Felsefe yapmak kelimelere şifa vermektir. (M. Heidegger)
Tıpkı kültürel evrim gibi us’un da, insanlığın yürüyüşü sırasında, süregelen bir tarihi ve evrimi vardır. Kültürün tarihi bir bakıma logos’un da tarihidir. Düşünme ve aynı zamanda konuşma anlamına gelen logos, düşünen ve konuşan canlı olarak insan üzerinden açımlanır.
Sözlü kültür şiir ile başlar. Antik Yunan’ın ilk şairleri Homeros, Hesiodos ve Orpheus’tur. Tanrıları ve onların dünyasını anlattıkları içindir ki Aristoteles ‘teolog’ demiştir onlara. İlk anlatılarda metafor ve alegorilerle dolu enigmatik bir dil kullanılmıştır. Söz bilmece gibidir, muhatabın zihni üzerinden yeniden biçimlenebilir her defasında. Ne ki yorumlayan zihin değiştikçe anlam da değişime uğrar kaçınılmaz olarak, bu nedenledir ki nesilden nesile aktarılırken söz’ün ilk hakikatinin uzağına düşmesi işten değildir. Enigmatik dil gereksiniminin temelinde, sıradan halkı felsefenin uzağında tutma arzusu yatar; siyasilerin baskısından korunma isteği de bir diğer olası nedendir. Parmenides, Empedokles ve Pythagoras’ın eserlerinde de benzer bir ifade biçimi hissettirir kendini. İslam dünyasında ise bu gizem Şii-İsmaili gelenek tarafından benimsenmiş ve sürdürülmüştür.
İnsanın zihinsel evrim sürecinde, poetik, retorik ve sofistik dil ve düşünme biçimleri birbirini izler. Retorik’te ikna yeteneği önem kazanırken sofistik dil tartışma sanatını kullanır; gramer ve dilbilgisinin de edinimiyle. Diyalektik ise ilk olarak Platon’un diyaloglarında belirlenim kazanır. Nitekim Hegel de diyalektiğin Platon ile başladığını söyler. Diyalektik bir tür alt kavramlara ayırma ve bölme işlemidir. Aklın değişmez ilkeleri diyalektikte ortaya çıkmıştır. Platon diyaloglarında hocası Sokrates’i konuşturur, sohbet bir tür sınama mantığıyla ilerler. Ancak diyaloğun sonunda okuyucuya doğrunun ne olduğu söylenmez, kesin yargıya ulaşılamaz bu sebeple. Diyalektiğin en önemli sorunu öze ulaşamayışıdır, amaç muhatabın tezini çürütmektir sadece. Diyalektiğin karşısına analitiği koyan Aristoteles ile birlikte nesir ve düz yazı ortaya çıkmış ve insanlık tarihinde yazılı kültür dönemi başlamıştır. Aristoteles, dil, düşünce ve varlığın belirlenimleri üzerinden kategorileri tanımladı: bir töz (cevher~substance) ve dokuz ilinekten (araz~accident) oluşan. Analitik ile birlikte metafiziğin ilkelerini oluşturduğu ve bu ilkeler üzerine düşünmeye başladığı içindir ki kuramsal us’un Aristoteles ile ortaya çıktığı kabul edilir.
Aristoteles’te töz (ousia ~ Varlık) üçlülük üzerinden belirlenim kazanır: doğal töz, matematiksel töz ve tanrısal töz. Doğal töz fiziğin alanıdır; duyumun, maddenin ve deneyin bilgisine işaret eder. Aristoteles’e göre fiziksel töz, yani cisim (corpus~soma), özdek (madde) ve biçimin (suret) birleşiminden oluşur. Matematiksel töz imgelemin alanına girer, özdek ve biçim birbirinden ayrılır. Tanrısal töz ise saf biçimden oluşur.
Aristoteles ile düşünce dünyasına giren üçlülük kavramı, Hristiyanlıkta farklı bir surete bürünmüş, Yeni Platonculuk akımı ile tasavvuf geleneğinin temellerini inşa etmiştir.
