bir iz bırakmışsak, belki birkaç kişi “İyi bir insandı, Allah rahmet eylesin.” der. Ama kötü bir iz bıraktıysak, arkamızdan laf söylemekten de çekinmezler. Tabii ki, “Ölünün arkasından konuşulmaz.” diye başlarlar ama hemen ardından bir sürü şey sıralarlar…
Hele ki malımız ve mülkümüz varsa, daha kefenimiz kurumadan, miras paylaşımı yüzünden çocuklarımız, kardeşlerimiz veya yakın akrabalarımız birbirlerine düşman kesilebilirler. O kadar özenerek ütülediğimiz, giymeye kıymadığımız elbiselerimiz, giymeyi bir kenara bırakın, artık kimse evinde bile barındırmak istemez! Ölüye ait elbiseyi kim giyer ki… Şifreli kasalarda sakladığımız ziynet eşyalarımız için bile kavga edenler bile çıkabilir; takmak için değil, kuyumcuda bozdurmak için!
Sonuçta, bu üç günlük dünya için neyi bu kadar önemsemeliyiz? Gerçekten de bu kadar mı kıymetlidir nefsimizin arzularını tatmin etmek, her şeyin peşinden sürüklenmek..? Dünya, geçici bir misafirhane, yalnızca kısa bir durak… Kendimizi bu kadar büyük görmemeliyiz(!) Bir gün gelir, toprak oluruz; ardımızda yalnızca bir avuç toprak ve bir yığın hatıra bırakırız. O hatıralar da, zamanla silinir, unutulur ve biz, her şey gibi kayboluruz. Ne kadar büyük olursa olsun, insanın hayatı nihayetinde sadece birkaç nefes kadar kısa. Hepi topu bu kadar..!
DİPNOT!
Nebevî çizgiden sapmadan, her adımını yalnızca Allah’ın rızasını gözeterek atan, güzel ahlakıyla topluma örnek olan, kul hakkı yemeyen, hayır işleriyle hayatını şekillendiren, kalbî, bedeni ve mali ibadetlerini aksatmayan, öğrenci yetiştiren, insanlık adına önemli buluşlara imza atan, riya, kibir, yalan ve gıybetten uzak duran Allah’ın velî kulları, sâdât-ı kiramlar, âlimler, şehitler ve gaziler, bu yazımdan müstesnadır. Zira onlar, ne unutulur ne de bedenleri çürür; yaptıkları hayırlarla kalplerde yaşamaya devam eder ve Allah katında ebedî ödüllere kavuşurlar.
Allah, bizleri doğru yoldan ayırmasın, imamımızı da daima ayakta tutarak hidayetini eksik etmesin. (Âmin)
[1] Kur’an ve Meali Sitesi. (2024). “Ankebût Suresi (29) 57. Ayet”, Diyanet İşleri (Yeni) Meali, Erişim Adresi: https://www.kuranvemeali.com/ankebut-suresi/57-ayeti-meali, (E.T: 16.12.2024).