Türkiye’de göreli olarak uzunca bir zamandır bir dizi sorun bazı platformlarda konuşuluyor. Demokrasi, Cumhuriyet de bu konular arasında. Burada “konuşuluyor” yüklemini bilinçli olarak tercih ettik. Çünkü gerçekten sadece konuşuluyor. Elbette konuşma önemli bir meziyet. İnsana has bir nitelik, lakin çok çeşitli konuşma biçimleri var. Akıllı uslu konuşan var, boş konuşan var, doğru konuşan var, yanlış konuşan var… Elbet insan olan konuşur. İnsanlar konuşa konuşa anlaşır. Bunda yadırganacak bir durum yok. Tuhaf olan, Türk insanının içine düştüğü garabet, tamamen insanî bir durum olan “akıllı uslu konuşabilme” becerisini, maalesef, gittikçe kaybetmesi. Konuşamaz hâle gelmesi, getirilmesi. Gerçekten konuşamıyoruz. Konuşunca da birbirimiz anlamıyoruz, anlayamıyoruz. Ne oluyor bize? İnsanca konuşmamız gerekirken, sadece bağırıyoruz, çığırıyoruz, gürültü çıkartıyoruz… Bu gidişat, en hayati meselelerde konuşmayı bilenleri susmaya sevk ediyor. Oysa devletlerin yaşamasında hayati önemi olan meselelerde susmak değil konuşmak tercih edilmelidir. Devlet için, millet için, eğri otursak bile doğru konuşmamız ahlaken zorunluluk arz eder. Konuşmamak değil, konuşmak, konuşabilmek bizi ahlaklı kılar.
Okuyup yazmak da bir nevi konuşmadır. Dar anlamda aile, arkadaş ve iş çevremiz dışında sesli konuşma ortamlarında genelde meramımızı anlatma fırsatı bulamadığımız için, sesimize kulak veren birkaç müstesna platform aracılığıyla sessiz konuşmalarımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Öven oluyor. Döven oluyor. Övene mahcup dövene dilsiziz. Derdiğimiz, anlamak, anlatabilmek. Başkaca bir beklentimiz yok. Umutsuz değiliz. Hakkın ve hakikatin daim muzaffer olacağından zerre kuşkumuz yok.
Konuşmaların içi boşaltıldığında ya da boşaldığında açığa çıkacak sonuç kargaşadır. Bulanıklıktır. İnsan evladı, insanlaşma evresinde çiğ süt emdiğinden, bir yanında çiğlik hep var olagelmiştir. Bu nedenle atalar, “insan beşerdir şaşar” demişlerdir. Çiğlik, beşer yakamızdır. Çiğliği aşmak, pişmek ise insanlığımız.
İnsanlığın beşerî ihtiraslara kurban edilmemesi için en temel konuşma vasıtamız olan dilimiz, özenle muhafaza edilmelidir. Dil kelimedir, kavramdır. Anlamanın, anlaşmanın, uzlaşmanın, uylaşmanın esasıdır.
Gevezeliğin de yeri vardır hayatın içinde. Bazen boş boş konuşmak da isteyebiliriz. Dahası öyle yaptığımız da olur. Amma velakin hayatımızı sürekli boş konuşarak sürdüremeyiz. Hele birçok insanı ilgilendiren hususlarda ciddi olmak durumundayız.
Eskilerin güzel bir anlayışı vardır. Allah ömrüne bereket, kendine huzur versin, 80 yaşını deviren anamdan sıkça duyduğum bir tavsiye var. Derdi ki Anam: “Oğul, boğaz dokuz boğumdur. Öyleyse bir söz ağızdan çıkmadan önce en az dokuz kez yutkunulmalı. Söylenilecek olan da ondan sonra söylemeli. Zira söz, ağızdan çıkmadıkça sen ona hükmedersin. Çıktıktan sonra ise o sana.” Ana nasihatine genelde uyamadığım vaki olsa da, doğruluğu ve geçerliliği açık olan, Anadolu’da da yaygın olarak nakledilen bir tecrübe, içtimaî bir şuur anamın dile döktüğü.
Konuşmak, düşüncelerin ve fikirlerin sözcükler ve kavramlar aracılığıyla dile gelmesi. Dile gelen, dile düşer. Dile düşmek, kontrolün bizden çıktığını gösterir. Bu nedenle dile düşmeden önce, eğri otursak da doğru konuşmamız elzemdir. Kısa soluklu çıkar hesaplarına kapılarak, doğru görünüp eğri konuşmak, ilk etapta fayda temin etse de nihayette zarar verir. ‘O hal’de esasen ahlâkî bir meziyet olan doğru konuşma özelliğinden taviz vermemeye gayret edilmelidir.
