‘Maraş’tan bir haber geldi, Dediler ki’ (ki haberi ilk kez Facebook sayfamda okumuştum); 06 Şubat 2023 Pazartesi günü saat 04.17’de Pazarcık ilçesinde 7.7, saat 13.24’de de Elbistan ilçesinde 7.6 büyüklüğünde iki deprem meydana geldi. Binlerce bina enkaz haline geldi, on binlerce ölü ve yüz bine yakın yaralı var. Depremden başta Kahramanmaraş, Hatay, Adıyaman olmak üzere 10 il hatta komşu ülke Suriye bile etkilendi. ‘Keşke bu deprem olmasa idi, kesileydi elim kolum’, ama ‘olan oldu’. Depremin beşinci gününde bile onca soğuğa ve olumsuz şartlara rağmen mucize kabilinden enkazlardan az da olsa kurtarılan insanların sevindirici haberleri gelmeye devam ediyor.
Ankara’da dünyaya gözlerimi açtım ve ahir ömrümün otuz yılını orada geçirdim. Bu süre zarfında gündemimde deprem olmadığı gibi ona dair hiç hatıram da olmadı.
Ne zaman ki mecburi hizmet için Ağrı’ya gittim, depremi ilk kez orada yaşadım, daha doğrusu hissettim. Verem Savaş Dispanseri Tabibi olarak göreve başlayalı iki hafta kadar olmuştu. O gün çalışma odamda otururken, öğleye doğru birden koltuğum sallanmaya, başım dönmeye başladı. Gelir geçer diye düşünürken artması üzerine birilerine haber vermek için odamdan dışarı çıktım. Tuhaf olan, çalışanlardan kimse yoktu. Çıkış kapısına doğru yöneldiğimde dışarıda kapının önünde bütün personelin toplandığını gördüm. Tek katlı olan binanın kapısında ‘ne oluyor’ dediğimde deprem olduğunu söylediler. Gerçekten arkama dönüp de baktığımda tavandaki lambalar ve duvardaki yangın söndürme malzemeleri salınıp duruyordu. ‘Neden bana haber vermediniz?’ dediğimde de ‘sizin fark edip çıktığınızı düşündük’ diye cevap verdiler. Anlaşılan herkes kendi canının derdine düşmüş. Göreve yeni başladığım için onlar beni, ben de onları henüz tanımıyorduk. Bir yabancı için kendilerini riske atacak değillerdi ya! Sonradan öğrendim ki, yakınımızdaki komşu ülke (Ağrı Dağı’nın diğer tarafı) Ermenistan’ın bir şehrinde deprem meydana gelmiş, biz de sarsıntısını hissetmişiz. Ağrı ve civarında bir şey olmadı ama 7.2 şiddetindeki o depremde, yirmi bine yakın insan hayatını yitirmişti. (1)
Uzmanlık eğitimimi bitirdiğimde yolum tekrar memleketin doğusuna, ta Van’a düştü. İlk oturduğum ev, şehrin dışında havaalanı yakınında İpek Yolu caddesinin hemen kenarındaki Dostlar isimli bir sitede idi. Bir gün en büyük oğlumla odanın penceresinden yola bakıyorduk. O an bir sarsıntı oldu. Gayri ihtiyari onu orada öylece bırakıp içeri kaçmışım. Neyse ki sarsıntı kısa sürdü, bir şey olmadı. Ama eşim hâlâ bahsi geçtiğinde bir baba olarak oğlumu alıp kaçmak varken niye bırakıp kaçtığımı hatırlatır. Haksız da değil hani! Öyle olmasa iyiydi, ama oldu işte, Allah beni affetsin. Herhalde bu yüzden baba değil de ‘ana yüreği’ diye bir kavram olsa gerek.
Bir başka sefer de diğer bir evde sabaha karşı sarsıntı ile uyandık. Geçer diye beklerken (ki mevsim kıştı) devam edince mecburen ailecek arabaya binip şehir dışına, yakındaki ve sahildeki Edremit ilçesine gidip göl kıyısında bekledik. Bizim gibi fakülte ve üniversiteden başka aileler de gelmişti. Birlikte bir yerde çay içip sohbet ettikten ve de korku geçtikten sonra tekrar evin yolunu tuttuk.
Doçentlik sınavına ilk defa başvurduğum 1999 senesi idi. Fakültede Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda olup Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde doçentlik sınavına girecek bir abimizi de yanımıza alarak, KBB Anabilim Dalı’nda görev yapan bir arkadaşımla onun ve benim jüri üyelerimizden bazılarını ziyaret edip kendimizi tanıtmak için onun otomobili ile Van’dan hep birlikte yola çıkmış, sonunda Ankara’ya vasıl olmuştuk. Önce Genel Cerrahi Uzmanı abimizin doçentlik sınavına refakat edip doçentlik sevincini paylaştık. Bilahare diğer arkadaşımla ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra ikimiz İstanbul’a devam ettik. İstanbul’a vardığımızda İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesine yakın olan Fatih’te bir öğrenci evinde misafir olduk. Akşamın geceye ilerleyen saatlerinde ev sallanmaya başlayınca kendimizi apar topar sokağa attık. Sokak tıklım tıklım adeta ana baba günü idi. Trafik kilitlenmişti, ne yapacağımızı bilmez bir halde bir süre sokaklarda dolaştıktan sonra mecburen eve döndük. Sonra öğrendik ki Düzce’de 7.2 şiddetinde bir deprem olmuş. (2)
Van’da on bir yıl kalmış ve birçok hafif-orta şiddette sarsıntılar yaşamış olsam da son Van Depremi’nin haberini İstanbul’da iken aldım. (3,4) Uzakta olmama rağmen depremin üzüntüsünü ve etkilerini yakından hissettim. Angaralı olsam da uzun süre yaşadığım yerlerle ve elbette Van ile de kendimi özdeşleşmiş kabul eder, adeta hemşehrileri olarak tanımlarım. O sıralar Süreyyapaşa Göğüs Hastanesi Başhekimliği görevini de deruhte ediyordum. Doktor ihtiyacı ve talebi üzerine bir Göğüs Hastalıkları Uzmanı meslektaşımızı resmi, Göğüs Cerrahisi Uzmanı bir meslektaşımızı da gönüllü olarak deprem bölgesine geçici süre için gönderdik. Her ikisine de orada bulunduğu sürece yardımcı olmaya çalıştığım gibi döndüklerinde de maddi manevi taltif ettim. Van’da iken klinik sekreterimiz olan bir arkadaşımıza da elimden geldiği kadar maddi manevi destek olmaya çalıştım. Hatta o sıralar depremden sonra barınma sorunu yaşanması nedeniyle bir ya da birkaç aileye destek olmak, ikametlerini sağlamak için hastanenin boş durumda olan Başhekimlik lojmanını tahsis etmeyi bile düşünsem de yardımcılarım bunun ilerde başıma iş aşabileceği noktasında uyardılar. Bu konuyu İl Sağlık Müdürlüğü ve Valiliğe yazıyla bildirip izin istemem gerektiğini belirttiler. Öyle de yaptım ama sonuç ne oldu diye sorarsanız. Cevap bile gelmedi ve benimkisi iyi niyetli bir fikir olarak kaldı. Devlet demek bürokrasi demekmiş, bitmek bilmeyen uzun yazışmalarmış, hantallıkmış, soğuklukmuş, resmilikmiş. Tabiri caizse “göle su gelinceye kadar kurbağanın gözünün patlaması” imiş. Anladım.
