Death is more universal than life; everyone dies but not everyone lives.
[Ölüm yaşamdan daha evrenseldir; herkes ölür ama herkes yaşamaz.]
A. Sachs
Ölüm, yalnızca hayatın en kaçınılmaz gerçeklerinden biri değil, aynı zamanda sağlık çalışanlarının en sık yüzleşmek zorunda kaldığı durumlardandır. Dünya görüşü ne olursa olsun; yani ister öldükten sonra bir yaşam olduğuna inansın, isterse ölümün bir son olduğuna ve hayatın sadece bu dünyadan ibaret olduğuna inansın, ölüm ‘düşünen’ her insanın arada bir zihnine misafir olur.
Sağlık çalışanları, belki ölüyle ve ölümle en sıkça karşılaşan meslek gruplarından birisi olarak, ölüme karşı bir ‘duyarsızlık’ geliştirme riski ile karşı karşıya bulunmaktadır. Oysa ölümü sıkça ‘düşünmemek’ –yine kişinin dünya görüşünden bağımsız olarak- bir insan, hele bir sağlık çalışanı için en tehlikeli şeylerden birisidir. Zira, “Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” düsturunu aklında tutan bir profesyonelin, hastalarına, meslektaşlarına ve –eğer varsa- öğrencilerine karşı ‘iyi’ olmaması düşünülemez.
Geçen hafta Harran Üniversitesi tarafından, Mevlana’nın 800. doğum yıldönümünü anma programları çerçevesinde uluslararası bir sempozyum düzenlendi. Ben de, bu toplantıda aldığım notlar çerçevesinde Mevlana’nın ölüm hakkındaki düşüncelerini sizlerle paylaşarak, hem bu büyük insanı bir kez daha anmak, hem de, kendimde dahil hepimizin, ‘ölüm’ üzerine bir kez daha düşünmesine vesile olmak istedim. Mevlana’nın ölüm konusundaki ilk tespiti, ‘sıradan insan’ın ölümü yanlış anladığı yönündedir. Ona göre ölüm korkutucu bir şey değildir. Ölümden korkmak aslında kişinin kendisinden korkması demektir. Zira, herkesin ölümü ‘kendisi’ gibidir ve ölüm, kişinin dünyadaki yaşantısı ile orantılı olacaktır. Bir benzetme yapmak gerekirse, der Mevlana, ölüm bir ayna gibidir ve ona bakıldığında o, kişinin herkes tarafından görülebilen yüzünü değil, kişinin gerçek karakterini yansıtır. Eğer güzelsek –veya Mevlana’nın sözleri ile; “…eğer bir ‘Türk kızı gibi’ isek…”-, bu güzellik aynada oluşacak ve ayna bunu yansıtacak, fakat eğer ‘kara’ isek ayna da kara olacaktır.
Mevlana’ya göre ‘yokluk’ anlamına gelen bir ölüm yoktur. Ona göre ölüm ve hayat aynıdır. Aslında hepimiz bir ‘varlık denizi’ içinde yüzmekteyiz ve ölüm sadece, bir varlık aleminden diğer bir varlık alemine intikal sürecidir.
O, ölümü bir mihenk taşı olarak görür ve ölüm olmayan bir dünya, gerçek altınla sahte altının ayırt edilmesinin mümkün olmadığı bir çarşı gibidir. Mevlana ölümü cevizin kabuğunun kırılmasına benzetir ve “Eğer içini tam olarak doldurmuşsa, bir ceviz kırılmaktan neden korksun ki?” der.
Mevlana’ya göre ölüm bu dünya hayatına değer katan bir şeydir. Ölümü unutanlara hayret ederek şöyle der; “Ölüm sürekli olarak ve her an ‘sana geliyorum’ diye bağırır. Davuluna derisi yırtılırcasına kuvvetle vurur, fakat sağır insan bu ikazları ve uyarı seslerini ya hiç işitmez veya işitmiyormuş gibi yapar.”
Mevlana bir başka hikayesinde ölümü sıcak bir Türk hamamına benzetir. Hamamın farklı bölümleri vardır ve orada banyo yapmak bugünkü banyolara göre daha karmaşıktır. Bir Türk hamamında yıkanmak bazen saatler alır. Hamamın sıcak zemini ve duvarları, kaynar sudan yükselen buhar nedeniyle kişinin fazlaca terlemesine yol açtığı gibi onda bir hüzün ve iç sıkıntısı hasıl eder. O, bir benzetmeyle, böyle bir kişinin hamamdan dışarı adımını atmadıkça mutlu ve huzurlu olamayacağını, ve ferahlamış bir kalbe sahip olmadıkça da var olan servetinden zevk alamayacağını söyler. “Güzel bir çimenlikte yürüdüğümüzü düşünelim, eğer ayakkabımız ayağımızı sıkıyorsa bu gezintiden ne zevk alabiliriz ki? Dışarıdan bakınca belli olmasa da pek çok zengin ve cömert insan için durum bundan ibarettir.”
Mevlana’ya göre kişi ölürken ve ölümü tecrübe ederken bundan dolayı üzüntü duymayacaktır. Çünkü ölüm onun için şaşırtıcı veya bilinmeyen bir durum olmayacaktır. Aksine onu bir ‘gerçek’ gibi görüp bu gerçeği ‘seyredecektir’. Onun içinde pişmanlık hasıl edecek olan, bu dünya hayatında neden iyi şeyler yapıp, yeni bir hayata doğru yaptığı bu yolculuğa daha donanımlı çıkmadığı olacaktır.
Mevlana’nın ölüm hakkındaki en derin düşüncesi ‘mecburi ölüm’ gelmeden önce ‘ihtiyari ölüm’ü seçmeye yaptığı vurgudur. O, ‘ihtiyari ölüm’ ile ‘mecburi ölüm’ü birbirinden ayırt eder. Şüphesiz Mevlana bu ayırımı yapan ne ilk ne de son kişidir. Onu ayrıcalıklı yapan muhteşem şiirlerinde bu mesajı verirken çizmiş olduğu harika tablolardır. ‘Mecburi ölüm’ bir gün hepimizin yüzleşeceği bir şeydir. ‘İhtiyari ölüm’ ise bencillik ve şehevi arzulardan arınmaktır ki bu ölüm pek az kişi için mümkündür. Dahası, “İhtiyari ölüm, mecburi ölüm’den çok daha zordur ve ancak böyle bir ölüm ile cennet nuruna ulaşılır.” ‘İhtiyari ölüm’ karanlık ve dünyevi hayatın, saf ve temiz bir hayata dönmesi halidir. Veya Mevlana’nın ifadesiyle; “İhtiyari ölüm, yaratılışın nihai hedefi olan Zengi (karalık)’den, Rumi (aklık, saflık)’ye veya topraktan altına dönüşmektir.”
Herkese, iyi bir yaşam ve güzel bir ölüm temennilerimle…