Ahlak, milletin ve devletin ayakta kalabilmesinin olmazsa olmazıdır. Asıl olan ahlaktır. Ancak yukarıda ifade ettiğimiz gibi, insanda çiğlik kuvve olarak hep vardır. Beşer yakamız, zaten şaşacağımızı haber veriyor. Şaşmak, yanılgıya düşmek, hata yapmak doğaldır. Önemli olan yanlışı görmek, yanlışta ısrarcı olmamaktır.
Yanlış yapabileceğimizin veya yapılabileceğinin farkında olmak ilim meselesidir. Yanlışı gördüğümüzde yahut yanlışta olduğumuzu fark ettiğimizde düzeltmeye ve düzelmeye çalışmak ise ahlak ve hukuk meselesi. İlim, ahlak ve hukuk birbirinden kopuk değildir. Lakin aynı şeyler de değildir.
Ahlak insan olmanın olmazsa olmazıdır. ‘Ahlaksız insan’ ifadesi, insanlıktan uzaklaşmayı kınar. Çünkü ahlak olmadan insanlığımız suretadır. Şekilden ibarettir. Zahirdedir. Şemal (ahlak) olmadan şekil, toplumsal ilişkilerimizi düzenlemede yeter sebeptir. Şekil, şemalden kopuk değildir. Bir bütündür. Lakin sadece şekle bakarak hüküm vermek de doğru değildir. Açıktır ki, tanışıp bilişmediğim, yakinen ilişki kurmadığım, araştırıp incelemediğim kimselerin iç dünyalarına vâkıf olmam mümkün değil. Öyleyse gördüğüme itibar ve itimat ederim.
Ömründe hiç yanıltılmamış, yanılmamış insan yoktur. Olmaması gerekir. Zira ahlâkî bir varlık olarak insan, insan görüneni insan kabul eder. İnsana güvenilir. Ancak insan, bazen yanılarak yanlış da yapabilir. Bunu anlarım. Ahlak sınırları dâhilinde hareket etmeye çalışarak hatayı tamir etmenin yollarını ararım.
Ahlak, kavraması zor bir husus değildir. Öyle ki, çetrefil felsefi temellendirmelere dalmadan idrak edilip yaşanan bir gerçektir. Ya hukuk? Ahlak işlediği müddetçe kendiliğinden var olan bir olgudur. Neden? Çünkü hukukun özüdür ahlak.
Ahlakın hayata dönüşmesi hukuku tesis eder. Ahlak içtir, hukuk ise dış. Ahlak içten, hukuk dıştan kuşatır insanı. Bu nedenle ahlaklı olduğum ve davrandığım sürece genelde hukukun düzeltmesine ihtiyaç duymam. Lakin ahlakı ihlal ettiğimde devreye hukuk zorunlu olarak girmelidir, girer.
Ahlakta da hukukta da demokraside de cumhuriyette de asıl mevzu hakkın yerini bulmasıdır. Ancak ahlak, insanı hukuk ise devleti gerektirir. Elbette asıl olan insandır. İnsan olmadan devlet kurulmaz. Hukuka da ihtiyaç duyulmaz. Hakkın ve hukukun bilinmesi (ilim), garanti altına alınması (hukuk), yaşanması ve yaşatılması (ahlak), öncelikle insanın, ahlaki sınırlar ihlal edildiğinde devletin vazifesidir. Bütün bunlarda ilimsiz olmaz. Bu nedenle bilen insana düşen, hakkı teslim etmektir. Hakkını vermektir. Rahmetli babam, yaptığım bir işi savsakladığımda hemen uyarırdı: “Hakkını ver şu işin” diye. İnsana düşen her ne yaparsa yapsın, nasıl davranırsa davransın yapıp ettiğinin hakkını vermektir. Devletin görevi ise teslim edilmesi gerekirken gasp edilen hakkı gasp ediciden alarak asıl hak sahibine iade edici sistemi işler kılmaktır. Eskiler buna adalet derlerdi.
Anayasa, devleti temsil eder. Hak ile hukuk, devlet nezdinde anayasa ile garanti altına alınır. Burada belirleyici ilke ise adalettir. Gerisi teferruattır. Yönetim biçimleridir. Bu nedenle Namık Kemal’in de dile getirdiği gibi, “adaletin kemâlât-ı insaniye ve terakkiyât-ı medeniyece hâsıl edegeldiği tesirât-ı külliyeyi isbat için delil getirmeğe hâcet görülmez.”[1] Vatan ve hürriyet şairimiz Namık Kemalin anlatmaya çalıştığı, adaletin insana ahlâkî, idarecilere ise siyasî bir yol göstermede en etkili ilke olduğunu kavramada delile bile ihtiyaç duyulmadığıdır. Adalet, yaşatıcı ilkedir. Teminatı hukuktur. Meyvesi ise devlet.