Son Van depreminde Van’da oturduğum ilk site ve ikinci oturduğum ve yine İpek Yolu üzerinde yeni bir site olan -ki ilk ben oturmuştum- Birlik Sitesi büyük hasar aldığından tamamen yıkıldılar. Daha sonra oturduğum Cumhuriyet caddesinin üst kısmında yer alan Musa ve Kültür apartmanları ve son olarak onca yıl kirada oturduktan sonra kooperatif yoluyla satın aldığım Doğankent sitesindeki evlere ise bir şey olmadı. On bir yıl görev yaptığımız ve İpek Yolu caddesine yakın Maraş caddesi üzerindeki Tıp Fakültesi Hastanesi ise büyük hasar aldığından yıkıldı. Şu anda o yer şehrin meydanlarından biri. Geriye sadece acı tatlı hatıralar ve albümlerde fotoğraflar kaldı. O artık eski bir hikâye. (5)
İstanbul’a Kasım 2005 sonunda geldiğimde, ev fiyatları bana oldukça yüksek gelmişti. Zira 1999 Marmara depreminden sonra İstanbul’da da deprem beklentisi başlamıştı. (6) Bu haberler ve korku, konut fiyatlarının artmasına yol açmıştı. Bu sebeple Maltepe Küçükyalı semtinde dört yıl kadar kirada oturduktan sonra yeni deprem yönetmeliğine göre yapılmış, her yıl ‘Doğal Afetler Sigorta Kurumu – DASK’ primini yatırdığım ve halihazırda oturduğum sitedeki evi, Van’daki ve Ankara’daki evlerimizi satıp üzerine bir miktar daha ekleyerek zar zor alabildim. Dua edelim de ödediğim DASK primleri söylendiği ya da iddia edildiği gibi duble yollara ya da başka yerlere harcanmış, bitmiş olmasın. Yine dua edelim ki deprem yönetmeliğine uygun yapıldığı söylenen evimiz, sitemiz denetlenmiş olsun, depreme dayansın. Bir yurttaş olarak başka ne yapabilirim ki?
Ev tamam da görev yaptığım Maltepe Süreyyapaşa Göğüs Hastanesi, eski bir sanatoryum olup ilk ana binası olan A Blok 1999 Marmara Depremi sonrası zaten eski ve sorunlu olmasına ilaveten hasar aldığı gerekçesi ile terkedilip uzun yıllar da metruk halde kaldıktan sonra yıktırıldı. Ne hikmetse Başhekimlik görevine atanmam öncesi bütün binalar değil de sadece Cerrahi (D) Bloğa deprem analizi yaptırılmış ve akabinde de hazırlanan rapor Başhekim olduktan sonraki ay içerisinde önüme gelmişti. Raporda “binanın kullanıma elverişli olmadığı, olası bir İstanbul depreminde zarar göreceği noktasından hareketle ‘vakit geçirilmeden boşaltılıp yıktırılması” belirtiliyor fakat bir çözüm önerisi sunulmuyordu. Dönemin İl Sağlık Müdürü’ne konuyu arz ettiğimde “İstanbul’daki hastaneler ve sağlık kurumlarının birçoğunun depreme dayanıklı olmadığına dair raporlar olduğunu fakat bu raporları tebellüğ etmeyerek-ettirmeyerek durumu idare ettiklerini, benim bu yazıyı tebellüğ ederek sorumluluğu üzerime aldığımı” söyledi, “keşke tebellüğ etmeseydin” diye de ekledi. O an anladım ki bürokrasi, bir yerde topu taca ya da ateş topunu başkasının kucağına atma, sorumluluğu mümkün mertebe almamakmış. Ben de bunun üzerine ‘durumu belirtir ve emri uygulama noktasında açık bir emir talebiyle’ karşı bir yazı yazdım, kendimi hukuken korumaya alıp vaziyeti idare etmeye kuyruğu kurtarmaya çalıştım. İlerleyen zaman içinde bina ve deprem raporu yüzünden başıma gelmedik kalmadı, birçok kişiyle kavgalı hale geldim, istifa etmek zorunda kaldığım gibi konu kalıcı bir çözüme de kavuşmadı. Merak edenler bu öykünün sonrasını ve ayrıntılarını, “Son Mektup” adlı yazımda okuyabilirler. (7,8)
Bugüne kadar bizzat ciddi bir deprem yaşamadım ya hafif şiddette doğrudan ya da depremlerin etkiledikleri alanlardaki sarsıntıları dolaylı olarak yaşadım. Bu ülkede cumhuriyet sonrası ilk büyük depremin -ki bugüne kadar ki en yüksek şiddette ve en çok ölümlü olanı / son Kahramanmaraş merkezli depremde henüz sonuçlar belli olmadığı için onu hariç tutarsak- 1939 Erzincan Depremi olduğu malum-u âlinizdir. (9) 80’li yıllar kuşağından biri olarak fikri anlamda kişilik ve kimliğimin oluştuğu fakülte yıllarında İslam’la ciddi anlamda ilgileniyordum. O arayış sürecinde değişik ve farklı yapıları tanımaya çalışıyor, sohbetlerine katılıyordum. Nurcular diye bilinen bir topluluğun bir sohbetinde söz, Said Nursi merhumun Erzincan depremi ile ilgili yorumuna gelmiş, yorumu yadırgamış ve itiraz sadedinde bir soru sormuştum. Risale-i Nur’un ilgili kısmında Erzincan depreminin bir açıdan o coğrafyadaki fahşaya, günahlara karşılık bir ceza olduğundan bahisle, depremin etkilediği yerlerin bile oradaki insanların dinle diyanetle ilgilerine göre değiştiği belirtiliyordu. Ben de bunun üzerine dayanamayıp söz almış ve “Said Nursi jeoloji eğitimi mi aldı? Bu konuda bilgisi var mı? Bilgisi varsa depremin fay hatlarına göre hareket ettiğini bilmesi gerekirdi. Bu izahın hiçbir bilimsel değeri yok” demiştim. Bunun üzerine şakirtleri (izleyicileri) merhumun her konuda olduğu gibi bu konuda da bilgi sahibi olduğu belirtip karşı sorular ile susmamı sağladılar. Ben de daha öteye gitmedim, zira daha ötesi o delikanlılık dönemimde benim için bile fazla cesurca olurdu.