Yeniçağ ile birlikte, Kant, kendi kurduğu düşünce sisteminde üçlülüğü yeniden yapılandıracaktır. Önünde, ondan önce öne sürülen ve sorgulanmayı bekleyen iki ana düşünce sistemi vardır: Descartes ve kurucusu olduğu Kartezyen Felsefe ile David Hume ve John Locke gibi düşünürlerin benimsediği Ada Felsefesi ya da Empirik Felsefe. Kant, birbirine karşıt bu iki düşünce akımını, matematik temelli Kartezyen Felsefe’yi ve duyum temelli Ada Felsefesi’ni uzlaştırmaya çalışmıştır.
Kant’ın düşünce sistemi duyum (Sinnlichkeit), imgelem (Einbildungskraft), anlak (Verstand) ve us (Vernunft) üzerinden ilerler. Bilginin en alt basamağında dış dünyadan duyum yoluyla algılanan ‘görünüş’ler (fenomen~Erscheinung) yer alır. Kant’a göre dış dünyada var olan her şey salt görünüşten ibarettir. İnsan duyum aracılığıyla fenomenlerle ilişki kurar. İmgelem düzeyindeki bilgiyi görü veya sezgi (Anschauung) olarak adlandırır, bu bilgi düzeyi uzam ve zaman üzerinden belirlenim kazanır.
Kant’ın Verstand ile kastettiği teorik akıldır. Varlığın kategorilerini Verstand’a yerleştirir; her biri üç alt gruptan oluşan dört ana grup tanımlar: nicelik, nitelik, bağıntı (ilişki) ve kiplik. Verstand fiziksel doğa ve madde ile süreğen bir ilişki içerisindedir, nitekim bilimin ortaya çıkışı da ancak bu yolla mümkün olabilecektir. Bilimsel bilginin oluşabilmesi için duyum, deneyim, görü ve anlak arasında varsayılan bu ilişki zaruridir. Anlak olmadığında görünün kör olduğunu söyler Kant, görü olmadığında ise anlak boştur. Dış dünyadan veri almayan analitik bilgi a priori’dir. Sentetik bilgi ise a posteriori’dir, deneyimle belirlenim kazanır, bu sebeple özü gereği üçlü bir bölümleme ve iletişimi gerekli kılar. Duyum ve deneyimden gelen bilgi görü yoluyla Verstand’a iletilir. Bu etkileşim sonucunda a posteriori sentetik bilgiyi oluşturan sentez işlevi Verstand’ın özel edimidir. Kant, varlığın belirlenimlerini sıraladıktan sonra varlığı ve yokluğu iki karşıt uca yerleştirir. “Bir şey ya vardır ya yoktur” önermesini benimseyerek ‘ya-ya da’ mantığının temelini kurar. Varlığı zorunlu olan tanrı, yokluğu düşünülemeyendir. Benzer biçimde, karşısında konumlanan salt yokluğun da varlığı düşünülemez. Varlığı ve yokluğu düşünülebilen şey ise bir potansiyel varlık olarak doğa’dır.
Vestand’ın üst sınırlarını tanrı, ruh ve evren oluşturur. Kant bu üç ideayı pratik akıl (phronesis~zeka) olarak tanımladığı Vernunft’ta konumlar. ‘Kendinde şey’ (Ding an sich) olarak yeniden isimlendirdiği bu idealar; teolojik ide (tanrı~sonsuzluk), psikolojik ide (ruh~özgürlük) ve kozmolojik ide’dir (evren~ölümsüzlük). Pratik akıl ahlak ve siyasetin temelini oluşturur. Kant, Vernunft’un kavramlarının açıklanmasının mümkün olmadığını, duyumla hiçbir koşulda ilişkilendirilemeyen bu ideaların ancak varsayılabileceğini söyler. Dini öğretiyi duyumla metafiziği birleştirmeye çalıştığı için eleştirir.
Hegel, tüm bu çabalarının karşılığını Königsberg’li üstadına iade etmek istercesine, Kant’ın ilk Alman filozofu olduğunu söyler; ne ki bu sözün ardında dahi Hegelce bir ironi yatmakta gibidir. Hegel’e göre ilk olan aynı zamanda ilkel ve primitif olandır çünkü.