Tabii ki, ahlak öncelikle insanda görünür olacaktır. İfade etmeye çalıştığımız üzere görünür olan ahlak adalet olarak hukukta korunmak zorundadır. Adalet sadece kanun veya yasa ile tesis edilemez. Bu durumda ahlakın ihlal edildiği veya garanti altına alınmadığı bir anayasaya destek verilemez. Verilmemelidir. Çünkü ahlak ahlaksızlığa dayanak olamaz.
Ahlak, geçen ay (3 Mart 2017) Hakk’ın rahmetine kavuşan büyük Türk-İslam filozofu Nihat Keklik’in de temellendirdiği gibi Türk felsefesinin müeyyidesidir. Türkler, felsefelerini mantık ve ahlak esasında ikame etmişlerdir.[2] Cihana huzur sunmuş isek, bu ahlak ile mantığı bütünleyebilmiş olma becerimizden neşet etmiştir. Türklüğümüz dürüstlüğümüzdür. Dürüstlüğümüz, yerkürede basiretimiz ve gayretimiz ile birleşip adalet olarak görünmüştür. Bu durum ne Bilge Kağan’da ne Alparslan’da ne Fatih’te ne de 2. Abdülhamit’te (Tanzimat döneminde) değişmiştir. Tespitimiz duygu yoğunluğu tesiriyle dillendirilmiş hamasî bir sözden ibaret değildir. Olan budur. Tarih bunun şahididir. Olanı, açık seçik olan tarihi, vesikalara dayanarak doğrulamak zor değildir.
Şimdilik, dillendirdiğimiz fikrin doğruluğunu, geçerliliğini ve tutarlılığını Osmanlı Türk Devleti’nin (ilk yazılı) anayasası hükmünde olan Kanun-ı Esasi’nin hazırlanmasında da görev almış olan ülkü adamı Namık Kemal’e dayanarak söze hitam çekelim. Namık Kemal de devlet için ahlakın esas olduğunu kanaatindedir. Öyle ki, ahlak, devleti işletecek olan kanuna bir önkoşuldur. Bu nedenle bir kanun “1. Nizâmât -ı Esâsiyye, 2. Usul -i Mezheb, 3. Ahlak, 4. Hürriyet -i Mezhebiyye, 5. Hürriyyet -i Şahsiyye, 6. Huzur -ı Mahâkimde Müsâvât -ı Umumiye, 7. Emlâkin Taarruzdan Masuniyeti, 8. Hükkâmın Mazuliyyetden Beri Kalması, 9. Muhafaza-i Memleket ”[3] kaidelerinden birine zarar veriyorsa reddedilmesi gerekir.
Bize düşen yeni bir anayasa değişikliğiyle karşı karşıya bırakıldığımız şu zor günlerde onayımıza sunulacak olan metnin Namık Kemal’in sıraladığı ölçütleri taşıyıp taşımadığını sorgulamaktır. Benim kanaatim taşımadığı yönünde. Eğer yanılgı içindeysem doğrusunu gören birinin beni uyarması ve kendimi düzeltmemi istemesi ahlâkî bir vazifedir. Talebimdir. Lütfen ahlaka mugayir hareket etmeyin. Etmeyelim.
[1] Bkz. Bedri Gencer, Son Osmanlı Düşüncesinde Adalet, Muhafazakâr Düşünce dergisi, Yıl: 4-Sayı: 15, 2008, s.124.
[2] Nihat Keklik. Türk İslam Felsefesi Açısından Felsefenin İlkeleri, İstanbul Üni. Ed. Fak. Basımevi, İstanbul 1987, s. 53.
[3] Kenan Çağan, Namık Kemal’de Devletin Niteliği ve Temel Dayanakları, Akademik İncelemeler Dergisi (Journal of Academic Inquiries) Cilt/ Volume:7, Sayı:1, s.274.
2 yorum
2. Abdülhamit’en sonra devletimiz ahlâkı temsil etmiyor anlamını vurgulamanız fevkalâde rahatsız edici ve gerçek değil. Türk devletlerini ve yöneticilerini bu kavramın olumsuzu ile değerlendirmeye yetkiniz de yok. Devletleri ve yönetenlerinin üslup ve tercihlerine katılmamak düşünce özgürlüğüdür. Suçlayarak hakaret etmek ahlâki değildir.
Yapılan yorumun metinle bir bağını kuramadım. Sanırım yanlış bir anlaşılma var.