Marmara Depremi sırasında deprem ve din ilişkisi çok gündeme geldi. Dindarların büyük çoğunluğu depremin 28 Şubat zihniyetine, baskılarına, zulmüne bir cevap niteliğinde olduğunu dile getirip “7.4 yetmedi mi?” gibi ifadeler bile kullandılar. Antrparantez; Kur’an’daki 7. Sure’nin 4. Ayeti bana o zamanlar oldukça manidar gelmişti. “Nice kentler helak ettik. Gece yatarlarken yahut gündüz uyurlarken, azabımız onlara ansızın geliverdi”. Depremin merkez üssünün 28 Şubat Süreci’nde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde oluşturulan bir cunta yapılanması olan Batı Çalışma Grubu’nun Gölcük Deniz Üssündeki bir toplantısı sırasında meydana geldiğini yayıp yüreklerini ferahlatıyorlardı, ferahlatıyorduk. Aslı astarı olmayan, rivayeten ve ahlaken sorunlu diğer rivayetler de cabası idi. Depremin doğal afetlerden biri olmasının ötesinde dindar olanlar için bir imtihan ya da dindarlar ve dine, diyanete, dindarlara karşı olanlar için ilahi bir ikaz hatta ceza olup olmadığı noktasında hararetli tartışmalar yapılıyordu. Bugün iktidar yanlısı olan gazetelerin bazıları “Devlet enkaz altında”, “Devletin çöküşü” gibi başlıklar atıyor, bu hadiseyi muhalefet için bir fırsat olarak görüyorlardı. Hatta o gün sadece bir gazete yazarı olup 2002 sonrası dönemde defaatle milletvekilliği, bakanlık görevleri, danışmanlıklar yapan ve bugün hükümet sözcüsü pozisyonunda olan bir ismin o yıllardaki depremle ilgili kaleme aldığı bir yazı, bugün deprem sonrası yeniden gündeme getirilip hatırlatıldı. (10,11) Yirmi dört yıl önce yazılmış ve hala üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir yazı ama yazarın o zaman resmi bir sıfatı yoktu ve de muhalif kesimde idi. Bu zat bugün o günkü yazısını yazmaz, yazamaz. Yazarsa anında kendini ihraç edilmiş ve dışlanmış olarak buluverir. Zira o, o günkü yazısında bahsettiği ve kıyasıya eleştirdiği devletin bir memuru, yetkilisi tabir-i caizse bir devletlu oldu. Lise ve üniversite yıllarında ikamet ettiğim Ankara’da Ayvalı’dan Sıhhiye’ye tek ulaşım aracı olan belediye otobüsü ile gitmek zorunda idim. Otobüs sayısı sınırlı idi ve yolcu çoktu. Yarım saatte bir gelen otobüse binebilmek için kuyruğa girer, zar zor otobüse kapağı atmaya çalışırdık. Otobüs şoförü ayaktaki yolcuları arka kapıya ilerlemeleri için uyarır ve ön kapının kapanıp hareket edebilmek için sık sık yolcuları uyarırdı. Otobüse binebilen ve binemeyen yolcuların tavırlarının binmeden önce ve sonra yüz seksen derece değiştiğini fark ederdim ve işin tuhafı buna ben de dahildim. Kuyrukta iken otobüse binebilen yolculara “hadi kardeşim arkaya doğru ilerleyin, biraz daha safları sıklaştırın da biz de binebilelim” diye kızarken, bindikten sonra ise kuyruktaki yolculara “kardeşim daha ne kadar arkaya gidelim, camlardan mı fırlayalım, zaten dip dibe olmuş, nefes almakta bile zorlanıyoruz” denilirdi, derdik, derdim. Bu ülkede yüz yıldır iktidardakiler ve muhalefettekiler de otobüse binebilen ve binemeyen yolcuların tavrıyla, halet-i ruhiyeleriyle ne kadar da benzeşiyorlar. Bugün muhalefeti, muhalif olduğunu düşündükleri kişileri sırf fikirlerini özgürce ifade ettikleri için tahkir edenler, bir zamanlar aynı konuda neler söylediklerini çabucak unutuveriyorlar. Bize de “Kem-kötü sahibine aittir” demek ve hafızamızın bir köşesindeki deftere not etmek dışında yapacak bir şey kalmıyor. Dün “eğer bugün birilerinin fiyakası bozulmasın diye söylenmesi gerekenlerin ‘milli birlik ve beraberlik’ nutuklarının altında ezilmesine göz yumarsak; bugün susarsak, bu çarpık mekanizma yüzünden yüzlerce insanın ebediyen susmasına ortak olmuş olacağız” diye yazıp, bugün muhalif sözler söyleyenlere ’fiyakaları bozulmasın diye’, ‘bugün konuşulacak zaman değil’ deyip ‘milli birlik ve beraberlik’ nutukları çekenler, muhalefettekilere yapılan hatalara, yanlışlara, ihmallere göz yumup susmalarını, siyaset yapmamalarını söylüyor. “Muhalefette başka güzelsin, iktidarda başka güzelsin” deyip bu bahsi kapatayım. “Nereden nereye, nereden nereye?”. (12)
Yeri gelmişken bu vesileyle deprem ve diğer tabii afetlere dair görüşümü de dile getirmek isterim. Deprem uzmanı değilim, teknik konuları da bilmem. Ama bir vatandaş ve akademisyen olarak şu kadarını ben de söyleyebilirim. Deprem ve diğer bütün doğal afetler, felaketler dünyamızın jeolojik-fiziki yapısında meydana gelen hadiseler olup bizi ve bütün canlıları etkilerler. Hepsinin bilinen-bilinmeyen, açıklanabilen-açıklanamayan nedenleri vardır ve birtakım sonuçlara yol açarlar. Bunlar ilimin-bilimin konusuna girer ve objektif, nesnel verilerle açıklanmaya çalışılır ve araştırmalara, deneylere konu olurlar. Bu alan bütün dünyayı ve insanları mücbir kılar, bağlar. Hiç kimse, hiçbir toplum tarih boyunca kendisini bundan müstağni göremez, nitekim göremedi de. Bu İslam literatüründe “sünnetullah”, “eşyanın tabiatı” kavramlarıyla karşılanmaya çalışılır. Bu gerçeğe hiçbir insan hatta hiçbir canlı varlık sırt dönemez, görmemezlikten gelemez, inkâr edemez. Deprem denilince yer kabuğu, fay hatları, kayma, kırılma ve benzeri depremle ilgili bütün bilimsel gerçekler her zaman ve herkesi kapsar.
Bu konularda asıl tartışılan, tartışmalı nokta ise bilimsel veriler dışında kalan alanla ilgilidir. Yani inançla ilgili olan sübjektif, öznel alan. Bu noktada depremi ve diğer doğal afetleri değerlendirme noktasında tarih boyunca ve günümüzde kişi ve toplumlar farklı anlamlar yüklemiş, farklı bakış açılarına sahip olmuşlardır. Yeryüzündeki dinlere, mezheplere, inançlara bağlı olmayanlar için (ateist, deist, agnostik, nihilist vb) işin maddi yani bilinen, görünen yüzü önemlidir , yeterlidir ve bahse değerdir. Bunun dışındakiler için yani herhangi bir inanca sahip olanlar için ise Tanrı’nın ya da Tanrıların işidir. Bu yolla bizi sınamakta, imtihan etmekte ya da gazaplanıp cezalandırmak, hizaya çekip yola getirmek istemektedir/ler. Aynı zamanda günahlardan arınma ve ecir (sevap) kazanma da söz konusu olabilmektedir. Hatta daha da ileri gidilip zorlama, uydurma hadisler yoluyla deprem ve doğal afetlerde ölenlere şehitlik payeleri bile bahşedenler, dağıtanlar çıkabilmektedir. (13) İnancınıza, mezhebinize, meşrebinize ve hatta içinde bulunduğunu ahval ve şeraite bağlı olarak yazılı metinlerin tefsir ve tevil farklılıkları olabilmektedir. Yeter ki bu görüşler, yorumlar, analizler bir silaha dönüştürülüp kişisel ve toplumsal istismara yol açmasın, süfli emellere ulaşmak için araç olarak kullanılmasın. Aksi halde bir zaman sonra bu silah ters tepip sahibine karşı kullanılabilecektir. (10) Deprem ve diğer doğal afetlerin gerçekleşmesinin sebepleri hakkında herkes kendince haklı gerekçeler gösterebilir ve üretebilir. Hiç biri kesinlikle doğrulanamaz ve yanlışlanamaz. Zira bu inan, inanç, iman meselesi olup sadece kişi/leri bağlar. İşin bu