Hegel Kant’taki kesinliğin yerine çelişkiyi ve tutarsızlığı koyar. Soyut ve somut kavramlarını altüst eder adeta. Dış dünyayı soyut olarak nitelendirir, belirsiz ve bilkuvve olduğu için. Dış dünya kendini bilince ancak bir potansiyel olarak sunabilir (an sich~kendinde varlık). Doğa salt nesnelerden oluşur, saf dışsallıktır çünkü. Oysa ussal kavramlar somut ve bilfiildir; idea saf biçimdir (für sich~kendisi için olan şey). Doğa ile ideanın birleşmesiyle oluşan sentez, tin’dir (an-für sich~oluş). Doğaya baktığımızda ussal yasaları görebileceğimizi söyler Hegel, ısrarla. Ussal olanı doğada arar: doğada ideayı gören ve tanıyan tin’dir. Hegel uçlara asılmanın sıradan bilincin edimi olduğunu ekler ve bakışlarını oluş’taki birliğe çevirir: karşıtların birliğine. Oluş bir sentezdir; içinde hem varlığı hem yokluğu barındıran. İdea ve doğa tin’de birleşir. Tin doğayı ve ideayı içine almış ve onları aşarak Aufhebung yoluyla kendi sentezine ulaşmıştır. Böylelikle Kant’ın ‘ya-ya da’sı Hegel’de ‘hem-hem de’ye dönüşür. Bu nedenledir ki Hegel’in ‘felsefi yöntem’i hem analitik hem sentetiktir.
Hegel’in felsefi yöntemini eleştirerek kendi diyalektik yöntemini kuran Marx, düşünsel olarak Hegel’in yanı sıra Feuerbach, Darwin ve L. Henry Morgan’dan etkilenmiştir. Özellikle Darwin’in evrim teorisi ve Morgan’ın ‘Eski Toplum’u düşünüldüğünde antropoloji ve sosyolojinin Marx’ın düşünce sistematiğinin oluşumundaki etkilerini yadsımak mümkün değildir. Düşüncesinin kökleri Demokritos ve Epikuros’a kadar uzatılabilir. Marx’ta ilerleme başat kavramdır. Diyalektik yönteminin temeline maddeyi ve doğayı koymuştur; üstyapıyı belirleyen altyapıdır, düşünceyi belirleyen ise her zaman madde. Emek düşünceden önce gelir. Kendisine “El mi önemlidir, beyin mi?” diye bir soru yöneltilecek olsaydı, Marx’ın cevabı, kuvvetle muhtemel, ilkini destekler nitelikte olacaktı. Hegel’i soyut ve tümüyle kurgusal olmakla itham eden Marx’ın diyalektik yöntemi Empirizm’e yönelerek bir tür pozitif bilim anlayışına dönüşmüştür. Tam da burada, Hegel’in o hazin serzenişi – solucanlarla (!) uğraştıkları için empiristlere yönelttiği ağır eleştiri – hatırlanmalı değil midir?
Marx böylelikle tüm sınıfların ve sınırların kaldırıldığı ilkel komünal topluma çevirir yüzünü. Toplumun gelişim aşamalarını incelerken, köle-efendi ve proletarya-burjuvazi diyalektiği üzerinden kendi yöntemini geliştirir. Diyalektik yöntem olarak adlandırdığı bu sistemin başlıca özellikleri; niceliğin niteliğe, niteliğin niceliğe dönüşümü; karşıtların birliği ve olumsuzun olumsuzlanmasıdır.
Marksizm erken dönemde bir siyaset ideolojisine dönüştüğü içindir ki felsefi ve entelektüel yetkinliği tartışmaya açıktır. Eylem tümüyle merkeze alınmıştır. Marx her ne kadar üretim, bölüşüm, değişim ve tüketim üzerinden yöntemini geliştirmeye çalıştıysa da zihnin mükemmeliyetçiliği ve dış dünyanın gerçekliği arasındaki örtüşme sorunu aşikardır.
Her şeyin temeli çelişkidir o halde, ve çelişki yaşamın özüdür.
***
Bilgeliğin arttığı yerde keder de artar,
ve bilgisini artıran derdini de artırır.
Andrei Tarkovsky, “Andrei Rublev”, 1966.
Kaynak:
Bu yazı sayın Dücane Cündioğlu’nun “Mantık ve Diyalektik: Kant, Hegel, Marx” başlıklı ders notlarından derlenmiştir.
Görsel Kaynak:
The Holy Trinity (Andrei Rublev, 15. yy)