kısmında deprem ve tabii afetleri ister birer bela, musibet, fitne ile imtihan edilmek olarak görelim ve/veya isterse günahlara, kötülülüklerimize, yapıp ettiklerimize karşılık bir ceza, ilahi ikaz olarak görelim. Ki biri veya ikisi de imkân dahilindedir ve vahiy menşeili kitaplar ve özellikle Kur’an’da bunu çağrıştıran ve vurgulayan bolca örnek vardır. Konunun bizi, hepimizi ilgilendiren, ilgilendirmesi gereken asıl yönü ise, deprem ve tabii afetlere karşı nasıl bir hazırlık yaptığımız ve önlemleri alıp almamaktaki sorumluluğumuzdur. Deprem ve diğer tabii afetlerin doğasını, aslını esasını anlayıp nedenleri ve alınacak önlemler konusunda çalışmalar yapmak ve mümkün mertebe zararı minimuma indirme noktasında tedbirler almak durumundayız. Bunu görmemezlikten gelir, unutur, ihmal eder ve hayale dalarsak gerçekler günü gelir bütün açıklığı ve çıplaklığı ile gözümüze sokulur, canımız yanar, canlarımız, mallarımız gidiverir. Bu bugüne kadar böyle oldu, bundan sonra da böyle olacak. Evet ölüm bir gerçek, biz ne kadar tedbir alırsak alalım, takdire engel olamayız belki ama tedbiri elden bıraktığımız için ve sakat tevekkül anlayışımız yüzünden yarın Huzurullah’da tekdir ediliriz, hatta tekdir ile yetinilmeyip hem bu dünyada hem de öte dünyada köteğe (eza, cefa ve cezaya) maruz kalırız. Depremi, fay hattını dikkate almayıp yapılarımızı buna uygun şekilde inşa etmez, bu konuda elden gelen maksimum tedbirleri almaz, almamaya da devam edersek o evler, binalar mezarımız haline geliverir. ‘Kader, fıtrat’ filan deyip sorumluluğumuzu onlara (aslında Allah’a) yüklemeye, kendimizi aklamaya çalışırız ama Allah bize “başınıza gelen her musibet, yapıp ettikleriniz yüzündendir” diye de uyarmasına rağmen (Şura 30). “Kader diyemezsin, sen kendin ettin” diye bir şarkı çalınır kulaklarımıza. Ekranlarda, basılı ve sosyal medyada enkaz görüntüleri gösterilip enkazdan insan kurtarma öyküleri anlatılır, o enkazlara, moloz yığınlarına, hafriyata bakıp bakıp “Hey, orda kimse var mı? Sesimi işiten var mı?” diye bağırıp haykırır dururuz. Bina, zemin filan dedim de aklıma Kur’an’dan manidar bir ayet geldi. “Binasını takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) ve O’nun rızasını kazanmak temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını çökmeye yüz tutmuş bir yarın kenarına kurup, onunla kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah, zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (Tevbe 109)
Bugüne kadar olan depremleri, en son Kahramanmaraş merkezli olup on ili kapsayan depremi ve bundan sonra gerçekleşecek muhtemel depremleri bir de bu açıdan okumak için bu yazıyı yazdım. Güncel olması hasebiyle bu konuya değinmek ve konu ile ilgili anılarımı toparlamak ve paylaşmak istedim.
Yazımı nihayete erdirirken bugüne kadar deprem ve tüm doğal afetlerde ölenlere ve en son depremde ölenlere Allah’tan rahmet, yaralılara şifa diliyorum. Depreme maruz kalmış herkese geçmiş olsun dileklerimi sunuyor, kişi ve toplum olarak elimiz, gücümüz neye yetiyorsa bu zor günlerde acıların ve yaraların sarılması için seferber etmemiz, katkıda bulunmamız gerektiğini bir de ben vurgulamak istiyorum.
Yazımın başlığı olarak uygun bulduğum ifade, özellikle Gölcük depremi sırasında meşhur olmuştu. Bina enkazı altındaki hayatta olma ihtimali olan bir yaralıyı bulmak için ortam sessiz hale getirildikten sonra arama kurtarma faaliyetinde olanların moloz yığınlarına karşı ünledikleri bağırış ve haykırış cümlesi idi. Yazının başlığındaki soruyu deprem konusunda sorumluluğu olan başta yetkililer olmak üzere herkese, hepimize yöneltmek istiyorum. “Orda kimse var mı?” diye sorduğumuzda “Var” diyorsak bu son olsun ve yarından tezi yok, bir deprem ülkesi olan ülkemizde depremin bir gerçek olduğu ve bu gerçeği asla unutmadan, unutturmadan her türlü hazırlığı yapıp bütün önlemleri alalım. Her şeyi bu gerçeğe göre düzenleyelim, herkesi hazırlayalım. Yoksa bir sonraki deprem ya da doğal afet sonrası aynı acılar, aynı görüntüler, aynı sözler, aynı tartışmalar, aynı vaatler havada uçuşur ve bu böyle devam eder gider. “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” ifadesi sadece Dadaloğlu şiiri olmaz, bu ülkenin kaderi olur. Ki bu Allah’ın takdiri (kaderi) olmakla kalmaz, bizim tembellik, boşvermişlik, vurdumduymazlık, gaflet, dalalet ve hıyanetimiz olur ancak.
İstanbul’a geldiğim günden beri yaklaştığı söylenen depreme karşı deprem sigortası yaptırmak ve deprem yönetmeliğine uygun bir evde oturma dışında yapabildiğim bir şey yok. Deprem çantası filan hazırlamadım ve deprem anında “yaşam üçgeni oluşturma”, yapılacaklar, yapılmayacaklar konusu dahil teorik bilgim dışında bir hazırlığım da yok. Oturduğum sitenin toplanma alanı bile ufacık ve etrafımız depreme yönetmeliğine uygun yapılmamış sitelerle dolu. Bu ülkenin binalarının büyük çoğunluğu kaçak, imarsız, plansız, denetimsiz olduğu acı bir gerçektir. İstanbul’da ilk oturduğum evin sahibi bir inşaat mühendisi idi. Kendisi ile deprem konusunu konuşurken bina hakkındaki endişemi dile getirmiştim. Evi zamanında arkadaşları ile beraber yaptıklarını, yeterli ve kaliteli malzeme kullandıklarını, binanın büyük bir depreme dayanacak şekilde düşünüldüğünü ve kendilerinin de uzun yıllar orada oturduklarını söylemiş ve ilave etmişti, bugünkü gibi hatırlıyorum. “İngiltere’de binaların da bir ömrü olduğu içindir ki, binasına göre değişmekle birlikte 75 ila 100 yıllık binalar yıkılır ve yenileri inşa edilir”. Bundan birkaç yıl önce İstanbul’u da etkileyen bir deprem sarsıntı esnasında dünürlerimle Boğaz’da Şehir Hatları Vapur gezisinde olduğumuz için sarsıntıyı hissetmemiştik. Ama sonradan sevdiklerim dahil herkesin paniklediğini, korktuklarını öğrendim. Depremin bizi ne zaman ve nerede yakalayacağını da bilmiyoruz. Ama beklenen ve yaklaştığı sık sık telaffuz edilen depremde İstanbul’da olmak istemezdim. Zira İstanbul depreminden kurtulmanın en kesin çözümü deprem sırasında İstanbul’da bulunmamaktır. Ama bırakıp gidecek durumda da değilim. İstanbul’un depreme hazırlandığı kanaatinde filan da değilim, böyle bir hazırlığın olduğunu da (en azında yeterince) düşünmüyorum. İstanbul çığırından çıkmış, kontrolü, denetimi mümkün olmayan bir şehir, şehirden de öte adeta bir ülke. Son depremde on ilin ve o illerde yaşayan 15 milyona yakın insanın etkilendiği belirtildi. İstanbul’un her ilçesi ise adeta birer il konumunda ve 20 milyonu aşkın insan yaşıyor. Nüfus yoğunluğu ve Türkiye için ifade ettiği anlam büyük olduğu için yıkımı ve sonuçları da bugüne kadar yaşanan depremlerden bile daha büyük ve dehşet olacaktır. O gün geldiğinde ölen ölmüş ve kurtulmuştur. Ama geride kalanları zor yıllar ve türlü türlü zorluklar, acılar bekleyecektir. Dua edelim de o deprem hiç gelmesin, gelse bile olabildiği kadar geç gelsin.
Yine dua edelim ki o gün (ya da gece) gelmezden evvel bu ülkenin insanlarında ve yönetici konumunda olanlarda öyle bir mantalite, zihniyet değişikliği oluşsun, öyle bir seviyeye ulaşalım ki, binalarımız sapasağlam ayakta kalsın, enkaza dönüşmesin. Biz ya da birileri (arama kurtarma ekipleri) düne kadar evimiz, işyerimiz olan, bizim ya da sevdiklerimizin altında kaldığı o enkazlara dönüp şu soruyu sormayalım, sormasınlar.
“Orda kimse var mı?”
Kaynaklar:
- https://tr.wikipedia.org/wiki/1988_Spitak_depremi
- https://tr.wikipedia.org/wiki/1999_D%C3%BCzce_depremi
- https://tr.wikipedia.org/wiki/Ekim_2011_Van_depremi
- https://tr.wikipedia.org/wiki/Kas%C4%B1m_2011_Van_depremi
- Van Tıp Hikayesi / https://www.youtube.com/watch?v=afoobbw4Yno&t=97s
- https://tr.wikipedia.org/wiki/1999_G%C3%B6lc%C3%BCk_depremi
- https://www.akademikakil.com/son-mektup/irfanyalcinkaya/
- Benim Yolum / Tababet sanatının icrası ile geçen 33 yıl, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, 2021, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html
- https://tr.wikipedia.org/wiki/1939_Erzincan_depremi
- https://www.yenisafak.com/yazarlar/omer-celik/bugun-susmak-43517
- https://eksisozluk.com/omer-celikin-1999da-devleti-sucladigi-yazisi–7574369
- https://t24.com.tr/yazarlar/murat-sabuncu/1999-dan-2023-e-devletin-cokusu,38603
- http://arifkaya06.blogspot.com/2014/02/beyin-firtinasi-3.html
22 yorum
Bir Depremzede Mektubu
Türkiye’nin dört bir yanından yardımlar geliyor bu yardımları organize edecek bir ekip yok.
Gelenler kendi çabasıyla müsait buldukları ilk yere park edip yardımlarını dağıtıyorlar.
Battaniye giysi çorap sıcak çorba ve ekmek gibi malzemelerin dışında dağıtılan malzemelerin çoğu şimdilik hiçbir işe yaramıyor,
Çünkü kimsenin sıcak bir yemek yapma şansı yok.
Et ve tavuk gibi dağıtılan ürünler birkaç günden sonra çöplere atılıyor.
Şehre elektrik ve su verilemiyor.
Gece ürkütüyor bizi soğuk ve karanlık ürkütüyor.
Günün her saatinde dağıtılan sıcak çorbalar ve ekmekler en büyük nimet bizim için.
Arama kurtarma ekiplerinin ihtiyaç duydukları malzemeler temin edilemiyor.
AFAD ekiplerinin kendisi dahi AFAD birimi ile irtibata geçemiyor.
Gerekli her ihtiyaçta vatandaşların afada gitmelerini söylüyorlar, giden vatandaşlar eli boş dönüyor.
Sadece bir arkadaşım abisinin cesedine ulaşmak için gerekli olan demir kesme aletini 6 saatte temin edemedi. Koordine merkezine gidip eli boş döndü.
Gelen arama kurtarma ekipleri kendi çabasıyla bir şeyler yapmaya çalışıyor ama gerçekten müthiş bir organizasyonsuzluk var…
Türkiye’nin dört bir yanından gelen arama kurtarma vinç kepçe işlerini organize edecek bir ekip yok.
Şehir kokmaya başladı artık. Depremden sağ çıkanların en büyük korkusu salgın hastalık..
Cenazelerine ulaşanlar tarifi imkansız bir mutluluk yaşıyor, saatlerce bekledikten sonra cenazelerini gömünce ikinci bir mutluluk yaşıyor.
Bunu gördük bunu yaşadık, inanılmaz şekilde hem kendimize hem cenazelerini buldukları için sevinenlere hayret ettik gerçekten…
İşin insani ahlaki vicdani yardımlaşma ve dayanışma yönü tıpkı TRT 1 haberlerinden dinlediğimiz gibi, fazlası var eksiği yok.
Arama kurtarma çalışmalarına dışarıdan gelen ekipler yardımıyla devam ediliyor, burası da aynen radyo haberlerinden dinlediğimiz gibi, fazlası var eksiği yok.
Bütün bunlar işin reklam ve propaganda tarafı ki bütün bunlar zaten ayrıntılarıyla veriliyor, hem de evrile çevrile yüzlerce kez hem de…
Ama ne yazık ki bütün bunlar yardımsevenlerin ve gelen arama kurtarma ekiplerinin kendi çabaları ile oluyor.
Sizler haberlerde enkazaltından çıkarılan 3-5 vatandaşımızı görüyorsunuz ama saatlerce gömülmeyi bekleyen binlerce cesedi göremiyorsunuz.
Enkazların etrafında dolanıp duran insanları göremiyorsunuz.
İnsani yardımların nerelerden yola çıktığını görüyorsunuz ama bu yardımların Adıyaman’da organize edilemediğini göremiyorsunuz…
Gönderilen çadırları görüyorsunuz ama dondurucu soğukta sokakta ve araçlarında sabahlayan yüzbinleri göremiyorsunuz..
Bizim de her gördüğümüzü yazmaya yüreğimiz el vermiyor, onca insan onca acılar İçinde kıvranırken paylaşım yapmayı insani ahlaki ve vicdani bulmuyoruz.
Bu paylaşımdan dolayı da bizi bağışlayın lütfen..
Çünkü sosyal medyada depremin ilk günlerinde Valilik izni alınmadan yardım yapılamayacağı haberlerini okuduk, kahrolduk. Depremin ilk gününde hiçbir müdahalede bulunulamadığını gördük kahrolduk. Valiliğin ve yerel yönetimin ilk günde hiçbir şekilde ortada görünmediğini gördük kahroldum. İlk günkü müdahale ile on binlerce insan enkaz altından sağ çıkarılabilecekken bir şey yapılmadığı için kahrolduk.
Siyasilerin böylesi bir büyük felaket sonrasında dahi istedik yarıştırdıklarını medyadan okuyunca daha çok kahrolduk…
Ve yüreğimiz gerçekten kanıyorken ve paylaşım yapmaktan haya ediyorken oturup bir nebze de olsa vaziyetimizi yazmaya karar verdik
Adıyaman’la ilgili sosyal medyada gördüğünüz her kareyi her görüntüyü her acıyı 1000 ile çarpın bunun dışında yaşanan felaket ve enkazla ilgili yapılan hiçbir açıklamaya inanmayın.
Vaziyet budur halimiz budur gerçeğimiz budur…
Bunca acının ve ölümün ve çaresizliğim görünürde sebebi depremdir, Amenna ve saddakna… Ama görünmeyen ve asla dile getirilmeyen gerçek sebebi 3 katlı yerlere 6, 6 katlı yerlere 9 kat imar verilmesi ve nerede ise kaçak göçek yapılan her yere yılda bir kez getirilen imar aflarıdır…
Adıyaman’da 40 yıl önce temelini kazma kürek elimizle kazdığımız baba evi dimdik ayaktadır. Hepi topu 80 kar etme 80 metrekarelik bir evde şu anda 80 kişi yaşamaktadır.
Baba evi gibi binlerce ev daha ayaktadır. Hiçbir kontrolden ve denetimden geçmeyen 20 yıl öncesine ait 3 katlı ve 4 katlı evler neredeyse depremden hiç etkilenmedi de diyebiliriz. Ama her türlü incelemeden denetimden geçen ve satılmayı bekleyen binlerce 9 katlı LÜX daireler enkaz haline gelmiştir. Kahrolduğumuz yer burasıdır. Ve yaşanan felaketten sonra yaşanan müthiş iletişimsizlik ve organizasyonsuzluktur.
Adıyaman’ın 4 kattan fazlasını kaldıramadığı ancak yaşanan felaketle anlaşılmıştır…
Çocukluk arkadaşlarımızı kaybettik,
gençlik arkadaşlarımızı kaybettik,
okul arkadaşlarımızı kaybettik,
meslektaşlarımızı kaybettik.
Ve neredeyse hiç birsinin cenazesine dahi gidemedik birçoğuna başsağlığı bile dileyemedik.
Mezarlıkta boynumuza sarılan tanımadığımız gençlerin arkadaşlarımızın çocukları olduğunu öğrendik.
Babalarının bizimle olan dostluğundan bahsettiler kahrolduk, kahrolduk kahrolduk.
***
Bursa’dan Ankara’dan İstanbul’dan Çanakkale’den Van’dan Diyarbakır’dan Mardin’den ve Türkiye’nin daha birçok ilinden ve Karadeniz’den arayan soran tüm dostlara teşekkür ediyoruz, bizi hatırladıkları için unutmadıkları için… Telefonu kapatır kapatmaz ağlıyoruz, ağlıyoruz ağlıyoruz…
Sadece kendimize değil enkaz altında kalan kurtarılmayı ve çıkarılmayı bekleyen tanımadığımız bilmediğimiz binlerce insana ve enkazları etrafında dolanıp duran on binlerce insana ağlıyoruz…
Başka bir şey gelmiyor elimizden …
Necati Atar
Deprem konusuna farklı bir bakış açısı
https://fb.watch/iC3cYXg9SG/?mibextid=2Rb1fB
Bazıları vur emri çıksın diyorlarmış.
Bence vur emri değil dur emri çıksın!
Yalana, riyaya, ikiyüzlülüğe, çıkarcılığa, haksızlığa, zulme dur emri çıksın!
Bu suçları işleyenler en ağır şekilde cezalandırılsın.
Yöneticilerin dokunulmazlıklarına dur denilsin. Hiç kimse halktan üstün değildir. Herkes yasalar önünde hesap vermek zorundadır. Hiç kimse yasalardan üstün olamaz. Onun için görevdeyken veya görev sonunda dokunulmazlık saçmalıktan ibarettir. Dokunulmaz olanlar kendilerini yasaların üstünde görmektedir.
Devlet yönetiminde rüşvete, adam kayırmaya, yandaş kollamaya, komisyonculuğa, kıyakçılığa dur emri çıksın! Hiç kimse halkın malıyla mülküyle başkaları üzerine egemenlik sağlayamasın!
Halkın malı mülkü parası pulu, alacakları üzerinden kimse siyaset yapamasın! Bunları af kapsamına alarak çıkar sağlamasın! Vergi barışı, imar barışı gibi saçmalıklara dur denilsin!
Herkes halka (devlete) olan borcunu günü gününe son kuruşuna kadar ödesin. Herkes yasalara uygun imar yapsın!
Kısaca suçlu üreten bütün mekanizmalara dur denilsin!
Ancak bu şekilde hak ve adalet korunabilir.
Bazı insanların “Ben kimim biliyor musun?” sözleriyle başlayan her konuşma, her suç, on katıyla cezalandırılsın! Hiç kimse ben falancanın oğluyum, kıyım, akrabasıyım, arkadaşıyım diye kendini yasalardan üstün görmesin!
Bütün bunları yapabilecek bir babayiğit var mı?
Varsa ellerinden öperim! Ona derim ki bütün bunlar İslam’ın kuralları! İslam’a hoş geldin!
Ancak bilirim ki kimsenin İslam’a gelmeye niyeti yok! Hemen herkesin Müslüman geçinip çıkarı için her şeyi yapmaya niyeti var.
Prof. Dr. Mehmet Çoban
Halk Üniversitesi Öğretim Üyesi
Depremde binaların neden enkaza döndüğüne, insanların düne kadar evleri olan yerlerin neden mezarları haline geldiğine dair dikkate değer bir analiz
DEĞER Mİ?
https://gazeteoksijen.com/yazarlar/levent-erden/deger-mi-170201
K.MARAŞ DEPREMİ BAĞIRA ÇAĞIRA GELMİŞ MEĞER, İZLEYİN GÖRÜN
https://youtu.be/6UMhG_Ojjik
“Antakya yok artık arkadaşım, can kaybımız 100 bin vardır inan!” Fuat Uğur
https://www.tv100.com/antakya-yok-artik-arkadasim-can-kaybimiz-100-bin-vardir-inan-makale-651278
BİR FİLM ÖNERİSİ – ÇERNOBİL
Bugün BlueTV’de seyrettim, 5 bölümden oluşan 2019’da yayınlanmış bir dizi film aslında. 1986’da SSCB’nin egemenliğinde olan Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Santralindeki patlamanın öncesi ve sonrasını işliyor. Patlamanın nedenleri ve sonuçları çok güzel işlenmiş. On üzerinden on verdim. Devlet sırrı ve onuru için insanların hayatıyla nasıl oynanabildiği çok iyi vurgulanmış. Fikir ifade özgürlüğünün bir ülke ve halk için olmazsa olmaz olduğunu daha iyi kavradım. Baskıcı, yasakçı, totaliter yönetimlerin öncelikle kendi insanına zarar verdiğini düşünüyorum. Ve o yalanlar binlerce insanın ölmesine, onbinlercesinin hasta olmasına ve korkunç sosyoekonomik sonuçlara yol açabiliyor. Bu filmi izledikten sonra son depreme bir de bu açıdan baktım, üzüldüm. Filmin sonunda Profesör Legasov’un bir sözü vardı ki, alıntılanmaya değer. “Söylediğimiz her yalanla, gerçeğe borçlanmaya devam ediyoruz. Ama o borç mutlaka sonunda ödenir”. Hâlâ seyretmedi iseniz mutlaka izlemenizi öneririm.
6 şubat 2023, sabah 7.30 civarı evden çıktım, Goztepe şehir hastanesine doğru işe gidiyorum. Yolda telefon mesajıma baktım. Başhekimlikten gelen bir mesaj dikkatimi çekti. Il saglik müdürlugunden gelen bir mesaj dı. Kahramanmaraşta çok şiddetli bir deprem olduğunu belirtiyordu. Ardından bölgeye gönüllü gitmek isteyenlerin isimlerini yazdirmalari isteniyordu. Hiç düşünmeden hemen başhekim sekreterine ismimi yazdırdım. Daha önce Bingöl ve Van depremlerinede gönüllü yardımcı olmak için gitmiştim. Bu konuda az çok tecrübem vardı zaten. Kime ne kadar yardımcı olabilirsek kâr sayılırdı. Sabiha gökçen de 4 saatlik bir bekleyişten sonra uçak havalandı ve 1 saat sonra Adanaya indik. Gece yarısı umke ekipleri bizi En çok ihtiyacın olduğu Hatay’a otobüsle sevk ettiler. Hatay da ayakta kalan tek hastane olan üniversite hastanesine girdik. Hemen esyalarımizi bırakıp çalışmaya başladık. Acil servisin her yeri yaralı doluydu. Arka servis koridorları cenaze doluydu. Yaralıları yerlestirecek yer veya yatak bulamiyorduk. 7 şubat sali sabahı gelen yaralı sayısı 3 kat arttı. Adeta mahşerin bir provası gibiydi. Elimizdeki kısıtlı imkanlarla yaralılara müdahale ediyorduk. 48 saat hemen hemen hiç uyumadan yardımcı olmaya çalıştık. 3.gün uykusuzluktan pilimin bittiğini anladım. Tek dinlenebilecegim yer 100 metre ötedeki terkedilmiş kantindeki sandalyeler idi. Arada bir bu kantine gidip dinleniyorduk. Eğer boş sandalye bulursak şanslı idik. 3. Gün hastane yönetimine dönmek istediğimi bildirdim. 3 günden sonra da canlı yaralı sayısı çok azaldı zaten. Bir müddet sonra kendi imkanları ile dönebilecek dönsün denildi. Bunun üzerine ilk once zar zor Adana havalimanina ulaştık. Ardından büyük bir mücadele sonrası İstanbula bir uçak bileti bulabildik. Beraber geldiğim asistanimla istanbula döndük. Fiziki yorgunluk ve psikolojik olarak 2 gün kendime gelemedim. Bu deprem daha önce yardıma gittiğim diğer 2 depreme benzemiyordu. Her açıdan çaresizliği gördüm ve hissettim. Yardım isteyen bazı yaralılara hiç bir şey yapamadım. O esnada yardım etme imkanı bulamadım. Bende başkasından Yardım istedim. Çok geniş bir alanı etkileyen çok büyük bir yıkım ve felaket olduğunu sonradan fark ettik. Şimdi burada Allah’ın bize vermek istediği mesajları anlamaya çalışıyorum artık. Allah depremde zarar gören ve yakınını kaybeden herkese rahmeti merhameti ile muamele etsin inşaallah..
Bir meslekdaşımız olan Prof.Dr. Tahir Şevval Eren depremin ilk günlerinde gönüllü olarak Hatay’da çalıştı. Onunla gözlemlerini konuşmuştuk. Depremle ilgili yazım için bunları kaleme almasını istedim, sagolsun ricam üzerine kısaca yazdı. 14 yaralıya göğüs tüpü takmış px, hemo, hemopx gibi endikasyonlarla. Ameliyat yapma imkanı yokmuş. Bu notu ve yazımı sizinle paylaşmak istedim. Teşekkürler Tahir, iyi ki varsın.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay “Devlet yok diyenler ısrar ederse devleti gösteririz” derken bu ülkede devletten ne anlaşıldığını çok yerinde izah etmiş. Bizde devlet denince devletin şiddet tekelini vatandaşa vurarak göstermesi anlaşılıyor, toplumun ihtiyaçlarını karşılaması ve hukuk/adalet değil.
Levent Baştürk
Depremde Hatay MKÜ Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi AD Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tülin Durgun Yetim hayatını kaybetti. Meslektaşımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Ailesinin ve camianın başı sağolsun.
https://www.gunebakis.com.tr/haber/14005990/depremde-hataydan-trabzona-aci-haber-geldi
Depremde 68 doktor hayatını kaybetti
https://medimagazin.com.tr/hekim/depremde-68-doktor-hayatini-kaybetti-104144
Deprem ve Devlet İlişkisi konusunda harika bir yazı. Okumadan geçmeyin derim.
Devleti Putlaştıranların Putu Enkaz Altında Kaldı | Fikir Coğrafyası
https://fikircografyasi.com/makale/devleti-putlastiranlarin-putu-enkaz-altinda-kaldi
DEPREM İZLENİMLERİ, ANILAR
Abi, biz geldik
https://yenipencere.com/kose-yazilari/abi-biz-geldik/
YABANCI DEPREM BİLİMCİ UZMAN GÖRÜŞÜ
https://artigercek.com/dunya/ingiliz-yerbilimci-turk-hukumeti-halkinin-hayatiyla-kumar-oynadi-ve-kaybetti-239388h
HATAY’DAN BİR HABER VAR
Kovid-19 pandemi sürecinde Hatay’da bir hastanede haftalarca yoğun bakımda yatıp ölümden dönen ve sonrasında bize başvuran bir hastamızı, hastalığa bağlı gelişen büllöz akciğer ve tekrarlayan pnömotoraks nedeni ile ameliyat etmiştim. Bu süreçte pandemiye bağlı bir nedenle ameliyat ettiğimiz bu tek vakayı, nadir ve ilginç olması hasebiyle “A Case Developing Bilateral Bullae Due to COVID-19 Infection and Operated for Recurrent Pneumothorax” adıyla yayına hazırlamıştık. Makale ‘The European Research Journal’ dergisinde kabul edilmişti. Hasta ile bu süreçte tanışıklığımız artmıştı, kendisi Hatay Çevre ve Şehircilik Müdürü olup Hatay’a yolum düşerse beklediğini belirtmişti.
Deprem sonrası bu hasta aklıma geldi, ancak bugün aramak kısmet oldu. Kendisinin kaldığı bina ağır hasar almasına rağmen yıkılmamış ve binadaki herkes kurtulmuş. Şu anda da İstanbul’da annesinin yanına ailecek gelmişler.
Va’de (verilen süre) tamam olmayınca insan ölmezmiş. Bu hasta hem o zorlu Kovid 19 pandemi sürecinden sağ salim çıktı, hem de son büyük depremden yine sağ salim kurtuldu. Kendisine geçmiş olsun dileklerimi ilettim, kontrol vesilesi ile beklediğimi belirttim. Bu güzel haberi de sizlerle paylaşmak istedim. Mevlamıza şükürler olsun.
Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya
SBÜ Sultanbeyli & Süreyyapaşa Göğüs Cerrahisi Kliniği
Milletimiz vicdan defterine yazdı: Biz de not ettik…
https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/milletimiz-vicdan-defterine-yazdi-biz-de-not-ettik-2054132
Enkazda Kim Kaldı: “Nerede Bu Devlet?” Sorusunun Sosyopolitiği
https://yenipencere.com/kose-yazilari/enkazda-kim-kaldi-nerede-bu-devlet-sorusunun-sosyopolitigi/
Tam “bizim ahlakımız yıkılmayan binalar kadar” diyecek oluyorum, sonra afetlerin Allah’tan birer uyarı olduğu açıklamalarını duyup vazgeçiyorum. Bu beni suçlu arama zahmetinden kurtarıyor ama “Kul ister Allah yaratır” ilkesine uymayan bir durum var ortada. Depremde hayatını kaybedenlerin şehit olduğu düşüncesi, bu uyumsuzluğu görmezlikten gelmeme neden oluyor. Zalim müteahhitler! Ülkeyi tarumar etmek için özel yetiştirilmiş olmalılar, yoksa can verdiğimiz binaları niye inşa etsinler. Vatandaş beddua edecek, ama adresi bir türlü bulamıyor.
Bu meselenin sadece bir iktidar ya da muhalefet sorunu olduğuna kanaat getiremiyorum. Asil milletimizin her bir ferdinin de bunda payı var. Her olumsuzluğu akıl ve tedbir dışındaki güçlere bağlayan fevkalade teslimiyetçi, eli öpülesi, eşsiz bir halkız. Bir de unutkanlığımız var, en büyük nimetlerimizden biri.
İktidar ve muhalefetin bu mevzu üzerinden mevzi tahkimine odaklanması, mağduriyetlerin uzamasına neden olur. Hiç olmazsa bir süre için Türkiye İttifakı yapılsa, yaralar daha fazla kanamasa
Büyük bir trajediyi bir kaç cümleyle anlatmaya çalışma münasebetsizliği yoruyor insanı. Vatandaşın derdine bir nebze de olsa derman olmak için
geceli gündüzlü çalışan insanlarımıza saygılar sunuyorum
Prof.Dr. Hasan Boynukara
Ali Bulaç Yazdı: Deprem Hem Öğretici, Hem Terbiye Edicidir -V | Farklı Bakış
https://farklibakis.net/yazarlar/ali-bulac-yazdi-deprem-hem-ogretici-hem-terbiye-edicidir-v/
DEPREM VE GÖREVLENDİRME
Bundan 3 yıl önce 2020 Şubat&Mart’ında Sağlık Bilimleri Üniversitesi öğretim üyesi olmamdan mütevellit görevlendirilmem hasebiyle, Suriye’nin kuzeyindeki çatışmalarda yaralananların tedavisinde yardımcı olmak amacıyla Sağlık Bakanlığı Şanlıurfa Mehmet Akif İnan Hastanesi’nde bir ay süreyle görev yapmıştım.
Bu sefer İl Sağlık Müdürlüğü tarafından deprem nedeniyle Kahramanmaraş’ta iki hafta süreyle görevlendirildim. Beraberimde aynı klinikten bir başasistan arkadaşımız ve hastaneden değişik birimlerden olmak üzere toplam 22 kişilik personel ile geldik. Depremden pek etkilenmemiş Üniversite Hastanesine yerleştirildik.
Hastanenin sadece acil servis hizmeti çalışıyordu. Biz de bu süre zarfında göğüs cerrahisi olarak onu aşkın konsültasyon ve biri trafik kazası nedeniyle oluşmuş pnömotoraks ve diğeri de masif plevral efüzyon olmak üzere iki de kapalı göğüs drenajı yaptık.
Zaman zaman hastane çevresi ve üniversite yerleşkesindeki çadır kampları ve konteynerleri gezdik, depremzedelerle görüşüp konuştuk. K. Maraş Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi AD öğretim üyelerinden iki arkadaşımız bizi depremin en çok etkilediği yerleri ve özellikle eski (tarihi) şehir merkezini gezdirdi, hatta yakın bir köye bile gittik. Maraş’ta bulunduğumuz sürece hava kapalı ve zaman zaman yağışlı idi. Tek bir gün hava pırıl pırıl ve güneşli idi. Bundan istifade ile şehir merkezini etraflıca gezdik. Kale ziyarete, Ulucami de minaresi yıkılmış ve binası hasarlı olduğu için ibadete kapalı idi. Kapalı Çarşı fazla hasar görmediği için açıktı, şehir merkezi de insanlar gerek gezme gerekse de alışveriş ve yardım almak için geldikleri için kalabalıktı. Depremde en büyük hasarın (ve elbette can kaybı) Trabzon ve Azerbaycan caddelerinde meydana geldiğini gözlemledik. Depremin üzerinden bir ayı aşkın süre geçmesine rağmen iş makinaları hâlâ harıl harıl enkazları kaldırıyorlardı. Hasarlı binalar yerlerinde duruyordu. Bu iki cadde kalenin her iki tarafındaki dere yatağının adeta iki kolu gibi görünüyordu, ilerisi ova idi. Söylentiye göre yalnızca Maraş’ta 15 000 civarında insan hayatını yitirmişti. Üniversitenin de bulunduğu şehrin yeni yerleşim alanında ise tek tük dışında yıkılan bina görmedik. Çadırlar olmasa Üniversite yerleşkesinden şehrin dağın yamacına eteğine yerleşmiş yeni kısmına baktığınızda bu şehirde büyük bir deprem olduğuna inanmazsınız.
Depreme dair çoğu acıklı az bir kısmı da sevinçli (kurtulmuş) insan hikâyeleri dinledim. Elimden geldiği kadar bu sürede gördüğüm bazı şeyleri görmeye görüntülemeye çalıştım. Depremde ilk şiddetli sarsıntının uzun sürdüğünü, akabinde tekrarladığını ve gündüz öğleden sonra üçüncü bir kez daha olduğunu anlattılar. O kadar korkmuşlar ki depremi kıyamet diye tarif ediyorlardı. Sağlam olsa bile evlerine girememişler, arabalarında yatıp kalkmışlar, birçoğu da şehri terk etmiş. Beton bina içinde kalma korkusu o kadar büyük olmalı ki depremin üzerinden bir ay geçmesine rağmen Maraş kırsalındaki insanlar bile evleri sağlam olmasına rağmen bahçelerindeki çadırlarda kalıyorlardı. Kaldığım sürece hafif şiddette birçok artçı sarsıntı olduğu söylense de ben bir defa hissettim, o da 5.2 şiddetinde idi ve çok kısa sürdü.
Üniversite hastanesinde bir hasta odası bana tahsis edildi ama göğüs cerrahisi öğretim üyesi meslektaşımızın önerisi ile onun hastanedeki odasına yerleştim. Göğüs Cerrahisinde 4 yardımcı doçent vardı ve hepsi Maraş’ta olup birer hafta arayla icap nöbeti tutuyordu. Hepsi ile yakından tanıştık, birlikte yemek yedik, bizi alıp Maraş’ta gezdirdiler, hatta birlikte akademik toplantı bile yaptık. İlgi, yardım ve misafirperverlikleri nedeniyle hepsine teşekkür ediyorum.
Kanaatimce K. Maraş ve Göğüs Cerrahisi özelinde konuşursak, Maraş’ta Göğüs Cerrahisi Uzmanı görevlendirmesine kesinlikle ihtiyaç yoktur. Belki depremden sonraki ilk bir hafta içinde olmuştur ama şu an yoktur. Rivayetlere ve duyduklarıma göre Maraş’ta depremin ilk üç gününde dışardan fazla destek ve yardım gelmemiş (yollar zarar görmüş, hava şartları ağırmış, …), şehirdekiler kendi imkanları ve gayretleri ile ellerinden geleni yapmış. Kaldığım sürece devletin ve sivil devlet & sivil toplum kuruluşlarının bütün imkânları ile sahada ve seferber olduğunu, canhıraş bir şekilde çalıştığını müşahede ettim. Hastanenin yanı başındaki Maraş’ta yaşayan ve depremden zarar görmüş Suriye’li insanların kaldığı çadırlar diğerlerine nispetle ilgi ve yardım konusunda biraz daha geride idi, bu sebeple maddi açıdan Yalçınkaya ailesi olarak katkıda bulunduk. Her geçen gün depremin yaraları gerek insan, gerek bina ve gerekse her açıdan sarılıyor, şehir toparlanıp ayağa kalkmaya çalışıyor, hayat normale dönüyor.
Depremde ölenlere Allah’tan rahmet, yaralı olanlara da şifa diliyorum. Umarım bu musibetten hepimiz hissemize düşen dersleri, sonuçları çıkarırız. Dilek ve duam odur ki; ülkemiz ve halkımız deprem dahil her türlü zorluğu atlatıp müreffeh, mutlu ve huzurlu bir şekilde yoluna devam eder. Nasipte Ramazan’a deprem bölgesinde girmek varmış. Olsun, belki böylesi daha hayırlı ve güzeldir. Hepinizin Ramazan ayını tebrik ediyorum.
26.03.2023
Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya
“BENİM YOLUM – Tababet San’atının İcrası İle Geçen 35 Yıl” KİTABIMIN “GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ VE İLAVELİ 2. BASKI”SI ÇIKTI.
İKİNCİ BASKIYA ÖN SÖZ’Ü OKUMAK İÇİN;
https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2023/09/benim-yolum-tababet-sanatnn-icras-ile.html